loading
close
SON DAKİKALAR

Adalet Yürüyüşü: Ne oldu, ne olacak?

Adalet Yürüyüşü: Ne oldu, ne olacak?
Tarih: 18.07.2017 - 00:00
Kategori:

Ahmet Özer: Toplumsal dönüşümler veya toplumu belli kalıplara göre eğip bükmek her zaman çok kolay değildir. Ancak bu durum, bir olağanüstülük sayesinde yaratılabilir ve 'bir şok' kalıcılaştırabilir.

Korku Sarmalı

Toplumsal dönüşümler veya toplumu belli kalıplara göre eğip bükmek her zaman çok kolay değildir. Ancak bu durum, bir olağanüstülük sayesinde yaratılabilir ve “bir şok” kalıcılaştırabilir. Tolumsal olarak yaşanan bir şok iyi yönde işletilebileceği gibi kötü yönde de kullanılabilir. Buna dair üretilen ve yapılanlara siyaset bilimi dilinde şok politkası denir. “Şok politikası, gerçekten şok edici bir olayın yarattığı şaşkınlık, korku ve çaresizlik duygusunu fırsat bilerek, bunun etkisini canlı tutacak hamleleri art arda devreye sokmaya dayanır. Bu sayede, gücü elinde bulunduranın arzuladığı değişimler dirençle karşılaşmadan gerçekleştirilir.” (Naomi Klein, Şok Kuramı) Şimdi bu politikanın olumsuz biçimde nasıl işletildiğine bakalım.
Şok politikası, siyasal ve hukuki alanda uygulandığında genellikle olağanüstü hal görünümü altında sürdürülür. Olağanüstü halin temel niteliklerinden biri, yasama, yürütme ve yargı güçleri arasındaki ayrımın başlangıçta geçici olarak kaldırılması ama bunu kalıcı kılacak uygulamaların hayata geçirilmesidir. Hukuk düzeninde kurmaca bir boşluk yaratılıp zorunluluk hali gerekçe gösterilerek bütün güçlerin yürütme erkinde toplanması sağlanır.. Artık toplumun gözünde olağanüstü koşullar vardır ve yapılanlar ona göre yönlendirilir. Bu işin birinci aşamasıdır. İkinci aşamaya gelince..

Toplumsal Felç

Olağandışı koşullarda, toplumlarda korkunun yarattığı bir suskunluk meydana gelir. Bu giderek bir hastalık gibi yayılararak herkese sirayet eder. Buna sosyolojik olarak suskunluk sarmalı diyoruz. Susan toplum sonunda korkudan hiçbirşeye tepki ver(e)mez, bunun sonucunda adeta felç olur. Buna da toplumbiliminde toplumsal felç deyoruz. Korkudan tepki vermez hale gelmiş olan kişi ve gruplar onları korkutan egemen görüşün baskısı altına girince, bir süre sonra bir korunma iç güdüsüyle gerçek görüşlerini saklayarak egemen görüştekiler gibi düşündüğünü zikretmeye başlarlar. Yani kendi tercihini çarpıtır. Buna da tercih çarpıtması diyoruz. Sonuç itibarıyla korkunun yarattığı suskunluk bir süre sonra egemen görüşten yana işlemeye başlar ve egemen görüş koku temelinde herkese sirayet ederek ve giderek hakim hale gelir.
Peki egemen görüş bunu nasıl başarır? Hakim olduğu devletin her türlü aracını ve gücünü kullanarak.. Devletin iki türlü gücü vardır: Biri kaba güçtür. Asker, polis, mahkemeler, hapishaneler vs. Bunlar aslında toplum adına ve onun vergileriyle adaleti ve düzeni sağlamak için oluşturulmuş kurumlarken bir süre sonra hakim kesimin kendini egemen kılmak için kullanılmasıyla tam tersi bir işleve sahip olur. Devletin ikinci önemli gücü ise sahip olduğu ideolojik araçlardır. Bunların başında eğitim kurumları, medya ve propoganda gücü gelir. Bazen ideolojik araçlar toplumu dizyan etmek için tek başına yetmeyebilir. İdolojik araçların yetmediği yerde kaba güç devreye girer.

Demokrasi ve Rıza Üretmek

Oysa demokrasi rızaya dayalı bir yönetim şeklidir ve yönetenler meşruiyetlerini halkın kendi adlarına onların yönetmesine rıza göstermesinden alır. Eğer toplumun önemli bir kesimi yapılanlara rıza göstermiyorsa, yönetenler ya değişir ya da yönetme biçimlerini değiştirirler. Peki hem halk razı değilse hem de yönetim değişmiyorsa o zaman ne olacak? İşte o zaman yönetenlerin önünde bir yol kalıyor: Yönetilenlerin zamanında yönetenlere düzeni sağlanmak için verdiği zor tekelini kullanma yetkisini kendilerini yola getirmek için kullanmaktır o da. Yani toplumu kaba güçle hizaya getirmek.
Demokrasi rızaya dayalı bir rejim olduğundan kaba güç artıkça meşruiyet zayıflar. Yanı başatakilerin düzeni sağlamak için sadece polis, asker, mahakeme, hapishane araçlarını kullanması meşriyeti zayıflatır. Tepkiler gelir. Gelen tepkiler ilk etapta idolojik araçlarla bertaraf edilmeye ve propoganda gücü giderilmeye çalışılır. İdolojik araçların yetmediği yerde zor araçları devreye girrer. Tepkiler ile zor tekelinin kullanılması birbirini besler ve bu kısır döngü sonunda egemen ve baskın olan gücün lehine son bulur. Bu noktada korkunun egemen olduğu bir iklimi oluşur. İşte bu zehirli iklimi dağatmak demokrasi için büyük önem taşır. Yoksa yapılanlar kalıcılık kazananbilir. Hem de beklenmediği kadar fazla bir süreyle. Kılıçdaroğlunun yürüyüşünü bir de bu gözle değerlendirin. Adalet yürüyüşünün bu anlamada büyük önemi var. Taşıdığı pankart herkesin ortak noktası, ortak derdi olan “adalet”i simgeliyor.
Şimdi analizi bu bağlamda sürdürelim. Yönetenler, yönetimlerini yasalara dayandırırlar. Yasalar ise meşruiyetlerini iki şeyden alırlar. 1) Toplumun ihtiyaçları ve 2) Evrensel hukuk kaideleridir bunlar. Evrensel hukuk kaidelerinin de dayandığı temel, adalet duygusudur. Sadece adaletin sözde varolması değil öz itibarıyla işlemsidir önemli olan. Zaten yasaları meşru, geçerli ve yönetilir kılan da budur. Peki Kılıçdaroğlu neden adalet pankartı taşıyor? Adalet pankartı aslında mefhumu muhalifinden adalet(sizliğ)e dikkat çekiyor. Ama bir başka yönüyle de adaletsizliğin yarattığı korku iklimini dağıtmaya çalışan bir işlev görüyor. Neden adalet, adlet yok mu ki dikkat çekiyor? Geçtiğimiz günlerde birkaç uluslararsı kuruluş bu sorunun cevabı olacak bazı somut konularla ilgili söylediklerine bir bakalım:

Bazı Uluslararsı Kuruluşların Türkiye Görüşü

BM Düşünce ve İfade Özgürlüğü Özel Raportörü David Kaye, acil olarak başta gazeteciler olmak üzere, akademisyen, yazar ve hâkimlerin serbest bırakılması çağrısı yaptı. Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi 35’inci İnsan Hakları Oturumu çerçevesinde 12 Haziran’da görüşülecek raporun yanı sıra ‘Türkiye Özel Oturumu’ da yapılacak. Kaye raporunda şu çağrılarda bulundu: “İfade ve medya özgürlüğü ile bilgiye ulaşımda uygulamaya konan orantısız ve düzensiz tedbirler, OHAL ile meşrulaştıramaz” Raportör, terörle mücadele ve KHK’lerle tutuklanan gazeteci, yazar, hâkim ve akademisyenlerin acilen serbest bırakılması çağrısı yaparak şu konulara vurgu yaptı: “Kimse nefret ve şiddete başvurmadığı müddetçe tutuklanamaz. Basının sansür veya kısıtlama olmadan kamuyu bilgilendirmesi sağlanmalı. Hükümet, medya kurumlarını kapatma sürecini tersine çevirmeli. İnternet yasası gözden geçirilmeli ve engelleme ve kaldırma kararını veren kurumun yetkileri kısıtlanmalı. Hükümet, ifade özgürlüğüne yönelik herhangi bir kısıtlamada, kesinlikle orantılı olmalı. Hükümet, 15 Temmuz’daki koşulların hâlâ geçerli olup olmadığını yeniden düşünerek, OHAL’i sona erdirmeli. KHK’ler, uluslararası insan hakları standartları ile uyumlu olarak yeniden düzenlenmeli ve gözden geçirilmeli. Hukuksuz olarak özgürlüklerinden mahrum edilenler, işlerinden olanlar buna karşı çıkabilmeli; zararlarını tazmin edebilmeli. Bunun için bağımsız yargı mekanizmaları oluşturulmalı. Hakaret ve terörle mücadeleye yönelik yasalar uluslararası standartlara getirilmeli; TMK değiştirilmeli. Ceza Yasasının devlet büyüklerine hakareti düzenleyen hükümleri değiştirilmeli..”

Ayrıca, Türkiye ile ilgili oturum öncesinde Almanya ve ABD de kaygılarını Konsey’e sundu. ABD, muhaliflere yönelik kısıtlamalardan duyduğu rahatsızlığı kayda geçirirken, Almanya, Türkiye - Bangladeş ve Azerbaycan için şu görüşü kayda geçirdi: “Almanya, gazeteci ve bloggerların korkutularak, taciz edilerek, sansüre tabi tutulması, adli takibat ile tehdit edilmesinden kaygılıdır. Bu vakaları yakından takip etmekteyiz ve Türk anayasasıyla, Türkiye’nin kendi uluslararası taahhütleriyle korunan yargı süreci ve kişisel hakların öneminin altını çiziyoruz. Türkiye daha az değil, daha fazla etkin sesin ortaya çıkmasından faydalanacaktır.”
İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks, “HSK’nin yeni kompozisyonu yargı bağımsızlığı için yeterince koruma sağlamıyor ve siyasi etkiye açık olma riskini artırıyor. Bu riskten kurtulmak için, Avrupa standartları, yargı konseylerinde, (atama terfi, görev değişimi, disiplin cezası ve uzaklaştırma kararlarında) hakim ve yargıçların en az yarısının meslek içindeki profosyoneller tarafından seçilmesini gerektirir. Bu çerçevede, HSK’nin çalışmalarını ve hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı ilkesine pratikte ne kadar uyduğunu takip edeceğiz; ki zaten bunlar olmadan Türkiye’de etkili bir insan hakları koruması da olamaz.”

Sonuç

Bütün bunlar Türkiyenin uluslararsı arenada insan hakları ve hukuka ilişkin karnesinin kısa bir özeti. Bunları yok sayabilirmisiniz? Türkiye çağdaş dünyanın bir üyesi. Avrupa Konseyi, AB, BM, ve diğer bir çok uluslararsı kuruluşun üyesi ve bunların yayınladıkları sözleşmelere, insan hakları belgelerine ve hukukun üstünlüğünü teminat altına alan kararlara imza atmış. O halde bu uyarıları dikkate alıp yapılan hatalardan geri dönülmesi elzemdir.
Burada püf noktası şu: Herkesin “bir düzenden” memnun olmama hakkı var. Ama bu hak ona aynı zamanda bu kötü düzeni değiştirme görevini yükler. Eğer toplum felç olmuşsa kim nasıl yapaca bunu? Felçli durum, birileri tarafından istedendiği müddetçe sürdürülür. Ya doğrudan yana itiraz edeceksin ya boyun eğeceksin.. 2500 yıl önce, Platon boşuna, “Her toplum laik olduğu şekliyle yönetilir” dememişti. İşte Kılıçdaroğlunun eyleminin ikinci önemli anlamı bu adalet düzenine itirazdır. Üstelik onun gibi düşünenlerin gün gittikçe artan ölçüde katıldıkları bir itiraz.

Prof. Dr. Ahmet Özer

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları