Prof. Dr. Korkut Boratav: Başkanlık rejimine geçişin önlenmesi kritik bir kazanımdır. Cumhuriyet değerlerine yapılan saldırının da, siyasi İslamcılığa angaje olanların dışında herkesi birleştirmesi gerekir.
Prof. Dr. Korkut Boratav: 'Kriz gelir Erdoğan gider' beklentisi yanlıştır. Krizler iktidarları otomatik olarak değiştirmez; hatta halk sınıflarının örgütsüz, zayıf olduğu, işsizliğin, sefaletin yaygınlaştığı ortamlarda baskıcı rejimleri güçlendirebilir. “İnsan insanın kurdu” olabilir. Komşular rakip görülür; ihbarcılık yaygınlaşır. Emperyalizme umut bağlamak şaşkınlıktır. Mülkiyet haklarının güvence altında olması yeter; uluslararası sermayenin bir demokrasi önceliği yoktur. Önemli olan her aşamada artan baskılara karşı mücadele etmektir.
Türkiye, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından girilen OHAL sürecinde hızla ekonomik, siyasal ve sosyal bir krize doğru sürükleniyor. Temel hak ve özgürlüklerin askıya alındığı, seçilmişlerin, gazetecilerin tutuklandığı bir ortamda AB ile ilişkilerin kopma noktasına gelmesi ve dolardaki hızlı yükseliş, tedirginlikleri artırdı. Bu durum, aynı zamanda iktidarın, yabancı sermaye yatırımlarının devamlılığının sağlanması için, OHAL uygulamalarına devam edemeyeceği yönündeki iyimser beklentilerin de hızla çöktüğü bir süreç oldu. Türkiye’nin önde gelen iktisatçılarından Prof. Dr. Korkut Boratav, yabancı sermayenin olası hareketleri olmak üzere ekonomik gelişmeleri ve bunun siyasi gelişmelere, muhalefete etkisini Cumhuriyet'ten Kemal Göktaş'a değerlendirdi.
İşte o röportaj:
- İki şeyi çok merak ediyoruz. Birincisi, bir krize doğru mu gidiyoruz? İkincisi doların bu yükselişi krizin habercisi mi?
Türkiye gibi ülkelere, bugünkü yaygın iktisat söyleminde “yükselen piyasa ekonomileri” deniliyor. Geleneksel söylemde bunlara “gelişmekte olan” veya “az gelişmiş ülkeler” denirdi. Ben, “çevre ekonomileri” terimini yeğliyorum. Tercih nedenim de şudur: Dünya ekonomisi emperyalist sistemin ekonomisidir. Bu sistemin ana özelliklerinden birisi kutuplaşmadır. Kutuplaşmanın iki ucu ve arada geçiş halindeki ülkeler ve ekonomiler vardır. Ama belirleyici özellik, egemen, güçlü bir merkez ile bağımlı çevre ekonomileri arasındaki kutuplaşmadır. Emperyalist sistemin özelliklerinden biri egemen, güçlü merkezin sermaye ihraç etmesidir. Bunu aşağı yukarı emperyalizmi ekonomik boyutlarıyla inceleyen bütün iktisatçılar vurgulamıştır. Sermayenin tekelleşmesi, finans sermeyenin öne geçmesi ve sermayenin ihraç edilmesi… İhraç, sistemin merkezinden çevresine doğru olur. Çevrede kapitalizm varsa, yerli kapitalistler sermayeyi ihraç da edebilir; ülkede de tutabilir. Ancak, çevre ekonomilerinin ana özelliği net sermaye ithal etmeleridir. O bakımdan Türkiye açık ve seçik bu konumdadır. Hangi yıla bakarsak bakalım, her yıl Türkiye’ye giren yabancı sermaye, Türkiyeli şirketlerin, bankaların ve bireylerin (rantiye diyelim) yurt dışına taşıdıkları sermayenin birkaç misli üstündedir. Kriz yılları haricinde, çünkü krizde tersine döner bu hareketler. Buna ilişkin çeşitli rakamlar verilebilir. Bu özelliğe bağlı ikinci bir göstergeye de bakabiliriz: Ödemeler dengesinin bir başka hesabı vardır. Faiz, kâr transferleri… Giren sermaye kâr faiz transferi yapmak ister, serbesti ister, engelleme istemez. Engelleme varsa girmez zaten. Türkiye’nin dışarıya yatırım yapan burjuvazisi de kar ve faiz gelirlerini ülke içine aktarmak ister. Bu sayılara bakın. Türkiye, son yıllarda her yıl 10 milyar doların üstünde, mesela 2015’de 14 milyar dolar civarında kar ve faiz transfer etmiştir ülke dışına. Aynı yıl, Türkiyeli aktörlerin ülke dışından aktardıkları faiz, kâr ise 4.5 milyar dolardır. Çünkü giren sermaye çıkan sermayeden fazla. Dolayısıyla Türkiye, sermaye girişlerine bir hayli bağımlı bir ekonomidir.
Bu ekonominin bir özelliği de sermaye ithalinin işlevsel olmasıdır. Niye? Sistematik olarak aşağı yukarı istisnasız kriz yıllarında bile Türkiye cari işlem açığı verdiği için. Bu açık ekonominin normal çalışması için dıştan gelen kaynağa ihtiyaç duyar. Dıştan gelen kaynak bu açığı kapatır. Biraz daha fazlasıyla kapatır. Gelir Türkiye’deki çeşitli yatırım araçlarına para bağlar. Borsaya bağlar, mevduata bağlar, bazen sabit sermayeye, sabit varlıklara, gayrimenkule veyahut borsadaki küçük yatırımlar dışında şirketleri satın alarak girer. Dolasıyla giren sermayenin işlevleri budur. Bakıyoruz rakamlara, Türkiye’de yabancı varlıkların milli gelire oranı yüzde 80’i aşmıştır.
- Yabancı sermaye yatırımlarının ekonominin krize girip girmemesinde tayin edici bir rolü var yani…
Türkiye'deki yabancıların finansal ve sabit varlıklarını toplayın, mesela son 10 yıla bakın, her yıl bu toplam oran olarak da artmaktadır. Yani Türkiye ekonomisinde giren sermaye şunu yapıyor: 1- Kar ve faiz elde edince dışarı transfer ediyor. Milli gelirin aşağı yukarı yüzde 2'si civarında dışarıya transfer ediliyor. 2- Transfer etmediği kar ve faizler Türkiye'deki varlıklarını artırıyor. Yani borsadaysa hisse senedini artırıyor, devlet tahviline para bağlamışsa faizlerini yeni tahvil alımına tahsis ediyor. Diyelim ki bir bankanın yüzde 60 hissesi ondadır. Kârlarıyla sermaye artırımını yapıyor. Türkiye ekonomisi finansal ve sabit servet bakımından giderek yabancılaşıyor. İlk soruya dönelim. Bir ekonomi cari açığının kapatılması gereksinimi dışında, yabancı sermayeye bağımlı hale gelmişse, bu varlıkların çıkması veya yabancı sermaye akımının yavaşlaması, durması, hatta tersine dönmesi ciddi, olumsuz sonuçlar verir. En dramatik sonuç, sermaye girişlerinin çıkışa dönüşmesi sonunda neoliberal dönemde patlak veren 4 kriz olmuştur. 19 94, 1998-99, 2001, 2008 – 2009.. Bu 4 kriz dönemlerinde aynı olayı görüyoruz.
- Bugün itibariyle yabancı sermayenin kaçış eğilimi var mı?
2015'de dünya ekonomisinde FED’in yarattığı belirsizlikler nedeniyle sermaye akımlarında bir yavaşlama oldu. 2015'deki bu yavaşlama 2016'nın başında geçiştirildi. FED faiz artımını biraz erteleyeceğinin sinyallerini verdi. Dünya ekonomisinde ve sermaye hareketlerinde yeniden bir canlanma başladı. Canlanma Türkiye'yi de etkiledi. Fakat Türkiye'de iki olay ters dönmeye yol açtı. Birincisi 15 Temmuz.. Temmuz ayında ödemeler dengesi rakamları net sermaye çıkışını ortaya koyuyor. Ağustos’ta yabancı yorumcular darbe girişiminin ekonomik sonuçlarının geçiştirildiğini söyledi. Bir çalkantıdan geçen çevre ülkesinde, sıcak para yatırımcıları fiyatlar uygun seviyeye gelince ülkeye girme kararı verir. Timothy Ash,, Türkiye'yi yakından izleyen bir bankerdir. 17 - 25 Aralık çalkantısından 2-3 ay geçtikten sonra, şu ifade ona aittir: 'Fiyatlar yeterince düştü, yani burnunuzu tıkayarak Türkiye'ye girmenin zamanıdır.' Yani diyor ki, kötü kokulara aldırmayın. İnsan hakları, yolsuzluklar filan bizi ilgilendirmez. Mühim olan rahatlıkla borsadan hisse senedi alabiliyor muyuz? Bankalarda hesap açabiliyor muyuz? Devlet tahvillerini satın alabiliyor muyuz?... İkincisi kârlarımızı rahatlıkla çıkabiliyor muyuz? Mühim olan budur, diyor. Temmuz'dan sonra da aynı demeci verdi. Dedi ki: ' Darbe ortamı geçmiştir, kısa zamanda yine fiyatlar düşecek, girme k zamanı gelecektir. Devlet sağlamdır. Tahvilleri güvencelidir. Onun için problem yok'. Ağustos’ta da sermaye girişleri canlandı.
- Ne oldu Ağustos'tan sonra?
Öyle anlaşıldı ki siyasi iktidar, hükümet ve Cumhurbaşkanı, bir darbe girişiminin sınırlarını aşan bir söylem uygulama geliştiriyor. Eylül'ün 23'ünde, Moody’s, Türkiye'nin kredi puanını çöp düzeyine indirdi. Moody’s internet sitesinde açıkça şu ifade yer alıyor: 'Hükümetin özel sektörde Gülen hareketiyle bağlantılı kurumlara dönük eylemleri, özel yatırımların korunması ve genel olarak yatırım ortamı üzerinde endişelere yol açarak ülkenin büyüme politikasını olumsuz etkileyebilir. Güvenlik riskleri ve iktidarın pekiştirme gereksinimine eklenen Anayasa değişikliği belirsizlikleri, kurumlarda zafiyete, dağınıklığa neden olabilecektir.' Moody’s ‘in muhatabı kısa vadeli fon yöneten sıcak para yatırımcılarıdır. Moody’s ile birlikte yanında 3 derecelendirme kuruluşundan ikisi Türkiye'nin puanını yatırım yapılamaz konumuna getirirse, büyük kurumsal yatırımcıların o ülkeye yatırım yapmamaları gerekir. Bu temel bir ilkedir. Büyük yatırımcılar, fon yöneten dev yatırım şirketleri, uluslararası kurumlar, mesela Dünya Bankası gibi kuruluşlar, Harvard gibi büyük üniversiteler .. Fonları finans şirketleri, bankalar tarafından yönetilir. Yatırımın asıl sahibi olan bireyler, şirketler veya kurumlar sorumlu tutarlar onu. 'Negatif puan almış bir ülkenin hisse senetlerini almaman gerekirdi.' derler. Onun için Moody’s şunu söylüyor: 'Ey yatırımları yöneten dev finansal kurumlar, Türkiye’de mülkiyet hakları güvence altında değildir. Ona göre dikkat edin.'
- Türkiye’nin yabancı sermaye yatırımları konusunda kredi derecelendirme kuruluşlarının rolü çok tartışılıyor. Bir yandan da AKP’nin 14 yıllık iktidarında ekonomide çok kötü bir hikaye de yaşanmaması ile bu durumun ilişkisi var mı?
Moody's, Standard and Poor's ve Fitch var. S&P’ye göre Türkiye yatırım yapılamaz konumdaydı, Fitch yatırım yapılabilir statüdeydi. Moody's çöpe dönünce üçünden ikisinin Türkiye puanı negatif oldu. Bu tedirginlik IMF’de bile var. IMF Ana Sözleşmesi’nin 4. maddeye bağlı olarak üye ülkelere her yıl ekonomik rapor hazırlarlanır. Bu yıl gelen heyetin raporunda da benzer bir endişe var: ' Maliye hesaplarında onay ve açıklık gereklidir. Kamu özel ortaklık portföyüne bağlı güvenceler Maliye’nin yükümlülükleri de artmaktadır.' Burada şöyle bir uyarı ortaya çıkıyor. Bizim ülkeye yatırım yapan finans çevreleri için en sağlam yatırım aracı devlet tahvilleridir. Yani, yüzde 9 – 10 civarında getiri getiren devlet tahvillerine para bağlarsanız, devletin batmayacağı kesin gözle algılanıyorsa, kamu hesapları fazla açık vermiyorsa, rahatlıkla yatırım yapabilirsiniz. Türkiye'nin AKP döneminde en çok itinayla izlediği politikalardan biri bütçe açıklarını frenlemek olmuştur. Bu doğrultudaki önlemlerin en önemlisi vergi yükünün, daha çok dolaylı vergilerle yüksek tutulmasıdır.
- Bu vergiler aslında eşitsizliği derinleştiren vergiler, değil mi?
Harcamaya dayanan, kolay toplanan ve düşük gelirlilere oransal olarak daha çok yüklenen vergileri yüksek tutarak kamu açığını sınırlı tutmuştur. IMF şimdi, zaman içinde ortaya bazı makyajların çıktığı algısını, uyarısını ifade ediyor.
- Makyaj dökülüyor yani...
Evet. Özellikle kamu özel ortaklıklarında Hazine’den çeşitli güvenceler veriliyor. Kredi güvenceleri, satış güvencesi… Bu güvencelerin Hazine'ye yüklediği miktar, bütçelere girmiyor. Dolayısıyla Türkiye bütçesinin gerçek açığı da makyaj edilmiş oluyor
- AB’nin de basına, milletvekillerine ve belediyelere yönelik uygulamalarla ilgili uyarıları var. Bunlar yatırımcıyı etkilemiyor mu?
Bunlar, bezirgan kafalı, sıcak para yöneten bankerleri doğrudan ilgilendirmez ama buradan şu soruya geliyoruz: Türkiye nereye gitmek istiyor? Büyük bir siyaset kayması başka çöküntüler getirir. Mülkiyet hakları sorununu yeniden gündeme getirir. Bu söylemler de da açıkçası Türkiye'nin şu anda finans kapital açısından fazla güvenilir bir ortam sağlamadığının sinyallerini veriyor. Sermaye hareketleri açısından ne oldu? Temmuz’daki çıkış, Ağustos'ta telafi edildi fakat Eylül’de yabancı sermaye 2.7 milyar dolarlık net çıkış gösterdi. Dikkat edin; girişte yavaşlama değil, net çıkış...
- Kaçış başladı mı yani?
12 ay öncesine bakın. Yarım milyar dolar sermaye girişi var. Fazla değil ama pozitif giriş. Net sermaye çıkışları sürerse ne olur? Türkiye'nin başına 2008 ve 2009'da ne geldi, hatırlatalım.
- Teğet geçti denildi o kriz için...
Başbakan Erdoğan 'teğet geçti' dedi. Teğet geçti söylemi de ekonomi medyasının zafiyetinden ötürü doğruymuş gibi algılandı. Şimdi size gerçek sayıları söyleyeceğim. Kriz Türkiye'yi Ekim 2008'de vurur. Yani net sermaye çıkışı 2008'in son 3 ayında başlar ve 2009'un da ilk 9 ayında devam eder. 12 aylık bu dönemde Türkiye'den 10.9 milyar dolar yabancı sermaye net çıkış göstermiştir. Peki önceki 12 ayda ise 75.7 milyar dolar net giriş vardır. Türkiye'deki gibi bir ekonominin krizlerden nasıl etkilendiğinin tipik örneği burada. 75.7 milyar dolarlık giriş, 10.8 milyar dolarlık çıkışa dönüşüyor. Toplayın ikisini, aşağı yukarı 87 milyar dolar civarında bir şok getiriyor ekonomiye. Sermaye hareketlerinde tersine dönüşün ima ettiği şokun büyüklüğü, 2008 milli gelirinin yüzde 10.4’ü oranındadır. Çok sert bir şok. Sonuç, 2008’in son 3 ayı ile 2009’un ilk 9 ayının milli gelir rakamlarını bakın, 12 ay öncesinin rakamları ile mukayese edin, 7.9 oranında küçülmedir. İşte Tayyip Erdoğan’ın 'teğet geçti' vurgulamasının yanlışlığını iki yılın uygun aylarına baktığınız zaman, şokun büyüklüğü ile birlikte görüyorsunuz…
- Peki ama biz gündelik hayatta bunu hissetmedik herhalde. 2001 kadar hissedilmedi ya da...
Çünkü finansal sistemi, bankaları sarsmadı. Mesela 2001 krizinin hemen arifesinde bankaların yabancı bankalara olan borçları Hazine güvencesi altına alındı. O kriz, finansal sistemi bankaları sarsmıştı. 2008-2009 krizi, finansal çöküntüye yansımadı. İşsizlik arttı; istatistiklere yansıdı ama yumuşak yansıdı. O iki yılda tarıma çok fazla göç veriyor Türkiye. Yani işsizlerin önemli bir bölümü köye geçince tarımsal istihdam artmış görünüyor. Şehirdeyken ev kadını olan kadın, tarıma ailesiyle beraber geçince istihdamda görünür. Medyanın söyleminde de kriz olgularının tam algılanmadığını biliyoruz. 2009 Mayıs’ta Başbakan'ın söylemine rağmen krizin sertliği algılandığı için IMF’yle müzakereye başladı hükümet. Tam bir anlaşmanın eşiğindeyken FED’in ve Avrupa Merkez Bankası'nın likidite genişlemesi Ekim 2009'da Türkiye’yi rahatlattı. Yani kriz algılaması hafiftir ama nesnel olgular ağırdır.
- Bugün peki ….
2016'nın ilk 9 ayında giriş ve çıkışları bir araya toplarsanız, hala önceki yıla göre yüzde 11 civarında yabancı sermaye hareketlerinde azalma var. Net çıkış sadece temmuz ve eylülde algılanıyor. Bütün mesele şu. Bu çıkış, eksi akım, ne kadar devam edecek ve ne kadar sert olacak? Yabancı sermaye girişi, azalarak devam ederse büyük bir şok yaratmaz. Örneğin 2015’de 37 milyar dolar yabancı sermaye girişi var; bir önceki yılda ise 51 milyar dolar gerçekleşmiş. Azalma var; fakat bunu telafi eden olgular çıktı. Mesela petrol fiyatları düştü. Dolayısıyla sermaye akımlarındaki yavaşlama ağır bir şok olarak hissedilmedi. Ama Eylül 2016’daki gibi pozitif akım eksiye dönerse o zaman başımız ağrıyacaktır.
Neye bağlı bu? AB dondurursa ilişkileri…
Aşağı yukarı biliyoruz ki bu yılın son 3 ayı küçülme ayları olacaktır. Aşağı yukarı biliyoruz. Eylül sanayi üretimi verisi işte yüzde 4,2 düşmüştür. İlk 9 ayın sanayi üretimin büyüme hızı yüzde 1.8’dir. Sanayinin büyüme temposu genellikle milli gelirden yüksektirİlk 9 ayı, diyorum, ancak yüzde 1.5 büyüme ile tamamlayacağız. Ama biraz önce verdiğim Eylül’deki yabancı sermaye çıkışları, döviz hareketlerinden algılıyoruz ki, devam etmektedir. O zaman son 3 ay küçülme olacak… 12 ayın bilançosu ne olur? ‘2009’da başlamış, 2008’in Ekim’inde son bulan şokun bir benzeri başladı mı acaba’ sorusu aklımıza gelecek. Yani 2008’den 2016’ya, 8 yıl arayla yeni bir kriz gündemde midir? Net sermaye çıkışı 2017’nin içinde de devam ederse, bugünkü küçülme sert bir krize dönüşebilir.
- Daha fazla olur mu, olmaz mı, ona şimdi nedir o öngörüler?
Bir kere, Türkiye’nin dışında, dünya ekonomisinde ve dünya siyasetinde de tedirginlik var. Brexit şoku hafif atlatıldı. Trump’ın gelişi bizim coğrafyaya sert yansıdı. Dikkat edin Trump’tan sonra ABD borsası rekor kırdı.
- Onun nedeni nedir? Trump’ın kamu harcamalarına ağırlık verecek olması mı?
Doğru tespit. Trump Cumhuriyetçi Parti’nin kemer sıkmacı kanadının söylemini kabul etmiyor. Bütçe açığı iki kanaldan artacak… Vergileri düşüreceğim diyor, bunu Cumhuriyetçi sağ zaten onaylar. Ama, ilaveten alt yapı harcamalarını da yükselteceğim diyor. Bu iki kanattan bütçe açığını yukarı çeker . İlginç bir şekilde Reagan’ın da yaptığı buydu. Sağcıların zaman zaman Keynesçi politikalara yöneliverdiğini gösteren bir örnektir.
- Aslında sosyal demokrasiye yakın bir şey değil mi?
Sosyal demokrasiden farkı şu: Zenginlerin, şirketlerin ve varlıklıların vergilerini düşürüyor. Sosyal demokrat Keynes akımında, yüksek gelir gruplarının harcama eğilimi de düşük olduğu için onlara yapılan vergi kıyağı tüketime yansımaz. Neo-liberal akım ise, ‘ama yatırım şevkini coşturabilir’ diyor. Bu tartışmayı bir yana bırakalım. Ama sonuçta, artan bütçe açığı sayesinde büyüyecek bir ekonomi beklentisi, borsayı coşturuyor; doların da güçlenmesini gerektiriyor. Trump, Merkez bankasının faiz yükseltmesine de karşı çıkmıyor. Faizler yükselecek, sıkı para politikası açık bütçe ile birleşecek; Obama’nın finans sistemine getirdiği kısıtlamalar kalkacak. Şimdi bu senaryo, ABD ekonomisi için iyimserlik yaratıyor. Yatırımcılar tahvillerini satarak hisse senetlerine geçiyorlar.
- Peki bizi niye olumsuz etkileyecek bu durum?
Tahvil satışları, tahvil faizlerini yükseltiyor. Bu şu anlama gelir: Pasif yatırımcı, risk aramayan garanti isteyen, büyük yatırımcı kurumlar ABD’ye yönelebilir. Şu anda ABD uzun vadeli tahvil faizleri yüzde 2.2-2.3 civarında getiri sağlıyor. Bu sözünü ettiğim büyük yatırımcılar için güvenli bir yatırımdır. Dikkat edin Türkiye’ye giren büyük yatırımcı ise yüzde 11 faizle bile girmiş olsa, döviz kuru yüzde 11’i aştıı anda zarara girer. Çünkü elindeki Türk liralı tahvili satıp dolara dönmek zorundadır. Türk lirasının değeri düştüğü için elde edeceği dolar azalacaktır. Güvencesini nasıl sağlar? Muhtemelen vadeli döviz piyasalarında güvenli bir kur bağlamıştır kendisine. Fakat işte bu Türkiye’den çıkıp, sadece Türkiye’den değil, çevre ekonomilerin pek çoğundan çıkıp ABD’ye motivasyonunun doğması demektir. Moody’s ve S&P’nin negatif puanları da bu motivasyonu iyice pekiştirmiştir. O yüzden Trump şoku bütün dünyada yükselen piyasalarda sarsıntı yaratırken yükselen dolar fiyatında Türkiye Meksika’dan sonra ikinci olmuştur.
- Bizi daha çok etkiliyor…
Ön saftayız; ama bizimle beraber pek çok ülke daha etkileniyor. Mesela 5’li kırılgan takıma, Brezilya, Güney Afrika, Endonezya, Hindistan ve Türkiye’ye Trump’ın özel hedefi olan Meksika da ekleniyor . Trump şokunun dışında da Batı siyasetinde bir olumsuz hava var. İtalya’da referandumun olumsuz çıkması AB’nin bir zayıf halkasını daha sarsacak. Hükümetin istifa etmesi halinde Avro’ya , hatta Avrupa Birliği’ne çok olumsuz yaklaştıkları bilinen 5 Yıldız Hareketi, Kuzey Partisi ve Berlusconi öne çıkacak. İtalya’da avrodan çıkış, hatta AB’den uzaklaşma eğiliminin yükselmesi büyük bir belirsizlik konusudur. Üçüncüsü Fransa, Hollanda seçimleri, Avusturya seçimlerinde aşırı sağın partilerin öne çıkma ihtimali... Hollanda’da parlamentoda, Avusturya’da ve Fransa’da başkanlık seçimlerinde aşırı sağın ilk turda birinci çıkması güçlü olasılıktır… Hatta ikinci turda dahi Le Pen’in kazanma olasılığı var. Çünkü Trump’tan daha bilinçli bir söylemle işçi sınıfı çıkarlarını savunan bir siyasetçidir; anti küreselleşmeci söylemi sahipleniyor o da. Şimdi bunlar Avrupa’da büyük bir belirsizlik ortamı yaratıyor. Siyaset sahası belirsizleşince yatırımcılar ne yapmalı? Her ülkenin güvenilir kağıtlarına dönelim, ABD’de tahvillere, Avrupa Birliği’nde mümkün mertebe Almanya’ya dönelim… Çevre ekonomilerde ise Türkiye’deki siyasetin ek katkılarıyla ayrıca bizi etkileyen geniş bir olumsuz ortam var. Bu olumsuz ortam aniden dağılırsa; mesela kamuoyu yoklamaları bir kez daha yanılıp İtalya’daki referandumda olumlu sonuç çıkarsa ekonomik gerilimler biraz hafifler. İngiltere hafif atlattı Brexit şokunu. AB’nin hasta ülkelerinden, İspanya’da bile pozitif büyüme oldu. Bu tip olumlu etkiler, karamsar tabloyu hafifletirse Türkiye’nin özel durumu bir yana, genel ortam düzelebilir.
- Türkiye’deki siyasi söylem, yabancı yatırımcıları olumsuz etkilemeye devam etmez mi? Bu söylem önemsenmez mi yoksa? Sonuçta Türkiye içinde ve dışındaki pek çok kesimin ‘Faşizm yükseliyor’ tespiti yaptığı bir dönemdeyiz.
Yabancı sermaye için mühim olan, “benim yatırım yaptığım şirket niçin birden bire kayyum altına verildi ve TMSF’ye devredildi” sorusudur. Bütün amacı kısa vadede yüksek getiri sağlamak isteyen, sıcak para kaynakları için bu bir şoktur. Onlar için hapisteki gazeteciler, işte cezaevine konulan seçilmişler ve işlerinden uzaklaştırılan devlet memurları tali bir meseledir. Mülkiyet haklarına uzanan bir tehdit ise affedilmez. Hükümetin ekonomik KHK uygulamaları, Cumhurbaşkanı’nın söylemi hiç yardım etmiyor bu olumsuz algılamalara; hatta bunları kışkırtıyor. AB eleştirilerinin, söyleminin sertleşmesi de adeta çifte kavrulmuş etki yapacak Türkiye aleyhindeki ortama. ‘Nereye gidiyor bu ülke?’ diye sorulacak.
- Avrupa Parlamentosu müzakerelerin dondurulması çağrısı yaptı. Cumhurbaşkanı ise bunu gördüğü için Şangay Beşlisi açıklamaları yaptı. AB ile üyelik müzakereleri dondurulmuş Türkiye doğrudan ekonomik krize girer mi? BU bir ekonomik kriz gerekçesi olabilir mi? Ticaret rakamları veriliyor ama Avrupa sermayesi de kârına bakar, Türkiye 80 milyonluk bir ülke. Sırf bu yüzden de sermaye Türkiye’den kaçmaz herhalde…
Size bir örnek vereyim. Demokratik normları sistematik olarak çiğneyen ülkelerden biri Tayland’dır. Yarı askeri rejim var. Seçilmiş Başkan askeri baskıyla görevinden alındı. Kızı siyasette; ama eli kolu bağlı… Tayland uluslararası sermaye açısından bu çalkantılar nedeniyle itibar yarası almadı. Asya ülkelerinin rejim yapıları ile Batı’dan farklıdır, farklı ölçütler söz konusudur. Ancak, mülkiyet hakları güvenceli mi, yatırımda serbesti var mı, kârlarımı dışarı çıkarabiliyor muyum, rahatça girebiliyor muyum, bunlar önemlidir. Dikkat ediniz, yabancı sermaye için Çin en çok rağbet gören ülkedir. Komünist Parti tek başına iktidardadır ve bir hayliyle kontrollü bir iktidar söz konusudur. Ama yatırımcının haklarını sonuna kadar, fazlasıyla güvence altına almıştır.
- O zaman Erdoğan buna güveniyor herhalde. Yani o zaman Erdoğan’ın Batı karşıtını söylemlerini de anlayabiliyoruz. Bu doğrudan kriz anlamına gelmeyecek mi?
Galiba TMSF’nin kontrol ettiği sermaye bloku Türkiye’nin en büyük holdingleriyle mukayese edilir seviyeye gelmiş. İşte bu ciddi bir problemdir. Ortada kendisini sınırsız iktidara taşıma gündemine tutkun bir Cumhurbaşkanı var. Cumhurbaşkanı bu hedefe giderken şu andaki muhatabı, kitle tabanıdır, kamuoyudur, seçmenleridir, uluslararası sermaye değil… Yanı başında, dünyada olup biteni daha yakından izleyen Mehmet Şimşek gibi kişiler, bu söylemi frenleyebildikleri ölçüde finans kapital teskin olabilir. Rejim mühim değildir; mülkiyet haklarına ve küreselleşmeye angajmandır sermaye için önem taşıyan…
- Mehmet Şimşek’in aykırı gibi görülen söylemlerinin arkasında bu mu var?
Eski hükümette Ali Babacan, burada da Mehmet Şimşek biraz bu işlevleri üstlenmişlerdir. Yani diyorlar ki, ‘siz bu söyleme bakmayın, esas parametreler devam ediyor; biz durumu izliyoruz’ gibi bir mesaj yollamaya çalışıyorlar.
- O zaman şunu söyleyebiliriz sanırım Türkiye yönünü AB’den çevirebilir, yeter ki sermayenin istediği şartları yerine getirsin.
Evet.
- Şangay Beşlisi’ne de yönelebilir?
Evet..
- Bu doğrudan bir kriz, Türkiye’nin tecrit edilmesi anlamına gelmez yani ekonomik açıdan…
Yalnız burada NATO üyeliği gibi bazı eşikler var. Bu eşiğin aşılması ağır gerilimler sonunda gerçekleşir. Öyle bir ortam içinde Batı’nın ABD veya AB’nin Türkiye için ‘saf değiştirme teşhisi’ koyması, Rusya’ya, İran’a yaptıkları gibi bir tavıra yol açar mı? Sorun budur.
- Bir ekonomik ambargo olasılığı mı olur?
NATO’dan gerilimler içinde kopmuşsanız, her türlü yaptırıma hazır olacaksınız. Ortadoğu’da şu andaki maceraperest eğilimler ABD, CIA, Pentagon ile dirsek teması içinde sürdürülüyor. Diyelim ki o dirsek teması koptu, NATO bağlantısı da koptu, ondan sonra ne olacağını bilemeyiz. Ölçüsüz bir Ortadoğu macerasının öncülüğü içinde ülke çeşitli beklentilere hazır olmalı… Ama bu çok ekstrem bir örnek.
- Siz böyle bir şey yapabileceğini düşünüyor musunuz?
Yok, NATO’dan çıkma gibi bir şeyi gündemde görmüyorum. Şangay Beşlisi üyeliği dahi, AB ile var olan bağlantılara aykırı değildir. NATO’dan koparsan iş değişir; başka bir anlam kazanır. Zaten size ‘buyurun gelin’ diyecekleri de şüphelidir. Şangay Beşlisi tevatürü, bence, Cumhurbaşkanı’nın iç kamuoyuna dönük destek kazanma söylemlerinden biridir. Dünyaya meydan okuyor. En ekstrem önerileri getiriyor. Ama, NATO’dan çıkış söylemde de, gündemde yok…
- Suudi Arabistan, Katar gibi Arap sermayesinin sıcak para yollayarak Türkiye ekonomisini ayakta tuttuğu yolunda yaygın bir kanaat var. Bu gerçekliğe tekabül ediyor mu? Ayrıca petrol fiyatlarının düşmesiyle o ülkelerin ekonomisindeki sıkıntı Türkiye’yi etkileyebilir mi?
Bu söylemin doğru ifadesi şudur: Türkiye, AKP’li iktidar yıllarında sistematik olarak kayıt dışı para girişinden yararlanmıştır. Bakınız, kayıt dışı para girer, çıkar. Hareketleri, artı olur, eksi olur. Ödemeler dengesinde istatistiklerinde net hata noksan diye kayda girer. Türkiye’nin 2003 öncesi istatistiklerine bakın, artılarla eksiler birbirini aşağı yukarı götürür. 2003 sonrasında artılar sistematik olarak eksileri geçmiştir. Biraz önce söylediğim 2009 krizine bakalım. Kriz ortamında sermaye kaçışı beklenir. Türkiye’ye ise 2008-2009 krizinde 11,7 milyar dolar kayıt dışı para girmiştir. … Yakın geçmişe bakın. 2015 ve 2016’nın 9 ayını karşılaştırıyorum. Oca-Eylül 2015’te Türkiye’ye giren kayıt dışı para cari işlem açığının yarısından fazlasını kapatmıştır.
- Dünyada başka bir ülkede olmayacak bir şey bu herhalde.
Tabii… 2016’nın ilk 9 ayına bakın. Düşmüştür ama çok ilginç, Türkiye’deki rezerv artışı kayıt dışı para ile olmuştur. Ben bunu defalarca dile getirmiş iktisatçılardan biriyim. Merkez Bankası dünyadaki kayıt dışı para hareketlerini inceleyerek dolaylı bir cevap vermiş oldu. ‘Bu kayıt dışı para hareketlerinin toplamı zaten yüksektir’ dedi. Biz vurguluyoruz ki, ‘sistematik olarak artı olması söz konusu Türkiye’de.’ Mühim olan sistematik artı, kayıt dışı para girişi olmasıdır.
Bu akla ne getiriyor? Bu paranın Körfez kökenli olduğunu varsaymak durumundayız. Bu konu benden çok sizi ilgilendirir. İnceleyin bulun, dedektiflik yapın. Wikileaks gibi arşivlere girin, arka kapıdan ön kapıdan, Türkiye’den Suriye’ye giren çıkan silah, mühimmat, şahısların finansmanı kimin tarafından üstleniliyor? Kimler ne kadar pay, komisyon alıyor? Hükümet çevrelerinin Körfez ülkelerine yaptığı ziyaretlerin bir dökümünü yapın. kurulan özel ilişkilerin yarattığı nemalar, akımlar, nasıl kayda geçmemiş tir? Başka türlü bir açıklama görülmüyor..
- Petrol fiyatlarındaki düşüş etkiler mi bu durumu?
Ben size olumsuz senaryo sundum. Dedim ki 2009’daki gibi sert bir çıkış olursa Türkiye aynı ve belki daha sert bir dozda kriz ortamına girer. Ama telafi mekanizmaları işleyecek mi? 2009 krizinde 12 milyar dolar civarında olan o kayıt dışı para, acaba 22 milyara yükselirse krizin etkisi nasıl değişir? Örneğin 2015’in ilk 9 ayında, cari işlem açığının yarısı kadar kayıt dışı para giriyor. Bu rakam kriz ortamında ikiye katlanırsa krizin geçiştirilmesi de gündemde olur.
Şuraya geliyoruz: Arka bahçesini, yani Ortadoğu’nun karanlık coğrafyasında olup bitenleri iyi bilen, izleyen bir siyasetçi olarak Cumhurbaşkanı kendini sağlam hissediyor olabilir. Batı sermayesinden gelecek şokları tamamen değilse bile kısmen belki de büyük ölçüde telafi edecek kaynak akımlarına mı güveniyor? Başkanlık konumuna geçerse Batı’dan gelen olumsuz şok, Körfez’e yaslanarak telafi edilebilir? Bakış açısını öngöremem. Suudilerin ve Katarlıların da yakın müttefikleri olan Batının bakış açısı da önemli. Orta Doğu, Suudiler, Katar, Batı açısından demokrasi ölçülerinin önem taşımadığı ülkeler. Örneğin Çin’de muhaliflerin gözaltına alınmasını manşetlere taşıyan medya, Suudi, Katar, Körfez coğrafyasında olup bitenlerle ilgili değil… Türkiye de Orta Doğu ölçütlerinin uygulandığı ülke kategorisine niçin kaydırılmasın?
- Türkiye siyaseten, temel hak ve özgürlükler bakımından tarihin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyor. 12 Eylül darbesi ile kıyaslanan bir haldeyiz. Nicel olarak ondan daha geniş bir kapsama alanına ulaştı belki de ihlaller. Siyaseten de bir parçalanmışlık var. Muhalefet bir araya gelemiyor ve bu iktidarın işini kolaylaştırıyor. Güçlü bir muhalefet de ortaya çıkarmıyor.
Bir kere, bugünkü ortam 12 Eylül’den daha ağır. Örnek olarak, üniversite… Ben, 12 Eylül’de 1402 sayılı kanun uyarınca, sıkıyönetim komutanının talimatı ve rektörlükten gelen bir yazıyla 23 .5 yıllık hizmet sonunda üniversiteden uzaklaştırıldım. Bir daha kamu hizmetinde çalıştırılmamak şartıyla. Ancak özlük haklarım korunarak. 1.5 yıl dışardan SSK’ya prim yatırıp Emekli Sandığı’ndan emekli de olabildim. Şu anda üniversitelerden ve devlet memuriyetinden uzaklaştırılan kişilerin, 12 Eylül’de bize tanınan hukuki güvenceleri olduğunu zannetmiyorum. Meslektaşlarımızdan emeklilik dilekçesi verenlerin kabul edilmediği örnekleri de duydum. Sıkıyönetim döneminde idari yargıya başvurmak mümkündü. İdari yargı durumu yorumladı; yorumları değiştirdi; sıkıyönetim kalktıktan sonra, geri döndük. Şimdi bu tür güvenceler yok. Sayılar da çok arttı. 12 Eylül’de görevden uzaklaştırılan kamu personelinin sayıları bellidir. Kanun hükmünde kararnameler sıkıyönetim rejiminin ötesindedir. Keyfi gözaltıları da bir yana bırakıyorum.
“Kriz gelir Erdoğan gider” beklentisi yanlıştır. Krizler iktidarları otomatik olarak değiştirmez; hatta halk sınıflarının örgütsüz, zayıf olduğu, işsizliğin, sefaletin yaygınlaştığı ortamlarda baskıcı rejimleri güçlendirebilir. “İnsan insanın kurdu” olabilir. Komşular rakip görülür; ihbarcılık yaygınlaşır. Emperyalizme umut bağlamak şaşkınlıktır. Mülkiyet haklarının güvence altında olması yeter; uluslararası sermayenin bir demokrasi önceliği yoktur. Önemli olan her aşamada artan baskılara karşı mücadele etmektir.
Trump’ın gelişi ile AKP’nin iktidara gelişi arasında da benzerlik vardır. 2001 krizini IMF tarafından yöneten bir siyasi iktidara halk sınıflarının tepkisi, hatta nefreti sonunda, DSP, ANAP, MHP koalisyonu, 2002 seçimlerinde DYP ile birlikte parlamentodan tasfiye edildi. Trump’ı da iktidara getiren etken Amerikan halkının küreselleşemeye tepkisidir. Bu benzerlikler, iki siyasetçiyi birbirine niçin yakınlaştırmasın?
Böyle bir ortam kapsamlı, kolektif muhalefeti gerektirir. Türkiye’nin bu uygulamalara karşı direnecek muhalefet çevresini birleştirebilecek iki tema var: Birincisi, İslamcı faşizme geçişin kritik eşiği olan Başkanlık sistemine ödünsüz muhalefet, ikincisi ise Cumhuriyet değerlerini (başta laikliği) savunmak…
Bu ortak muhalefet hedefinde birleşebilecek çevrelerde, milliyetçi ve liberal iki uç var. Değindiğim ortak hedeflerde birleşmeleri mümkün; ancak anlaşamayacakları geniş bir alan da var. ,
CHP sonuna kadar ve ödünsüz cumhuriyet değerlerinin savunmasını yaparsa, Başkanlık rejimine ödünsüz karşı çıkarsa fiilen birleştirici bir etki yaratabilir. Ancak, lider kadrosunu ağır bir baskı altında tutan, “olası saldırılara karşı peşin savunma alma” saplantısından, kompleksinden arınmak şartıyla. Örneğin, laikliğe karşı her ihlali, kadın aklarına yönelen tüm gerici saldırıları “anayasaya, insan haklarına aykırılık” nedenleriyle kamuoyuna, adliyeye taşıyacak bir militan pozisyonu benimsemesi, kendisine felce uğratan patolojik çekingenliği aşması şartıyla… Sonuna kadar Cumhuriyetçi değerleri savunmak bugünün koşullarında demokrasiyi savunmanın ön-koşulu olacaktır.
Örneğin CHP, herhalde, KCK uygulamalarında terör bahanesiyle milletvekillerine, seçilmiş yerel yöneticilere dönük saldırıların, çok daha kapsamlı bir dizi saldırının provası olduğunu; dolayısıyla bu uygulamalara karşı çıkmanın bir öz-savunma öğesi taşıdığını fark etmiştir. Bu algılama, CHP’yi komplekssiz olarak insan hakları ihlallerine karşı mücadele platformuna çekecektir; çekmektedir.
- Kendi rezervlerini bir kenara bırakırlarsa, bir demokrasi cephesinde bir araya gelmek mümkün olur mu?
Böyle bir cephenin uçlarının, ortak hedefe dönük mücadele içinde ,kendi öz programlarını askıya almaları beklenir diye düşünüyorum.
- Çözüm önerimiz nedir? Toplum bununla nasıl mücadele edecek?
Başkanlık rejimine giden her adımı bütün yöntemlerle önlemeye çalışması lazım muhaliflerin. Samimi kanaatimi söyleyeyim. Başkanlık rejimine geçtiği andan itibaren faşizme geçiş tamamlanmıştır. Geriye dönüş yoktur. İktidarı değiştirmek imkansızdır. Bunu Latin Amerika’da gördük. Paraguay’dan başlayarak Küba’ya, yakın dönemde Peru’ya bakınız… Türkiye de bu örnekleri izler. Geriye dönüş yoktur. Başkanlık rejimine geçişin önlenmesi kritik bir kazanımdır. Bu öncelik Cumhuriyetçi bir muhalefetin ekstrem uçları dahil, herkesi birleştirebilir. Cumhuriyet değerlerine yapılan saldırının da, siyasi İslamcılığa angaje olanların dışında herkesi birleştirmesi gerekir. HDP için önemsiz midir acaba? HDP’nin farklılığını yaratan o değil mi?