- Aslında eski bayramları da anlatabilirsiniz...
- Bak hala bayram diyor. Uslu dursana!
Konu yaş olunca, mimarlıkla yaşın bağlantısını danışıyorum. Eser bırakan mimarların çoğunun oldukça yaş almış kişiler olduğunu söylüyorum, Kanadalı yıldız mimar, 85 yaşındaki Frank Gehry’yi örnek olarak sunuyorum. “Ona yazın lütfen, gençliğinin kıymetini bilsin” çıkışı ortamı neşelendiriyor.
Bu arada kahvelerimiz geliyor, Aydın Bey sabah içtiği için, zor bela ufak bir kahve koparıyor.
- 8... 9... 10 Nakavt!
Haberlere hiç bakmıyormuş. Gündeme dair soruları pas geçtiğinde, geçmişe dönüp Gezi Parkı’nı soruyorum, “Duydum ama okumak sinirime dokunuyor okumadım. Okumak nefret veriyor. Okumuyorum” diyor. Şu çıkışı biraz burukluk veriyor: “Okumam lazım; bu, bir borç ama giderayak bu hatıralarla gitmek istemiyorum.”
- Pardon bir şey soracağım... Eski bayramlar nasıldı?
- Oğlum bak git...
Karşıda Boğaz olunca konuşmamak olmaz. “Şehirler toplumların çehresidir. O şehir o toplumun kendi suratına dönüşür. Çirkinleştik, ruhumuz çirkinleşti” diyor.
Çamlıca’ya yapılan camiyi sorunca, “Projeyi görmedim” diyor önce, “Sultanahmet’in büyütülmüşü” hatırlatmasını yaptığımda, “Ayıptır. Her devrin kendi mimarisi vardır. İlla tarihten görüntüleri alarak, çalarak, eser ortaya koymaya çalışmak olmaz” deyip yine masaya vuruyor.
Sabırsızlanıyor, yemeğe gitmemiz gerektiğini söylüyor. Yardımcısı Mehmet Bey’e “Boğaz’da gittiğimiz meyhane hangisiydi” diye soruyor, “Set Balık” cevabıyla dönüp, “Oraya gidelim. Yani tanıdığımız bir yere gidelim de nazımız geçsin. Nazım Hilton’da geçmez. Tanıdık garsona rastlarsam geçer. Ama burada yukarıdan aşağı hepsi tanıdık...” deyip göz kırpıyor.
- Eskiden de kahvenin 40 yıl hatırı var mıydı?
- Barış süreci geçici, hemen şımarma...
Çıkıp gidiyoruz. Burası 1967 yılında Nüzhet İşeri’nin açtığı bir balık lokantası. Günümüzde oldukça meşhur olsa da ilk açıldığında ufacık bir yer olan Set Balık’ta
Aydın Boysan en eski müdavim. Zaten adımını attığında herkes onunla fotoğraf çektirmek için kuyruğa giriyor. İlgiye güler yüzle karşılık verip herkesle sohbet ediyor. Şu anda Ferda İşeri işletiyor dükkânı. Yakın ilgi gösteriyor. Boysan bunu, meyhanecinin babasını tanımanın güzelliği olarak niteliyor.
Masada bu kez değişen siluet karşımızda: Üçüncü köprü. Köprüye bir şey demiyor. “Neden. Çünkü ‘Yapılmasın’ demekle olmuyor. Birinci köprüden önce 50 yıl söylendi. Engel olunamadı. Denizi kullanma dediğiniz doğrudur da maalesef bu lafı anlatamazsınız” diyor.
BELAYA KARŞI KOYDUM,
100 YAŞINA YAKLAŞTIM
- Eski bayramlarda trafik nasıldı?
- Akıllı sür iblis...
Rakı değil beyaz şarap içiyor. İlk yudumda yüzü gülüyor. Bayramlara dönüyoruz. Laf olsun diye ama. Aydın Boysan’a “Bize eski bayramları anlatır mısınız?” sorusunu ilk sormalarının üzerinden yaklaşık 50 sene geçmiş: “Ne zaman başladıklarını unuttum. 50 yaşımdan sonra hep sordular.” Eski bayramlara, değişen komşuluk ilişkilerine, kaybolan İstanbulluluk kimliğine, kalabalıklaşan, çirkinleşen İstanbul’a, hatta çocukların artık küfür bile öğrenemediğine bozuluyor.
Laf lafı açarken, bir sekansta hayatını anlatıp, nasihat ediyor. Önemli: “Ya ben iki akciğer kanseri ameliyatından kurtuldum. Öldürücü kanser ameliyatları. Şaka değil. Çok belalar yaşadım, mızmızlanmadım. Çırpındım. Üç yaş küçük erkek kardeşim 23 yaşında veremden öldü be. Başıma bir şey gelince sabırla, kafayı çalıştırarak atlattım. Ezilseydim bu hadiseler karşısında zaten yoktum. Ama 100 yaşına yaklaşmamın sebebi karşı koymayı başarmaktandır. Siz de unutmayın ha. Bela gelirse karşı koyun. Onu yapın. Kolay değil ama güçsüz olan da gidiyor. Onların hepsi öbür tarafta şimdi. Ben daha buradayım ha!”
Mekân sahibi Ferda Bey yanımıza geldiğinde “Pederi hatırlayınca hep yüreğim oynuyor yahu” diye ünlüyor. Bize, “Ne istiyorsanız söyleyin”, Ferda Bey’e dönüp de “Sen ne yakıştırıyorsan yap” diyor.
Marmara Denizi’nde ne varsa geliyor. O sırada bir de kedi uğruyor Aydın Boysan’ın olduğu cam kenarına. Besliyor kediyi. “Meyhane kedisi bunlar. Üniversite mezunu gibi bir şey bu” diyor. Hayvanlara değiniyor “Hayvanlarda da insanlık vardır ha. Mesela kediler insanlara yakındır” diyerek. Kedi için nankör denilmesini hatırlatınca “O da insanlıktır” cevabını veriyor. Karnını doyurunca kedi uzaklaşıyor. Ama Boysan’ın cevabı hazır: “Doydu gitti namussuz. Bu kadar yakınlık gösterdim anlamadı. Aslında kediler güzel kızlara benzer ha. Yakın gözükürler, sonrası yok!”
Saat 5’e yaklaşırken Aydın Bey yavaş yavaş yoruluyor ama zaten yemeğin de sonuna geliyoruz. Mekâna gelirken yaşanan ilgi tekrarlanıyor, Aydın Bey bizi uğurlarken, 43’üncü kitabının çalışmalarını yapmak için evine doğru yol alıyor.
ÜÇ BÜYÜK B DİNLERİM
- Önümüzdeki bayram gel de sana eski bayramları anlatayım...
Aydın Boysan, kendi çizdiği cep ajandasına göre yaşıyor hayatını. “Bu benim elim ayağım” dediği, sistematiği harika olan –tek bir kağıdı 7 güne bölüp, katlayarak cep boyutuna getiriyor- ajandasında eğer o güne dair hiçbir şey yoksa yazı yazmaya ayırıyor vaktini: “Klasik müzik dinlerim yazarken. Üç büyük B dinlerim ben. Beethoven, Brahms, Bach!” Odası, bitkilerine kendisinin baktığı bir bahçeye bakıyor. Huzurlu bir ortam. Yazdığı 42 kitabın önemli kısmını burada kaleme almış. Son kitabı geliyor. Yakında raflarda olacak. Bilgisayar kullanmayı mimarlıktan sonra bırakmış. Elle yazıyor ne yazacaksa. Yazısı düşündüğümüz gibi güzel değil ama: “Hâlâ el yazısı yazıyorum ama yazdığımı benden başkası okuyamıyor.”
- Ejjki bay...Ben artık ijjmesem...
BAĞDADİ'YLE ANLAŞAMAYIZ BİZ
Televizyon izlemeyen, bilgisayar kullanmayan Aydın Boysan, gündemi nasıl takip ediyor peki? Etmiyormuş. IŞİD’i sorduğumda “Duyuyorum öyle bir şey ama ne olduğundan haberim yok” diyor. IŞİD’i, kendisini halife ilan eden Ebubekir El Bağdadi’yi anlatıp, masaya otursa onu ikna edebilir mi diye soruyorum. Diyor ki: “Ne ben onu ikna edebilirim ne de o beni. Çünkü düşünmez kafa bu.”
Ülkenin durumundan hiç memnun değil. Tanık olduğu en kötü Türkiye’nin bu olduğunu düşünüyor. En iyisi 30’lu yıllarmış ona göre. “O dönemde yokluk, yaşam sıkıntıları anlatılır ama” derken cümlemi kesiyor: “Evet ama! Türkiye’de aydın kafalar uygarlığı yürütüyordu. Bu fark vardı. Devletin başında Atatürk vardı, Atatürkçüler vardı. Artık o yok.” İlkokulda başörtüsünün serbest olmasına ise kızıyor: “Kaç heceli cevap istersin? Tek heceli dersen ‘Çüş’, iki heceli dersen ‘Oha’ diyeceğim. Ötesini söylemeyeyim.”
Bir örnek de Samatya’dan: “1930’da Narlıkapı’da tiyatro vardı. Shakespeare ve Molière oynardı. Tiyatro yaşıyordu, sanki başka memlekete geldik yahu.” Ne zaman bu hisse kapıldığını merak ediyorum. “20-30 sene önce” cevabını veriyor.
Burak Kuru - Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu - Hürriyet