loading
close
SON DAKİKALAR

Akif Hamzacebi yazdı; Küreselleşme, Ekonomik Krizler ve Devletin Yeniden Keşfi

Akif Hamzacebi yazdı; Küreselleşme, Ekonomik Krizler ve Devletin Yeniden Keşfi
Tarih: 23.01.2022 - 21:14
Kategori: Siyaset

CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Akif Hamzaçebi, İkinci Yüzyıl Dergisi için yazdığı 'Küreselleşme, Ekonomik Krizler ve Devletin Yeniden Keşfi' başlıklı yazısında; 20. yüzyılın en önemli olayı nedir sorusuna benim vereceğim cevap Refah Devleti veya biraz daha farklı bir ifadeyle Sosyal Devlettir....

İki kavram arasında farklar olduğu yönündeki görüşleri konumuz açısından ikinci plana bırakıyorum. 1929 Dünya Ekonomik Buhranından sonra çöken Avrupa ekonomilerini ayağa kaldırmak için Keynesyen politikaların geniş uygulama alanı bulması, İkinci Dünya Savaşının yarattığı yıkımın ardından tüm Avrupa ekonomilerinin yeniden kurulması ve toplumun mutluluğu için tıpkı 1929 Buhranından sonra olduğu gibi devletlerin görev üstlenmesi Refah Devleti/ Sosyal Devletin doğuş nedenleridir. 1929 Buhranından sonra piyasanın yaratamadığı talebi Devletin kamu harcamaları yolu ile yaratmasını öngören Keynesyen politikalar İkinci Dünya Savaşından sonra ekonomide talep yaratmanın ötesinde refah yaratan ve bunu dağıtan bir içeriğe kavuşmuştu. Öte yandan sosyal devlet tarihsel gelişim süreci içerisinde ulus-devleti güçlendiren bir fonksiyon da icra etmiştir. Refah Devleti (Sosyal Devlet) insanlığın Ulus-Devlete ulaştıktan sonra vardığı en büyük aşamadır. Sosyal devlet olmasaydı tarihsel geçmişi 1648 Vestfalya Anlaşmasına kadar giden ulus-devlet belki de bu kadar uzun ömürlü olmayacaktı.

Ancak 1980’lerle birlikte Refah Devleti/ Sosyal Devlet kavramları tartışılmaya başlandı. Devletin ekonomik hayatımızda büyük bir ağırlıkla yer alıyor olması verimlilik, büyüme, refah gibi kavramlar açısından olduğu kadar özgürlükler açısından da eleştirilmeye başlandı. Bu görüşe göre Devleti küçültmek, ekonomik faaliyetlerden çekmek, vergileri azaltmak ve sosyal devletin çerçevesini daraltmak gerekiyordu. Piyasa bunları daha iyi halledebilirdi. Üretimde ve gelirde artış sağlamanın yolu buydu. Bireyin öne çıktığı, toplumsalın zayıfladığı bu süreçte Foucault geleceği görür gibi “Toplumu Savunmak Gerekir” deme ihtiyacı duymuştu.

Devleti ekonomik faaliyetlerden çeken, ekonomiye müdahalesini sadece düzenleyici ve denetleyici çerçeveye oturtan bu görüş iktisat literatüründe neoliberal ekonomi veya neoliberal ekonomi politikaları olarak isimlendirildi ve küreselleşme sürecinde çok geniş bir uygulama alanı buldu. Küreselleşme kavramı ile neoliberal ekonomi politikaları adeta birbirlerinin ayrılmaz parçası oldular.

1980’ler küreselleşmeyi bireysel ve toplumsal hayatımızda yoğun bir şekilde yaşadığımız yılların başlangıcıydılar.

İngiltere’de Margaret Thatcher’ın Mayıs 1979’da ve ABD’de Ronald Reagan’ın 1980’deki seçimleri kazanıp başkanlık görevine başladığı Ocak 1981’i 20. Yüzyıldaki küreselleşme sürecinin başlangıç tarihleri olarak alabiliriz. Bu gelişmeleri “muhafazakar devrim” olarak isimlendirenler de var. 1980’li yıllar sonrasının önemli gelişmelerini şöyle sıralayabiliriz:

1. 1970’li yılların sonuna kadar özellikle sanayileşmiş ülkelerde uygulanmış olan Refah Devleti mutabakatının sona ermesi.

2. Sovyetler Birliği’nin dağılması, sosyalizmin çökmesi ve liberal piyasa ekonomisinin yeni kurulan devletlerde de uygulama alanı bulması. Fukuyama bu gelişmeyi “Tarihin Sonu” olarak isimlendirmiştir.

3. Ulus-devletlerin ekonomik bağımsızlıklarını koruma konusunda güç kaybetmesi. Ulus-devletlerin egemenlik alanlarının daralması.

4. Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler/ küreselleşme.

5. Endüstri 4.0

6. Ekonomik krizler

Küreselleşmenin iki yönü var. Bir yönü bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmenin hayatımızı kolaylaştırması. Bilgiye ulaşmanın kolaylaşması devletler dâhil bütün organizasyonları, yapıları çok derinden etkilemiş, toplumsal hareketlere ivme kazandırmış, özgürlük ve demokrasi konularında talepkâr bireyler yaratarak sivil toplumu güçlendirici bir rol oynamıştır. Küreselleşmenin asıl önemli yönü ise sermaye hareketlerinin serbestleşmesi olmuştur. Küreselleşmenin bu yönünü düzenleyen ilkeler 1989 yılında ABD Hazine Bakanlığının etkisi altında hareket eden IMF ve Dünya Bankası tarafından oluşturulmuştur. Bu ilkeler bütünü Washington Uzlaşması (Konsensüsü) olarak isimlendirilmektedir. Washington Uzlaşmasını neoliberal ekonomi politikalarının anayasası olarak tanımlayabiliriz. Buna göre devlet ekonomide üretim faaliyetinde bulunmayacak, KİT’ler özelleştirilecek, döviz kuru piyasa tarafından belirlenecek, sübvansiyonlar kaldırılacak, ülkeye sermaye giriş-çıkışı serbest olacak, kamu açıklarını azaltacak bir maliye politikası uygulanacak vb. gibi. Bu modelde, ekonomik faaliyetlerden çekilmesi nedeniyle Devlete düşen görev piyasaların başıboş kalmaması için düzenleyici ve denetleyici bir rol olarak tanımlanmıştır.

IMF ve Dünya Bankası bu ilkeleri kredi almak için kendilerine başvuran ülkelere krediyi açma ve kullandırmanın şartı olarak empoze etmiştir. Türkiye de IMF politikaları olarak isimlendirebileceğimiz bu politikaları 1999 yılının Aralık ayından itibaren uygulamaya başlamıştır. Örneğin AK Parti’nin iktidar olduğu 2002 yılından bu yana IMF politikaları çerçevesinde ülkemizde 70 milyar dolarlık özelleştirme yapılmıştır. Özelleştirmede sona gelindiğini söylemek de mümkün değildir. Öte yandan AK Parti iktidarının ilk dönemlerinde uygulanan yüksek faiz-düşük kur politikası uluslararası likiditenin bolluğu ile birleşince ülkemize büyük bir fon akışı olmuştur. AK Parti’nin 19 yıllık iktidar dönemi boyunca (2002 Kasım – 2021 Eylül) Türkiye 588 milyar dolarlık cari açık vermiştir. Cari açık aynı zamanda ülkemizin tasarruf açığını göstermektedir. Doğal olarak bu açık yurtdışından ülkemize giren fonlarla finanse edilmiştir. “Cari açık finanse ediliyorsa sorun yoktur” anlayışının hakim olduğu bu dönemde ülkemize portföy yatırımı, doğrudan yatırım, devlet iç borçlanma senedi alımı, mevduat, kredi gibi yollarla yurt dışından net 588 milyar dolarlık kaynak girişi gerçekleşmiştir (Türkiye’ye giren kaynaktan Türkiye’den çıkan kaynak düşüldükten sonraki net rakam). Ödemeler Dengesinin net hata ve noksan kalemindeki 66 milyar doları ve 70 milyar dolarlık özelleştirme gelirini de ilave ettiğimiz zaman AK Parti iktidarının bugüne kadar bütçe kaynakları haricinde toplam 724 milyar dolarlık kaynak kullandığı ortaya çıkmaktadır.

Ne var ki bu politikalar ülkemizde refahı artırmamıştır. Türkiye ekonomisi sık sık ekonomik kriz veya daralma süreçleri yaşayan bir ekonomiye dönüşmüştür. Zaman zaman dış kaynak girişiyle ortaya çıkan refah artışı ise her defasında ekonomik krizlerle kesintiye uğramıştır. Ekonomi potansiyel büyümesini dahi gerçekleştiremeyecek bir süreci yaşamaktadır. Türkiye ekonomisinin bu süreçte nereden nereye geldiğini görebilmek için rakamlara diğer ülkelerle kıyaslamalı olarak bakmak gerekir.

Türkiye ekonomisi 2000’li yılların başında dünya hasılasının %0,8’ini üretiyordu, bugün de bu oran değişmemiş olup %0,8’dir. Kişi başına düşen gelir açısından yapılan sıralamada da 2002’de 75’inci sıradayken bugün 76. sıradayız.

Bugünlerde örnek alınmak istenen Çin Modeli, “Çin de böyle kalkınmış” denilen modelde çok uzun yıllar boyunca emek ücretleri baskı altına alınmış ve Çin ucuz emek üzerinden uluslararası pazarlarda rekabet gücü kazanmıştır. Ancak bir dönem aylık 50-100 dolarlık işçi ücretlerinin konuşulduğu Çin’de bugün asgari ücret çok yükselmiş, bazı eyaletlerde Türkiye’yi geçmiştir. Örneğin asgari ücret Şanghay’da 414 dolar, Pekin’de 371 dolar seviyesindedir. Ayrıca Devlet kapitalizmi veya otoriter kapitalizm olarak isimlendirilen Çin modeli, otoriter rejim ve değeri düşük ulusal paranın (Yuan) varlığı yanında ekolojik kaygıların gözetilmediği, demokrasi, özgürlük gibi kavramların konuşulmadığı bir modeldir.

Bugünkü rakamlarla değerlendirdiğimizde ise Çin ekonomisinin Türkiye ekonomisini geçtiğini görüyoruz. Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir 2000 yılında 4.337, Çin’de 959 dolar iken 2020 yılında bu rakamlar Türkiye’de 8.536, Çin’de 10.435 dolar olmuştur.

Ayrıca Çin bilgi teknolojilerine ve eğitime yaptığı yatırımların sonucunu almaktadır. Bugün dünyanın en büyük 10 şirketinin 8’i teknoloji şirketi olup bunun içinde Çin’in 2 teknoloji şirketi vardır. Çin’in bu iki teknoloji şirketinin kuruluş tarihlerine baktığımızda 1998 ve 1999 yıllarını görüyoruz. Türkiye 1999 Aralık ayında yapılan Helsinki Zirvesinde AB’nin tam üye adayı ilan edilmişti. Şimdi AB üyelik süreci Türkiye’nin gündeminde olmadığı gibi milli gelir göstergeleri açısından da Çin’in gerisine düşmüş durumdayız.

Türkiye ise 2003 – 2021 döneminde (2021 Ekim ayı itibarıyla) bütçe kaynakları dışında 724 milyar dolarlık kaynak kullanmasına rağmen ekonomide bir dönüşümü gerçekleştirememiştir. İmalat sanayimizin durumuna baktığımızda yüksek teknolojili ürün üretim ve ihracatında bir ilerlemenin olmadığını görüyoruz.

Türkiye’nin imalat sanayiinin teknoloji yoğun üretimindeki durumu şudur:

Dikkat edilirse 2000’li yıllarda Türkiye imalat sanayiinde bir dönüşüm yapamadığı için teknoloji yoğun ürün üretim ve ihracatında ileri gidememiş, adeta yerinde saymıştır. Düşük, orta-düşük ve orta-yüksek teknolojili ürünlerin dağılımında da önemli sayılabilecek bir değişiklik olmamıştır. Türkiye ekonomisi 1970’lerde ağırlıklı olarak tarımsal ürünlere dayalı iken; 24 Ocak 1980 kararları sonrasında emek yoğun teknolojilerin hâkim olduğu sektörlere ve 1990’lı yıllarda da orta-düşük ve orta-yüksek teknolojili sektörlere geçtiği halde 2000’li yıllarda yüksek teknolojili sektörlere geçememiştir.

Bunun Türkiye’nin uyguladığı sanayileşme politikası yanında göç politikaları ile de yakından ilgisi vardır. Türkiye’de sayıları 5 milyonu bulan Suriyeli ve Afgan nüfus vardır. Bu durum şöyle bir sonuca yol açıyor: Bir ekonomide nispeten bol bulunan üretim faktörlerinden biri birdenbire daha da bollaşırsa iki şey olur:

1. O faktör ya da kaynağın daha yoğun kullanıldığı ürünlerin üretiminde süratle büyük bir artış meydana gelir.

2. Bollaşan üretim faktörünün dışındaki üretim faktörlerinin daha yoğun kullanıldığı ürünlerin üretimi azalır.

Türkiye’de de olan budur. Suriyeli ve Afgan işgücü imalat sanayiimizin emek yoğun teknolojisi için bir fırsat olarak değerlendirilmiş ve ucuz işgücü istihdamının yolu açılmıştır. Böylece tekstil gibi düşük katma değerli ürünler üreten sektörler büyürken teknoloji yoğun ürünler üreten sektörler ileri gidememiş ve nispi olarak küçülmüştür. Yukarıda verdiğimiz rakamlar bunu göstermektedir.

Bunlar Türkiye’nin küreselleşme sürecini doğru yönetemediğini, dışardan gelen fonları fabrika kurmaya değil tüketime yönelttiğini ve küreselleşmeden yarar sağlayan değil, zarar gören ülkelerden biri olduğunu göstermektedir.

Ucuz emek üzerinden rekabet gücü kazanmayı amaçlayan politikalar Türkiye ekonomisinin çıkışı değil yıkımı olur. AK Parti iktidarının bu günlerde sunduğu, adı Yeni Ekonomi Modeli olan politikaların Türkiye’yi Avrupa’nın ucuz emek deposu yapmaktan başka bir sonucu olmayacaktır. Suriyeli ve Afganlı işgücü olmasaydı Türkiye ekonomisi batardı anlayışı gerçekte yüksek teknolojiye geçemeyeşimizin önündeki en büyük engeldir.

Bu nedenle Türkiye’de göç politikasından sanayileşme politikalarına kadar Devletin üstlenmesi gereken birçok görev var. Bilgi teknolojilerindeki baş döndürücü gelişme elbette önemli. Devletin bu konuda yapacağı birçok şey var. Ancak imalat sanayiinde ihtiyaç duyduğumuz dönüşümü gerçekleştirmeden bilgi teknolojilerinde ileri gitmemiz mümkün değildir. Devlet bu konuda doğrudan sorumluluk üstlenmek zorundadır. Devletin doğrudan sorumluluk üstlenmesi yanında, KÖO (Kamu Özel Ortaklığı) modeli ile (KÖİ, Kamu Özel İşbirliği modeli değil) imalat sanayiindeki bu dönüşümü gerçekleştirebiliriz.

DEMOKRASI YOKSA BÜYÜME DE YOK

Demokrasi ile büyüme arasında ilişki kurulması uzunca sayılabilecek bir süredir ekonomi yazınını meşgul etmektedir. Neoklasik ekonomi büyümeyi fiziki sermaye birikimine dayalı bir olgu olarak görür. Ancak salt fiziki sermaye birikimine dayalı bir ekonomi politikası büyüme-kalkınma-gelişme sürecinin sürdürülebilirliğini sağlayamamaktadır. Neoklasik görüş ülkenin eğitim seviyesi, eğitimin kalitesi, işgücü verimliliği, AR-GE harcamaları gibi unsurların büyümedeki önemini ihmal etmektedir. Oysa bu hususlar ülkenin demokrasi seviyesi ile yakından ilişkilidir.

Sürdürülebilir büyüme için ekonomik kurumlar kadar ülkedeki demokrasinin seviyesi ve demokratik kurumlar da önemlidir. Ekonomik kurumların sağlıklı işleyişini sağlayacak olan da demokratik kurumlardır. 21. yüzyılda Çin örneğini bir kenara bırakırsak “Demokrasi Yoksa Büyüme de Yok” diyebiliriz.

Öte yandan Türkiye’nin sorunu olan Orta Gelir Tuzağı kavramı ülkenin demokratik seviyesi ile yakından ilgilidir. Ekonomide kişi başına düşen milli gelirde 10-11.000 dolar ile 15.000 dolar seviyeleri eşik olmak üzere orta gelir tuzağından söz edilmektedir. Birçok ülke bu eşiklere kadar gelmekte, ancak bu eşikleri ya geçememekte ya da geçmesi uzun yılları almaktadır. Bu eşiklerin geçilememesi, bunlara takılıp kalınması orta gelir tuzağı olarak adlandırılmaktadır. Orta gelir tuzağının gerisinde yatan neden ülkenin fiziki sermaye birikimi seviyesi değildir. Gerçek neden, o ülkenin demokratik seviyesinin yüksek olmamasıdır. Bu nedenle madalyonun bir yüzü orta gelir tuzağı ise diğer yüzü orta demokrasi tuzağıdır. Türkiye bu tuzağa girmiş, buradan çıkamadığı gibi bir dönem ulaşmış olduğu seviyenin oldukça gerisine gitmiştir.

Bir uluslararası dergi ülkelerin kişi başına düşen geliri ile demokratik seviyesini yıllar itibarıyla oluşturduğu endekste takip etmektedir. Endekste ülkeler 4 gruba ayrılmışlardır. Tam Demokrasiler (8 puan ve üstü), Kusurlu (Eksik) Demokrasiler (6-8 puan arası), Melez Rejimler (4-6 puan arası), Otoriter Rejimler (4 puandan düşük). Tam demokrasiler Kopenhag Kriterlerine tam uyum sağlamış ülkelerdir. Demokrasi puanı 8’in üstünde olan bu 23 ülkenin 2020 yılında kişi başına gelir ortalaması 47.086 dolar seviyesindedir. Kusurlu (Eksik) Demokrasiler Kopenhag Kriterleri eşiği olan 6 puan ila 8 puan arasında yer alan ülkelerdir. Bunlar da Tam Demokrasi olma yolunda ilerlemektedir. 4 puanın altı otoriter rejimlerdir. 4-6 puan arasında yer alan ülkeler ise melez (hibrit) rejimlere sahiptir. Yani demokratik ülkelerde olması gereken siyasi partiler, düzenli aralıklarla seçimlerin yapılması, parlamento, Anayasa’da kuvvetler ayrılığının yer alması gibi unsurların varlığı yanında, otoriter rejimlere mahsus uygulamaların da yer aldığı rejimler. Türkiye bu gruptadır. Türkiye kişi başına gelirini 12.000 dolar seviyelerine çıkardığı 2012- 2013 yıllarında 5,76 puan ile Kopenhag Kriterleri eşiğine yaklaşmış iken 2020 yılında (8.597 dolar) 4,48 puan ile otoriter rejimlerin olduğu ülkeler grubuna çok yaklaşmıştır. Endekste Türkiye’nin 2014 yılından itibaren irtifa kaybettiğini görüyoruz. Demokraside geri giden Türkiye milli gelirde de geriye gitmiştir.

Kişi başına düşen milli gelir sadece bir ekonomik parametre değildir. Bu kavram aynı zamanda ülkenin demokrasi seviyesi, hukuk devleti olup olmadığı, kuvvetler ayrılığı, özgürlükler, fırsat eşitliği, kadın-erkek eşitliği gibi hususları da kapsar.

Kısaca demokrasinin seviyesi ile ekonomik büyüme, kalkınma, gelişme kavramları arasında çok sıkı bir bağ vardır. Demokrasi olmadan ekonomik büyüme olmaz.

LİBERAL DEMOKRASİNİN MEŞRUİYET KRİZİ

Batı’nın hem kendisinin hem de küreselleşmenin organizatör kurumları (IMF, Dünya Bankası ve WTO-Dünya Ticaret Örgütü) vasıtası ile gelişmekte olan ülkelere empoze ettiği büyüme stratejisi artık sürdürülebilir değil. Büyümenin herkesi kapsamaması (kucaklayıcı olmaması) dünyanın her tarafında eşitsizlik ve öfke yaratıyor. Servet giderek daha küçük bir kesimin elinde toplanırken yoksulluk artıyor. Eğitimi düşük olanların gelir düzeyi çok geriledi, teknolojideki gelişmelere paralel olarak geleneksel iş alanları ortadan kalkmaya başladı. İktidarların uyguladığı esnek istihdam politikaları işin artmasını değil, mevcut işin daha çok kişiye bölüştürülmesi ile istihdam sorununu aşmaya çalışıyor. Eğitimli kesimlerin kitlesel işsizliği başladı (Prekaryalaşma) Sonuçta Washington Uzlaşması/ Küreselleşme Sosyal Devleti zayıflattı. Sosyal devletin zayıflaması dayanışma bağlarını çözerken otoriter rejimlerin/ liderlerin ortaya çıkmasına neden olan popülist akımları güçlendirdi. Bu akımlar demokrasiler için bir tehdit unsuru olma yolunda ilerlemektedir. Önümüzdeki yıllarda neoliberal politikalarda ısrar edilmesi, insanlığın bugüne kadarki demokrasi mücadelesinde elde ettiği kazanımları da tehlikeye sokacaktır.

Bugün liberal demokrasinin krizinden söz edilmektedir. Kriz tartışmalarına yol açan nedenler muhteliftir ama sonuçları “liberal demokrasinin meşruiyet krizi” bağlamında ele alınmaktadır. Krizin nedenleri konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Medya-kitle iletişim araçlarının tekelleşmesinin düşünce ve haber alma özgürlüğü üzerinde yarattığı engeller, küresel şirketlerin ulus-devletlerin egemenlik alanlarını daraltması, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra liberal demokrasi ile özdeşleştirilmiş olan piyasa ekonomisinin yeni türevi neo-liberal ekonomi politikalarının kriz yaratma potansiyeli, bilgi ve iletişim teknolojilerinde gelişmenin yarattığı “ekran bağımlı birey”, bireyin yükselişi, toplumsalın zayıflaması gibi. Brexit, AB ülkelerinde göç ve AB karşıtı siyasi partilerin ve popülist akımların güçlenmesi, neoliberal ekonomi politikalarına tepki yanında liberal demokrasinin sorunlarına işaret eden gelişmelerdir.

VERGI REKABETI VERGI ADALETININ ÖNÜNE GEÇTI

Bu sürece paralel olarak ekonomilerde de Devletin vergi gelirlerinde meydana gelen artışın (vergi yükündeki artış) ekonomiye büyük bir yük oluşturduğu, kaynak dağılımını ve verimliliği olumsuz etkilediği, bu nedenle özellikle gelir vergisi ve kurumlar vergisi oranlarında indirime gidilmesi gerektiği görüşü ağır basmış ve ülkeler vergi rekabetine girişmişlerdir. Vergi rekabeti çerçevesinde gerçekleştirilen oran indirimleriyle ülkeler daha fazla doğrudan yabancı yatırım çekmeyi hedeflemişlerdir. Türkiye de bu gelişmenin dışında kalmamış ve bir dönem kar payı üzerindeki vergi yükünü yüzde 34’e kadar indirmiştir. 1980’lerle birlikte vergi adaleti vergi rekabetine feda edilmiştir. Anılan vergilerde oran indirimleri bu dönemdeki vergi politikalarının en baskın karakteri olmuştur.

Bazı ekonomistler küreselleşme sürecinde devletlerin vergi gelirlerinde azalma olduğunu ileri sürmekte iseler de bu eğilimi 1980’li yıllarla sınırlı olarak değerlendirmek doğru olur. Zira 1990’lar ve sonraki yıllara ilişkin uluslararası istatistikler bunu doğrulamamaktadır. Bu yanılgı konuya gelir ve kurumlar vergilerindeki oran indirimlerinin vergi gelirlerinde yarattığı azalma açısından bakılmasından kaynaklanmaktadır.

OECD rakamlarına göre, ülkeler vergi rekabeti nedeniyle dolaysız vergilerde oran indirimine giderken buradan doğan kayıplarını dolaylı vergi oranlarında artışa gitmek suretiyle telafi etmişlerdir. Bu da vergi yükünün tüketicilere aktarılması anlamına gelmektedir.

Örneğin;

-Almanya’da Kurumlar Vergisi 1980 yılında %56 oranında uygulanırken bu oran kademeli olarak düşürülmüş ve 2010 yılından bu yana %15,83 olarak uygulanmaktadır. Katma Değer Vergisi ise 1975 yılında %11 seviyesinde iken 2007’den bu yana %19’dur.

-Benzer şekilde Hollanda’da 1980 yılında %48 oranında uygulanan Kurumlar Vergisi bugün %25 iken 1975 yılında %16 olan Katma Değer Vergisi bugün %21 oranında uygulanmaktadır.

Ancak burada Türkiye’nin durumuna özel olarak değinmekte yarar var. Türkiye’de vergi yükü OECD ortalamalarının altında seyretmekle birlikte bu yükte son yıllarda (2011 yılından itibaren) bir düşüş vardır. Yani Türkiye bugün 2000-2003 dönemine kıyasla 3 puan, 2010 yılı vergi yüküne kıyasla da 2 puan daha aşağıda bir yüke sahiptir. Milli gelirin yüzde 2’sine göre hesaplayacak olursak, 2022 vergi gelirlerinin 157,6 milyar TL tutarında daha az olması demektir.

Daha az vergi toplamak vergi ödemesi gereken kesimlerden verginin alınmaması, onların dolaysız vergi olarak ödeyeceği vergilerin geniş toplum kesimlerinden dolaylı vergiler (KDV+ ÖTV+ Damga Vergisi ve Harçlar gibi işlem vergileri) yoluyla alınması demektir.

Öte yandan vergi rekabeti nedeniyle ülkeler daha fazla doğrudan yabancı yatırım çekebilmek amacıyla istihdam üzerindeki vergi yükünü (istihdam üzerindeki vergiler gelir vergisi, işsizlik sigortası primi ile işçi ve işveren primleri ve diğer her türlü vergilerden oluşmaktadır) düşürme yoluna gitmişlerdir.

Bu gelişmelerin sistemde yarattığı mali sorunlar emeklilik yaşını yükseltmek, sosyal güvenlik sisteminden yapılan ödemeleri kısıtlamak, sağlık ve tedavi ödemelerine sigortalıların katılımını sağlamak gibi yollarla çözülmeye çalışılmıştır. Ancak bu politikalar bütün ülkelerde emek kesiminin yoğun tepkileriyle karşılaşmaktadır.

Şunu da ilave edelim ki gerek küresel şirketlerin ulus devletlerin vergileme konusundaki egemenlik alanını daraltmasına bu devletlerin itirazı, gerekse Covid-19 pandemi süreciyle birlikte Devletin artan finansman ihtiyacı nedenleriyle vergilerde oran indirimleri dönemi sona ermiştir. Pandemi süreci nedeniyle ülkeler ihtiyaç duydukları kaynak artışını dijital alanın vergilendirilmesi (dijital alanın vergilendirilmesi ihtiyacını yok saymıyoruz) veya gelir veya kurumlar vergilerinde oran artışları yoluyla karşılamaya başlamışlardır. Artık vergi rekabeti sona ermiştir diyebiliriz. Esasen vergi rekabeti kazananı olmayan, dibe doğru bir yarıştı.

ULUS-DEVLETLERİN ULUSLARARASI FONLARA BAĞIMLILIĞI – POST DEMOKRASİ

Gelir ve kurumlar vergilerindeki oran indirimlerinin vergi gelirlerinde yarattığı kaybın dolaylı vergilerdeki artışlarla telafi edilmek zorunda kalınması ve vergi yükündeki artışın sonuna gelinmesi devletleri borçlanma yoluna itmiştir. Bunu vergi devletinden borç devletine geçiş olarak isimlendirebiliriz. 1980’lerden itibaren hız kazanan küreselleşme ile birlikte borç yükünde bir artış meydana gelmiştir. Artan sadece devletlerin borcu değildir. Hanehalkının, şirketlerin, sanayicilerin, kısaca ekonomideki bütün aktörlerin borç yükü artmıştır.

Borç yükündeki artış devletleri uluslararası fonların açtığı kredilere bağımlı hale getirmiştir. Hükümetler egemenliğin kaynağı olan halkın refahını artıracak politikalarda geri adım atarak kendilerine kredi veren fon ve bankaları dikkate alan politikalar uygulamak zorunda kalmışlardır. Türkiye gibi küreselleşme sürecini doğru yönetemeyen ülkeler bunun etkisini refah kaybı olarak yaşamaktadır. Piyasalar dediğimiz kavram aslında bu fonları o ülkelere veren kreditörlerden başkası değildir dersek yanlış bir benzetme yapmış olmayız. Devletler böylece halktan kopmakta ve uluslararası fonlara mecbur hale gelmektedir. Liberal Demokrasinin ayrılmaz bir parçası olarak görülen neoliberal politikaların yarattığı bu sonuçlar liberal demokrasideki krizin göstergeleri olarak değerlendirilmektedir. Bu elbette tartışılabilir ama değerlendirmeler bu şekildedir. Avrupa Birliğinin krizi başlığı altında yapılan tartışmalar da aslında neoliberal politikaların yarattığı krizlerden başka bir şey değildir. Krizleri (örneğin 2008-2009 Dünya Ekonomik Krizi) aşmak için uygulanan politikalar da başlangıçta başarılı olsalar da ilerleyen süreçte yeni ekonomik krizlerin nedeni olmuşlardır.

Ulus devletlerin üzerinde bir güce sahip olan küresel şirketler ve fonların demokrasiler üzerinde yarattığı baskı bugünkü demokrasilerin tanımlanmasında kullanılan “Post-Demokrasi” kavramının doğmasına yol açmıştır.

SOSYAL DEVLETİN KARŞI KARŞIYA KALDIĞI SORUNLAR

Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin çoğunluğu İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1980’li yıllara kadar kapsamlı bir sosyal devlet uygulamasıyla geldiler. Küreselleşme sürecinin başladığı 1980’li yıllarla birlikte devletin ekonomideki rolü tartışılmaya ve vergi yükündeki artış toplum tarafından sorgulanmaya başladı. Bunun doğal uzantısı sosyal devletin tartışılmasıdır. Vergi yükünün yüksekliğine ilişkin tartışma sosyal devletin çerçevesine, kapsama alanına ilişkin bir tartışmayı da başlatmıştır. Bu aşamada ileri sürülen temel eleştiri sağlık harcamaları ve sosyal harcamaların, sosyal güvenlik sisteminin gelirlerinden veya vergi gelirlerinden daha hızlı bir biçimde artması olmuştur. Bu noktada ortaya çıkan sorun sistemin sürdürülebilir finansmanının nasıl sağlanacağıdır. 1970’li ve 1980’li yıllar boyunca tartışmanın merkezinde bu olgu yer almıştır.

1980’li yıllar ise finansal sorunun yanına bir de ideolojik bir boyut eklemiştir. Küreselleşme sürecinin ekonomi politikalarının hâkim olduğu bu dönemde, devletin bu kadar güçlü bir sosyal güvenlik sistemi kurmasının veya transfer harcamalarıyla onu ayakta tutmaya çalışmasının gerekli olmadığı yönündeki görüşler güç kazanmıştır. Bu görüşe göre sosyal devlet de bir yerde piyasaya müdahaledir ve piyasanın işleyişini bozar. Ayrıca çalışma hayatındaki risklere karşı bireylerin ihtiyaç duyduğu güvenliği piyasa kendisi de sağlayabilir. Çeşitli ülkelerdeki özel sigortalar bunun bir örneğidir. Hatta sosyal devlet bireyleri birer sosyal devlet bağımlısı haline getirerek yaratıcılığı öldürür. Bu anlayış liberal veya neo-liberal yaklaşımın “sosyal devlet”e bakışını yansıtmaktadır. Bu dönemde devletin kurduğu sosyal güvenlik sisteminin karşısına devletçe desteklenen özel emeklilik sistemleri konulmuştur. Ancak bu sistemler hiçbir zaman arkasında Devletin olduğu sosyal güvenlik sistemine alternatif olmaz. Şili uygulaması da başarısız olmuştur.

1990’lar dünya ekonomisinde küreselleşmenin etkisini güçlü bir şekilde hissettirdiği yıllar olmuştur. Bu dönem AB üyesi ülkeler başta olmak üzere dünya genelindeki güçlü sosyal devlet uygulamalarına karşın, sosyal güvenlik sistemlerinin sigortalayamadığı çeşitli risklerin ortaya çıktığı, yani sosyal güvenlik sistemlerinin yetersizliği nedeniyle sosyal devlet felsefesinin tartışıldığı bir dönem olmuştur. Yani çalışma hayatının veya toplumsal hayatın ortaya çıkardığı yeni koşullar karşısında bireylerin devletten daha çok talepte bulunmalarına karşın devletin bu talebe cevap veremediği bir durum söz konusudur.

Modern toplumun vardığı bu yeni aşamada, postmodern dönemde toplumlardaki çalışma ilişkileri ve yoksulluk sorunu nitelik değiştirmiştir. Yeni dönemde modern toplumun kuruluş aşamasındaki çalışma ilişkilerine ve yoksulluğa bakışı değişmiştir. Modern toplumun kuruluş aşamasındaki toplum sözleşmesi ve bu sözleşme üzerine inşa edilmiş olan refah devleti bugünün ihtiyaçları karşısında yetersiz kalmaktadır. Sosyal Devlet uygulamalarının bugün karşı karşıya kaldığı ve çözemediği temel sorunları birkaç cümleyle şöyle özetleyebiliriz:

• Kitlesel ve uzun süreli işsizlik: Refah Devleti, tam istihdam varsayımına dayanıyordu. Bu varsayım insanların kısa bir süre için işsiz kalacağını dikkate alır. İşsizlik sigortaları bu anlayışa göre şekillendirilmiştir. Oysa artık işsizlik bireysel bir olgu olmaktan çıkıp kitlesel ve geçici değil, sürekli bir hale dönüşmüştür.

• Bugünkü bireyin temel sorunlarından biri de “dışlanma”dır. Sosyal güvenlik ve klasik sosyal sigorta tekniği “dışlanma”yı çözememektedir.

• Yaşlıların bağımlılık problemi (bir başkasının yardımı olmadan yaşayamama)

• Uygun yaşam çevresinde yaşama hakkı.

• Ulus-devletlerin egemenlik alanı dışında, başka ülkelerde yaşanan tehlikelerin o ulus-devletin sınırları içinde yaşayanlar için risk oluşturması.

Ukrayna’daki Çernobil felaketi, Japonya’daki Fukuşima nükleer santralinde yaşanan kaza, küresel ısınma gibi. Bir başka devletin veya diğer devletlerin yarattığı tehlikelerden kaynaklanan risk ve sağlık sorunlarının maliyetinin sorumluluğu olan devletler tarafından değil de riske maruz kalan devletlerin sosyal güvenlik sistemlerince karşılanıyor olması adil değildir. Aynı şeyi küresel ısınma/ iklim değişikliği için de söyleyebiliriz.

Dayanışmanın eski mekanizması sosyal sigorta sistemine dayanıyordu. Dolayısıyla refah devleti anlayışı bir tür sigortacı toplumla özdeşleşmiştir. Oysa artık çalışma hayatının koşullarında meydana gelen değişim, yoksulluğun yeni biçimlerinin ortaya çıkışı gibi nedenlerle sosyal güvenlikle dayanışma arasında bir ayırım yaşandığını ve sigortacı dayanışma anlayışının riskleri karşılamada yetersiz kaldığını görüyoruz. Sosyal güvenliğin ortaya çıkışındaki varsayım oldukça geniş bir sorun yelpazesini homojen bir risk kategorisi altında toplamaya dayanıyordu. Ancak riskleri homojenleştirerek sigortalama, çağdaş yaşamda ortaya çıkan yeni riskler karşısında artık yeterli olmuyor.

YENİ BİR SOSYAL DEVLET ÇERÇEVESİ - GELENEKSEL “SOSYAL HAK” KAVRAMININ YENİDEN TANIMLANMASI İHTİYACI

Geleneksel “SOSYAL HAK” kavramı kısa süreli işsizlik, hastalık gibi geçici nitelikteki risklerden doğan zararları/harcamaları karşılamaktadır. Bu kavram yukarıda saydığımız kitlesel ve uzun süreli işsizlik, dışlanma gibi sorunları çözmekte yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle “SOSYAL HAK” kavramının günün ihtiyaçlarına göre yeniden tanımlanması gerekmektedir. Dünyada bu yönde bir arayış vardır.

Dışlanma, Uzun Süreli İşsizlik genellikle kalıcı durumlardır ve sosyal sigorta alanının dışında kalmaktadırlar. Yaşlıların Bağımlılık Problemi ve Uygun Yaşam Çevresinde Yaşama Hakkı da benzer örneklerdir. Bugün nüfusun yaşlanması ve aile yapısındaki dönüşümler nedeniyle çok sayıda yaşlı insan kendi işini göremez durumdadır. Ancak bugünün sosyal sigorta anlayışı bu sorunu bir risk olarak görmez çünkü bağımlılık problemi geçici bir olgu değildir.

Günümüzde “RİSK” kavramı hala önemini korumaktadır. Yaşadığımız toplum RİSK TOPLUMU’dur. Ancak artık riskler bireysel olmaktan çıkıp kitlesel hale dönüşmüştür. RİSK kavramının kapsamı çok genişlemiştir. Örneğin “güçsüzlük” normal şartlarda risk olarak isimlendirilmez. Ancak sosyal devlette bu da risk olarak değerlendirilmek zorundadır. Ayrıca biraz önce belirttiğimiz gibi bugün tek tek bireyleri değil, tüm toplumu, hatta tüm insanlığı tehdit eden riskler söz konusudur. Çevreye verilen zararlar, nükleer kazalar, deprem, tsunami, küresel ısınma, Covid-19 süreci gibi risklerin bu şekilde kollektifleşmesi sigorta tekniğinin gücünün yetersiz kalmasına yol açmaktadır. Artık sosyal güvenlik sosyal alanın tamamı değildir.

Tıpta meydana gelen gelişmeler sonucunda ömrün uzaması, ortalama yaşam beklentisinin yükselmesi, yaşlı nüfusun oransal olarak artması, tam istihdam varsayımına dayalı refah devletinin çalışanları bireysel ve geçici risklere karşı sigortalayan prime dayalı sosyal güvenlik sistemlerini sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır.

Bütün bunlar daha güçlü sosyal güvenlik sistemlerine duyulan ihtiyacı artırırken neoliberal politikalar bunun karşısına çözüm olarak özel emeklilik sistemlerini koymuş ve Devletin vergi politikalarıyla bu sistemleri desteklemesini istemiştir. Türkiye’de de bu anlayış uygulama alanı bulmuş ve Devlet özel emeklilik sistemine giderek artan ölçüde vergi teşvikleri vermiştir. Ancak bunların hiçbiri derde deva olmayacaktır. Yapılması gereken bir ULUSAL DAYANIŞMA MODELİ’nin ortaya konulmasıdır. Öte yandan sosyal güvenlik sistemlerinin güçlendirilmesi ve yeni risklerin getireceği maliyetleri karşılaması konusunda uluslararası işbirliğine ihtiyaç vardır. Türkiye bu işbirliğinin öncüsü olma konusunda bir rol üstlenebilir. Bütün insanlık için tehlike arz eden nükleer kazalar, küresel ısınma, tsunami, Covid-19 gibi olayların yarattığı risklerin bunlara sebep olmayan ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerinin sorumluluğuna bırakılması kabul edilemez.

Zira meselenin ekonomik boyutu da vardır. Nükleer kazalara, küresel ısınmaya neden olan ülkeler bu olaylarda sorumluluğu olmayan ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerinde yarattığı maliyet artışlarını karşılamak zorunda olmalıdır. Bu maliyetlerin, sorumluluğu olmayan ülkelerin sırtına bırakılması o ülkelerin ekonomik büyümelerini engelleyici bir etki yaratmaktadır. Türkiye bu konuda OECD üzerinden bir uluslararası işbirliğinin yaratmanın öncüsü olabilir.

DEVLETİN YENİDEN KEŞFİ

Küreselleşmenin dünya ekonomilerinde ve gelir dağılımında yarattığı sorunlar kapsayıcı, sürdürülebilir büyümenin önemini artırmıştır. G7 ülkelerinin 2021’de İngiltere’nin Cornwall kentindeki zirvesinde kapsayıcı büyümenin önemi vurgulanmıştır. Bazı ekonomistler tarafından Refah Devleti 3.0 olarak isimlendirilen görüş artık büyümenin ne pahasına olursa olsun olanını değil, kapsayıcı olanını makbul buluyor. Bu gelişme en az Endüstri 4.0 ve Yeşil Ekonomi (Yeşil Mutabakat) kadar önemli. Eşitsizliği azaltacak, refahı artıracak, demokrasiyi güçlendirecek bir model. Bunların hepsi bir arada gerçekleşirse insan-toplum mutlu olacaktır. Biri olmadan diğerini iyileştirmek mümkün değildir.

Bilgi teknolojilerindeki gelişmeler, yapay zeka, robot teknolojisinin yükselişi, insaninternet ilişkisinin nesne- internet ilişkisine evrilmesi gibi başlıklarla ifade edebileceğimiz Endüstri 4.0 devrimi bir yandan olağanüstü bir dönüşümü gerçekleştirirken diğer yandan ülkelerin önüne yeni sorunlar koymaya adaydır.

Endüstri 4.0 ile insan emeğinin yerini giderek artan ölçüde robotların alacak olması emeğin açığa çıkması gibi insanlık tarihinde görülmemiş bir sonuca yol açacaktır. Emeğin açığa çıkmasını klasik bir işsizlik olarak görerek sosyal güvenlik sistemleri ile çözmeyi düşünmek mümkün değildir. Böyle bir gelişme karşısında ülkeler vatandaşlık geliri uygulamasına geçmek zorunda kalacaklardır. Bu 1929 Dünya Ekonomik Buhranından sonra uygulamaya koyulan Keynesyen politikaları çağrıştırmaktadır. Nedenleri 1929’dan farklı olsa da vatandaşlık geliri ekonomide talep yaratan bir unsur olacaktır.

Teknolojideki gelişmeler nedeniyle işsizliğin artmasını önlemek için devletlerin otomasyon kullanımını sınırlandırması gerektiği yönünde görüşler ileri sürülmekte ise de gelişmelerin hangi yönde olacağı şimdiden öngörülememektedir. Ancak şu bir gerçek: Neoliberal politikaların Devleti konumlandırdığı model çökmek üzeredir. Piyasa ekonomisi yine olacaktır. Ancak bu ekonomide Devletin görevleri eskisinden farklı olacaktır.

DEMOKRASİ YOKSA BÜYÜME DE YOK

SONUÇ

2008-2009 Dünya Ekonomik Krizi neoliberal ekonomi politikalarının yarattığı bir krizdir. Bir dönemin sihirli formülü Adam Smith’in “görünmez eli”ne doğru atılan her adım ekonomik krizlerin nedenidir. Kamu müdahalesini dışlayan, devleti sadece düzenleyici ve denetleyici bir role indirgeyen liberal politikalar ülke ekonomilerini krize taşırlar. Türkiye ekonomisinin tasarruf açığı, ithalata bağımlı imalat sanayii, fiziki sermaye yetersizliği, ortalama eğitim seviyesinin düşüklüğü, verimlilik sorunu, ülkeye gelen fonların sabit sermaye yatırımlarına yöneltilememesi gibi yapısal sorunları neoliberal ekonomi politikaları ile birleşince ekonomik krizlere karşı oldukça kırılgan bir yapı ortaya çıktı. Buradan çıkış, Devletin düzenleyici, denetleyici rolle yetinmemesini, yeni sorumluluklar üstlenmesini gerektirmektedir.

Türkiye bu sorunları son yıllarda Merkez Bankası’nın uyguladığı para politikası ile çözmek gibi bir yanlışlığın içerisindedir. Türkiye ekonomisini bir para politikası aracı olarak faizleri yükseltmek veya indirmek gibi bir ikilemin arasına sıkıştırmak, çözümü burada aramak çözümsüzlüktür. Enflasyon yükselirken faizleri yükseltmek, düşerken faizleri indirmek para politikasının doğal gereğidir (Tabi bugün tersi yapılmaktadır). Ancak para politikası her şeyin çaresi değildir. Bugün para politikasına kaldırabileceğinin üzerinde bir yük yüklenmiştir. Para politikasının bu yükü kaldırması mümkün değildir. Esas olan ekonomideki yapısal sorunları nasıl çözeceğimizdir. Sürdürülebilir yüksek büyümeyi nasıl sağlayacağımız, geliri nasıl adil dağıtacağımızdır.

2008-2009 Dünya Ekonomik Krizi ve Covid-19 Pandemi süreci Devletin önemini yeniden keşfetmemizi sağladı. Orta gelir tuzağındaki kişi başına düşen ortalama milli gelir sadece bir ekonomik parametre olarak düşünülmemeli, eğitime daha fazla kaynak ayrılması ve eğitimin niteliğinin iyileştirilmesi programlanmalıdır. Ülkenin düşük, orta-düşük ve orta-yüksek teknolojilerinin kullanıldığı bölgeleri elbette olacaktır. İstihdamın korunması açısından buna ihtiyaç da vardır. Ancak diğer yandan yirmi yıldır yüksek teknolojili ürün üretiminde ileri gidememiş olan imalat sanayiinde bir yapısal dönüşüm ihtiyacı da o kadar acildir. Bu durum bugüne kadar uygulanan Kalkınmada Öncelikli Yöreler ve teşvik politikalarının yanlışlığını göstermektedir. Teşvik politikaları bu çerçevede yeniden kurgulanmalıdır.

Büyük sermaye gerektiren, özel sektörün gücünü aşan teknoloji yatırımlarında Devlet doğrudan veya Kamu Özel Ortaklığı Modeli (KÖO) ile sorumluluk üstlenmelidir. Örneğin otomobilden cep telefonlarına kadar çeşitli ürünlerde kullanılan çipler dünyada bir-iki ülke (Tayvan, Çin) tarafından üretiliyor. Küresel otomobil endüstrisi 37 milyar dolarlık çip satın alırken, sadece ABD merkezli mobil telefon üreticisi bir şirket 56 milyar dolar değerinde çip satın alıyor. Son çip krizi ABD’de çip kullanan sanayii Asya’da üretim yaptırmak yerine kendi ülkelerinde üretmeyi düşünmelerine yol açtı. Türkiye’de bu tip teknoloji yoğun sanayiler ancak Devlet tarafından veya KÖO modeli ile kurulabilir. Ekonomik büyüme ile demokrasi arasında yakın bir ilişki olduğunu biliyoruz. Demokrasinin yokluğu büyümenin önündeki en büyük engeldir. Sürdürülebilir refah yaratan bir büyüme için demokratik kurumlar, demokrasinin seviyesi en az ekonomik kurumlar kadar önemlidir. Tekrar ifade edelim, DEMOKRASİ YOKSA BÜYÜME DE YOK.

Öte yandan Paris İklim Anlaşması – Yeşil Mutabakat 2050 yılı için karbon nötr bir dünya hedefliyor. Taraf ülkeler yüzyılın ortasına kadar sıfır emisyon hedefine ulaşma taahhüdünde bulunacaklar. Bu dönemde Yeşil Ekonomi politikaları uygulanacaktır. Türkiye de anlaşmaya taraf olduğuna göre bu politikaları uygulamak durumundadır. Yeşil Ekonomi politikasında Devlet sorumluluk üstlenmek zorundadır. Bir kısım yatırımlar bizzat Devlet tarafından veya KÖO Modeli çerçevesinde yapılacaktır. Yeşil Ekonomiyi Türkiye Ekonomisi açısından bir fırsat olarak görüyoruz.

Kaynak : www.istanbulgercegi.com - Dilfiraz Değerli

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları