Küba’da tedavisi esnasında, aynı lidere inanmanın gücünü bir kez daha gördüğünü belirten Sağ, “Che Guevara, tüm Küba halkının lideri çünkü halk ‘o bizim için mücadele etti’ diyor, olaya öyle bakıyor. Oysa bizde ülke lider çöplüğüne döndü. Kimi geliyor 30 sene kalıyor, kimi 3 gün sonra gidiyor. Takip etmek mümkün değil” diye konuştu.
İşte o röportaj:
»Arif Sağ deyince akla halkın sanatçısı kavramı gelir. Ancak galiba kavramları sorgulamak için doğru bir dönemden geçiyoruz. Halkın sanatçısı olmak, bugünün Türkiye toplumunu göz önünde bulundurduğunuzda, sizin için ne anlam ifade ediyor? Hani gereklilikleri beraberinde getiriyor?
Benim için halkın sanatçısı olmak, halkın koruyuculuğunu yapmaktır. Bir tarafta halkın koruyuculuğunu yapan sanatçı vardır, bir tarafta da halkı pazarlayan sanatçı vardır. Bugün Türkiye, halk sanatçısı adı altına, varoşta yaşayanın fakirliğini, kültürel yapısını, hayata bakışını şiire, şarkıya dönüştürüp meta halinde pazarlama yolunu seçenlerle dolu. Oysa halk gibi düşünmek, halktan yana ve onun adına düşünmeye ihtiyaç var.
Bir diğer kriterim de kişinin devletin sanatçısı olmaması. Ben bu nedenle devlet sanatçılığı unvanını kabul etmedim. Devletin sanatçısı olan halkın sanatçısı olamaz. Devlet üzecek, dövecek, hapse atacak, işkence edecek, sen de bunun karşılığında hak ettiniz mi diyeceksin?
»Neden sanatçıya özellikle koruyuculuk vasfını yüklüyorsunuz? Bireyi önceleyen, koruyan bir yapıdan giderek uzaklaştığımız için mi yoksa başka bir nedeni mi var?
Feodal yapının her şeye rağmen koruyucu bir tarafı vardı. Feodalizm ne kadar kötü de olsa, köyde insanlar birlikte yaşıyorlardı ama birbirlerini koruyorlardı da. Birbirlerine borç veriyorlardı, imece usulü vardı. Ama son 50 yılda Türkiye’nin büyük bir çoğunluğu kente göçtü ve kentte bambaşka değerler dayatıldı bu insanlara. Kentte borç almak mümkün mü, herkes kendi karnını zor doyuruyor. Kentte insanların dayanışması da yok oldu. Çünkü birey, tanımadığı insanlarla karşı karşıya geldi. Erzurum köylüsü ile İzmir köylüsünün ne kültürü, ne lehçesi, ne inancı ne de yemeği benzer. İşte bu noktada gecekondu, varoş ya da arabesk dediğimiz, dayatılan bir kültürle karşı karşıya kaldı. Mesela varoşta yaşayan kızlar sokakta kavga etmesi gerektiğini, makyajın en koyusunu yapması gerektiğini, erkekler çifte tabancayla gezmesi ya da sokakta kadın öldürmesi gerektiğini sanıyor. Olması gerekenin bu olduğunu sanıyor. Ve bunun karşısında ne yazık ki Türkiye’de sanatçılar; buna yazar, ressam, şair müzisyen, tiyatrocu hepsi dahil, bu yeni kentliye yönelik sanat üretmedi, üretmiyor. Yeni kentli için resim ne demektir, yeni kentliye hangi romanı okutacağız, içeriğine ne koyacağız, nasıl faydalı olacağız bunu kimse düşünmedi. Yanlış anlaşılmasın, eleştirmek için söylemiyorum ama “İnce Memed” köylüydü, yeni kentlinin romanı değildi o. Pir Sultan Abdal’ın deyişlerinin de yeni kentliyle alakası yok, onlar bir mücadelenin ürünü. Yılmaz Güney filmlerinde de yeni kentli yok, feodal toplumun kendi yaşamı var. Demek istediğim Türkiye nüfusu köyden kente taşındı ama onların bir sanatı yok.
»Diyorsunuz ki, toplumsal gerçekçi ürünler yeni kentlinin gerçeğini yansıtmıyor. Yani kadın cinayetlerine ilişkin sanatsal üretimin olmaması nedeniyle bu cinayetlerin önü alınamıyor. Yüzü mor makyajlı tuhaf fotoğrafları saymazsak tabii ki saymayalım.
Elbette. Adam kadını sokakta öldürdü, neden? Kadına şiddeti önlemek için sanat adına ne yapabiliriz? Bunu anlatan, sorgulayan hiçbir sanatsal ürün yok.
»Sanatçının, halkın koruyuculuğunu yapma misyonunu yeni kentli üzerinden anlattığınız için bu özelde soruyorum, yeni kentlinin koruyuculuğunu nasıl yapar, yapmalı sanatçı?
Yeni kentli bir genç kadın, gecenin bir yarısı otobüsten indi, ara sokaktan geçip evine gidecek. Peki gidebilecek mi, gidemeyecek mi?
»Bu yanıt yeterince açıklayıcı oldu. Geçmişte milletvekilliği yaptınız, şimdi olsa hangi alanlarda çalışırdınız, yapamadığınız neyi yapmak isterdiniz?
Hiçbir şey. Siyaset yapanların hiçbir şey yapabilme olanağı yok bugün Türkiye’de. Çünkü siyasetin alanı yok. Sen halkın seçtiği birisi değilsin ki, parti başkanının lütfuyla o noktaya gelmiş birisin. Milletvekili olsan ne olur, olmasan ne olur, senin vereceğin bir karar yok. Elini kaldırmak indirmek, o kadar. Biz oy verenler de kime neden oy verdiklerini bilmiyorlar çünkü kendileri seçmiyorlar, partinin başındaki seçiyor. Demokrasi böyle bir şey değil. Demokrasi sandık demek değildir. Güvenmektir, inanmaktır. İnsanın insana inanması diye bir şey vardır. İnanmak sadece dinsel anlamda inanmak değildir. Aksi takdirde kültürel çöküntüye uğrarsınız.
»Söylediğiniz çok güzel, insanın insana inancını yitirmesinin getirdiği çöküntü. Bugün, bu çöküntü, neleri beraberinde sürüklüyor?
Aile olamıyoruz artık. Türkiye’de yaşayan çocukların büyük bir bölümünün annesi babası ayrı. Ve o çocuklar bir süre sonra iki anneli iki babalı çocuklar oluyor ebeveynleri evlenince. Sonra, devlete de güvenmiyoruz. Eskiden halk bir devlet görevlisi gördüğünde ayağa kalkar saygılı olurdu. Şimdi sırtını dönüyor. Daha başka, eğitim sistemi adam üretemiyor, bilim dünyası ilaç üretemiyor, daha ne olsun.
»İlaç demişken, yakın zamanda döndüğünüz Küba deneyiminize ilişkin bizimle neyi paylaşmak istersiniz?
Küba’da devlet vatandaşının tüm gereklerini aslanlar gibi yerine getiriyor, vatandaşa da işini yapmak düşüyor, olay bu. Okumamış adam yok Küba’da. Taksiye biniyorsunuz, taksici yüksek mühendis. Biliyorsunuz pek çok alanda ilaç üretiyorlar, burada 2 bin 700 dolara satılan bir aşı orda 30 dolar, kendi halkına da bedava. Bir de dışardan herkesi tedavi etmiyorlar, ellerindeki ilaçlar işe yarayacaksa çağırıyorlar, sahtekarlık yapmıyorlar yani. Tabii bu noktada beğenin veya beğenmeyin, ideolojik birliğin önemi ortaya çıkıyor. Aynı lidere inanmanın gücü… Che Guevara, tüm Küba halkının lideri çünkü halk “o bizim için mücadele etti” diyor, olaya öyle bakıyor. Oysa bizde sağ lider, sol lider, orta lider… Bu ülke bir lider çöplüğüne döndü. Kimi geliyor 30 sene kalıyor, kimi 3 gün sonra gidiyor. Takip etmek mümkün değil.
»Yıllardır telif hakları konusunda mücadele ediyorsunuz? Bugün hangi aşamaya geldiniz?
Biz devlete hala şunu anlatmaya çalışıyoruz: Mal benim, müsaade et iznini ben vereyim, pazarlığını ben yapayım. Ama öyle değil, devlet veriyor kararını. Kendi eserinden olan hakkını almak için mahkemelerde sürünüyor sanatçılar. Şu an bizim devletten 400 milyon alacağımız var ve bu rakam git gide artıyor. Sanatçılar evlerine ekmek götüremiyor, çünkü devlet sanatçıların ekmeğine el koyuyor.
»Türkiye’nin yanlış politikaların bedelini en ağır biçimde ödemeye hazırladığı günlere girmiş bulunuyoruz. Görmek isteyen gözler için sokaklarda dilenen, Türkiyeli veya Suriyeli çocuklar, çöp karıştıran yaşlı insanlar, ağırlıklı olarak ekonomik suçlarla dolup taşan cezaevleri ve daha nice trajik hikayeler. Gördükleriniz size ne hissettiriyor?
Suriyeliler meselesinde, bu çocuklardan rahatsız olanlar kadar bunları kullananlar da var. Yarın da vatandaşlık verip kullanacak, oy isteyecek. Elbette dışardan gelen misafir kucak açmalıyız, iyilik yapmalıyız bu bizim görevimiz. Evet beni rahatsız eden, üzüldüğüm çok şey var. Ben kendi evimde yaşıyorum, kendime göre gelirim de yerinde, muhtaç da değilim ama ben kafamı pencereden çıkardığımda sokakta milyonlarca muhtaç insan görüyorum. Bu saatten sonra nasıl gönül rahatlığıyla yemek yiyeyim?