Nedim Şener, parmaklıklar arkasında yaşadıklarının ve mahkeme sürecinin bilinmeyen yönlerini de okurla paylaşıyor...
Nedim Şener 3 Mart 2011'de gözaltına alındı. 'Bir yanlışlık var, gidip hemen halledip döneceğim' diye düşünüyordu. Ancak 7 Mart 2011'de girdiği
Silivri Cezaevi'nden 12 Mart 2012'de çıkabildi. Tam 375 gün eşinden, çok sevdiği kızından, arkadaşlarından ve tabii mesleğinden uzak kaldı. Gerçeği aramak için yola çıkmış bir gazeteciydi. Yolsuzluk, çeteler, vergi kaçakçılığı, hayali ihracat gibi pek çok konunun yanı sıra
Hrant Dink cinayetinin izini sürüyordu. Şener, adını kızının sorduğu sorudan alan Baba, Seni Neden Oraya Koydular? adlı kitabında, kendisini cezaevine götüren süreci anlatırken parmaklıklar arkasında yaşadıklarının ve mahkeme sürecinin bilinmeyen yönlerini de okurla paylaşıyor. Şener'le kitabını konuştuk.
-3 Mart 2011 günü gözaltına alındın, 6 Mart 2011'de tutuklandın ve 375 gün sonra 12 Mart 2012'de serbest bırakıldın. Kızından, eşinden, yakınlarından, meslektaşlarından, okurlarından uzak tutuldun. Tüm bu süreci yazdığın kitabın aslında en çok neyin ifadesi?- Bu kitap, aslında kendi kızım nezdinde çocuklara yönelik bir kitap! Çocuk kitabı bile diyebilirsiniz! İçinde yazılanlar da kimi tarafından belki de 'çocukça' diye yorumlanabilir! Hatta duygusal yapısı itibarıyla içi çocuksu da gelebilir! Benim gibi duygularıyla yaşayan bir adamın dert anlatmasıdır ve asıl, bu yaşadığı olayı ilerde sorguladığında kızıma cevap olsun diye yazdığım bir kitaptır. Beraberinde de yaşadığım bütün olayları anlatan bir kitaptır. Ama önce kızım içindir. Kızım babasının sebep olduğu bir kaderi yaşamak zorunda kaldı.
Hrant Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları adlı kitabı yayımladıktan sonra bana davalar açıldığında beş yaşındaydı.
- Neyi ne kadar anlamıştı?- O kadar küçüktü ki mahkemenin ne olduğunu tam bilmiyordu. Bir yakınımız o zaman boşanmıştı, ben de mahkeme falan deyince 'Baba boşanıyor musunuz' diye sormuştu bana. Her mahkemeyi öyle sanıyordu. Sonra onu geçtik, davayı açanlar Dink cinayetinde ihmali olan polislerdi biliyorsunuz, biz kızımıza kötü polis diye bir şey öğretmediğimiz için bu sefer şu soruyu sordu: 'Baba sen ne suç işledin?' 'Sana niye dava açıldı' diye sormadı 'Sen ne suç işledin' diye sordu. Çünkü polislerin yanlış bir şey yapmayacağını sanıyordu. Ama sonra kötü polisle iyi polisin ayrımına o da vardı; çünkü ona da bunu 8 yaşına geldiğinde öğretmiş oldular ki ben de tam olarak böyle öğrendim. Kötü polislerin ne kadar koyu kötü olabileceğini böyle öğrendim ve onu anlatmaya çalıştım. En kötüsü onların kötülüklerinin koyulaştığı yerin adalet mekanizması olması. Adalet böyle bir koyuluğa alet olduğu zaman zifiri karanlık oluyor her yer.
'Savcının imzaları dosyada ama adalet yok, vicdan yok!'- Her şeyden önce sıradan bir vatandaştan farklı olarak, bir gazeteci olarak pek çoğu bilmediğin, farkında olmadığın şeyler değildi. Fakat yine de hapisten devlete olan inancını ve bakışını yitirerek çıktığını ifade ettin.- Adaletin kirlendiği, izinin tozunun görülmediği, ortadan kalktığı o zifiri karanlıkta inancını yitirmemek mümkün değildir. Orada hiçbir yön bulamıyorsunuz. Sesinize hiçbir ses alamıyorsunuz. Kimse sizi duymuyor ve bunu da sağlayan adalet, hukuk sistemi.
- Bu çok organize şekilde mi sağlandı?- Kesinlikle. Eskiden şöyle düşünüyordum işte 'polis ne yaparsa yapsın, sonunda bir savcı var, bir mahkeme var'. Sonra baktım savcılık da polise yakın durunca bu ülkede hiç değilse mahkemeler var dedim. Baktım ki mahkemeler de zincirin halkası haline gelmiş ve siz entegre bir şekilde bir yerinden elinizi kaptırdığınız zaman sadece kolunuzu değil tüm bedeninizi kaptırıp Silivri'de soluğu alıyorsunuz.
- Masa masa dolaşıyor dosya. Herkes birbirine imzaya gönderiyor!- Kesinlikle. İfadeler, sanki göstermelik alınıyor, tutuklanmamıza çoktan karar verilmiş ve bir formalite tamamlanıyor orada. Her şey göstermelik ilerliyor. Dosyaya bakarsanız hiçbir eksik yok, her imza olması gereken yerde ama o dosyada adalet yok, vicdan yok; ama imzalar olması gereken yerde.
- Sanıkla psikolojik iletişimleri nasıl?- Tabii orada yargılama aşamasına kadar olan kısmı söylüyorum. Yargılama kısmı tabii daha sorguların çapraz yapıldığı, ifadelerin açıkça verilebildiği, iyi ile kötünün kısmen ayrılabileceğini umduğum bir evre. Ama tutuklamaya kadar geçen kısım böyle.
- O kısımda 'suçu ispat edilene kadar herkes masumdur' güme gidiyor...- Öyle bir gidiyor ki siz suçsuzluğunuzu ispatlasanız dahi suçlusunuzdur. Tam aksine yani. Bu tam Kafka romanlarındaki fotoğraftır, Kafka romanında der ki tam bir beraat beklemeyeceksin, en fazla kısmen beraat edebilirsin. Yaşadığım süreç de böyleydi.
'Pardon diyemeyen devlet, bir ceza keser nasıl olsa'- Tahliyelerin gerekçeleri 'suç vasfının değişme ihtimali' ve 'tutuklu kaldıkları süre'... Suçunun vasfı değişmiş onlara göre. Şu suçu bir açar mısın, hani senin suçun olsa olsa ne olur?- Dosyaya baktığımızda benim suçsuzluğum çıkar ortaya. Bana atfedilen suçlamayla ilgili tek bir delil yok. Mesela suçlama konusu bir kitap bende yok ya da dokümanlar bende yok. Benim yazdığım tek bir şey yok. Savcı sadece 'yazmış olabilir' diyor, ama tek bir delil koymuyor. Dosyaya bakarsanız olsa olsa Ahmet Şık ile Hanefi Avcı'nın kitap yazımına katkı olabilir, ama bununla ilgili tek bir telefon tapesi, bir mesaj, belge, not, hiçbir şey yok. Sadece Oda TV'nin bilgisayarında Nedim, Ahmet'i çalıştırsın, Hanefi'nin kitabını hızlandırsın diye iki cümle yer alıyor. Diyelim ki o kitaplar propaganda suçuna girmiş olsa, tutuksuz yargılamayı gerektirecek bir suçtur, oradan ancak propaganda suçuna katkı yapmış olabilirsiniz. Ama terör örgütü üyeliği nereden geliyor? Hangi bağlantı? Ne delil var ki onlar örgüt üyesi oluyorlar da ben onlara yardım, yataklık ediyor oluyorum. Ama propaganda suçlaması için önce o kitapların yazımına katkı yaptığımın ispatlanması lazım. Var mı böyle bir delil, hayır yok.
- Savcıya derdini hiç anlatamadın...- Savcı zaten dinleme taraftarı değildi. Daha ilk girer girmez doğrudan şöyle söylüyor işte poliste susma hakkınızı kullanmışsınız, isterseniz burada da hakkını kullanın. Konuşma yani, ben eve gideceğim havasında. Buradan da hemen seni mahkemeye sevk edeyim dedi zaten doğrudan. Çünkü kendisi konuştukça da size bir sürü done sunuyor, istemiyor bunu. Orası bizim de, hele ki gazeteci olarak savcılığı sorguladığımız karşılıklı bir sorgulamaya dönüşüyor. Savcının sorularını, mimiklerini, tavırlarını, onun cevaplarını sorguluyorum her şeyden önce. Ben de ona soru soruyorum. İstemiyor bunu tabii.
- Kitapta da yaptığın tam da bu, çapraz sorguluyorsun olayları, kişileri, tarafları...- Yapıyorum çünkü bir yandan da aslında ilk andan beri sezinlediğim o yanlış gidişat nedeniyle belleğimde delil toplamaya çalışıyorum. Çünkü savcının nasıl bir yalpalama içinde olduğunu görüyorum. Düşünün, polisin getirdiği dosyayı, polisin hazırladığı soruları olduğu gibi soran bir savcı. O zaman sana ne gerek var? Araya ek bir soru bile koymuyorlar.
- Sen neler sordun, sorabildin?- Dink cinayeti konusunda sorular sordum. Dedim ki, 'Ergenekon Terör Örgütü denilen yapıyla ya da orada yer alan sanıklarla Dink cinayeti arasında bağlantı olduğunu ısrarla söyledim hatta bu konuda yargılanan bir adamım. Ama siz bana aynı örgütün üyesiymişim muamelesi yapıyorsunuz. Oysa Dink cinayetini Ergenekon'a bağlamayan isim bizzat sizsiniz. Niye yapmadınız bunu?'.
'Delil yoktu' diyor. 'Delil olmaması mümkün değil, ben bakın Emniyet'in elindeki şemaları bulup yayınlıyorum. Başka deliller de var. Oysa siz bunu yapmadınız' diyorum. 'Ben yaptım her şeyi, hatta Dink ailesinin avukatlarına buradan belge de verdim, ben yapabileceğim her şeyi yaptım' falan diye böyle köşeye sıkışan cevaplar.
- Seni yalnız bırakmayanlar, tüm bu süreçte yanında olanlar arasında başta Dink ailesi seni hiç yalnız bırakmadı, Özgür Mumcu da öyle...- İşte o 'beraat' kelimesinin bendeki karşılığı da odur. Tutuklandığım zaman dünya başıma bir yıkıldı, hakikaten kendimi o an suçlamanın altında ezilmiş hissettim. Fakat dışarıya çıktığımda, otobüsle bizi götürürlerken kalabalığın içinde Orhan Dink'i, Özgür'ü görünce dedim ki bir dakika ya, kendine gel yani sen aslında busun dedim. Sen o dışarıdaki adamların yanındaki adamsın dedim ve o an başladı benim asıl mücadelem, ağır ağır.
- İlk baştaki duyguyu biraz açar mısın?- Gözaltından tutuklama mahkemesine kadar yani 3 Mart ile 6 Mart sabahı arasında geçen süreçte, bana atfedilen suçlamanın altında eziliyordum. Yani söyledim, anlattım, saatlerce ifade verdim. Karşıdaki insanlar işte delil durumu, işte yok dosyanın muhteviyatı deyip tutuklayınca, bir şey var galiba dedim, yani benimle ilgili olmasa da başka biriyle ilgili bir şey var galiba diye düşündüm.
Acaba gizli bir tanık birtakım yalanlar mı söyledi falan diye düşünüyorsunuz ve o suçlama üzerinizde bir baskı oluşturuyor. Çünkü artık inandığınız mahkeme de sizi tutukluyor. Mahkemenin başkanı, tek hâkim vardı, gayet güzel dinledi, diyorsunuz ki bu adam haksız karar vermez. Böyle inandığınız bir anda sizi tutukluyor. O zaman kendinizden şüphe ediyorsunuz. Ama dışarıdaki insanları görünce bu duygulardan o anda sıyrıldım ve Metris'e gittiğimde artık özgürdüm. Onlar beni oraya hapsedemediler aslında özgürlük savaşını başlattılar o andan itibaren. Eğer o insanları görmeseydim psikolojik olarak çok daha büyük sorunlar yaşardım. Sonra Orhan Dink üç görüşmecimden biri oldu Murat Sabuncu'yla beraber. Benim için çok önemli bir motivasyondu.
- 'Silivri'de yalnız kilonu değil, sağlığını ve aklını da kaybedersin' diye yazıyorsun.- Bir kere normal değerlendiremiyorsunuz olayları, algınız değişiyor. Neyseniz o artıyor, duygusalsanız o artıyor, öfkeliyseniz öfkeniz artıyor.
- Hrant davasının peşini bırakmayacaksın...- Cezaevinde de bırakmadım, bu kitapta da bırakmadım.
'Şimdi Dink cinayeti ve devlet yalanlarını yazıyorum'- Yani hiç onların istediği gibi gelişmedi...- Asla.
Hrant Dink cinayeti bugünkü devletin en kirli yüzü ve bu cinayet aydınlanmadığı sürece, ben yaşıyorsam da bunu unutturmayacağım. Birçok insan unutturmayacak, ama ben de üzerime düşeni yapacağım. Dink cinayetinde mevcut kadroları feda edemedikleri için cinayeti karanlıkta bırakmak istiyorlar. Bense içeride hep buna hazırlık yaptım. Bir gün çıkacağım ve bu cinayeti araştırmaya devam edeceğim dedim. Bundan sonra yapmaya çalıştığım şey,
Hrant Dink cinayeti üzerine yeni bir kitap çalışması. Yani bu Devlet Denetleme Kurulu (DDK) raporu ve mahkeme kararı etrafında gelişen olayların irdelenmesi ve Dink ailesinin bu konuda yaptığı başvurular, AİHM kararı çerçevesinde yeni bir değerlendirme, Dink cinayetine yeniden nasıl bakılması gerektiği üzerine olacak. DDK raporu da bu konuda umut verici değil, birçok şey karartılıyor orada da. Çünkü DDK raporu sadece yazılmış müfettiş raporları üzerinden bir değerlendirme yapıyor. Oysa yanlış bu; bir yarısı mevcut bürokratik, idari sistemi eleştiren bir rapor, bir yarısı da Dink cinayeti konusunda idare tarafından yapılmış raporların değerlendirildiği bir rapor. Ama kendi değerlendirmesinde onun sonuçlarına sadık kalıyor. Yanlış düğmeyi yanlış yere bağladığınız zaman doğru bir sonuç alamazsınız. Biliyorsun daha önceki kitabımın adı 'Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları'ydı, bu yazacağım kitabımın adı da 'Dink Cinayeti ve Devlet Yalanları' olacak. Çünkü artık cinayetin tamamen bir devlet sistemi içinde karartıldığı çok açık.
- Devlet tüm kurumlarıyla hazır ve nâzır olayın içinde diyorsun...- Burada Başbakanlık makamı, Cumhurbaşkanlığı makamı kullanılıyor. Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık kurumlarının resmen yetkililerin ve imkânlarının kullanıldığını düşünüyorum. Cumhurbaşkanı ve Başbakan bunun içindedir demiyorum, ama Başbakan araştırın dedi ve bir sonuca vardılar ve o rapor kadük edildi. Cumhurbaşkanı araştırın dedi ve DDK bir rapor yazdı, o raporun içeriği de bir sürü sakatlıklarla dolu. Bu cinayet böyle aydınlatılmaz ancak karartılır ve ben de bunun ne olduğunu insanlara göstereceğim. 'Kırmızı Cuma' kitabımda bir iddia ortaya koydum, dedim ki; işte Ogün Samast, Hrant Dink'i öldürdükten sonra Trabzon'a doğru yola çıktığında Samsun'da yakalandıktan sonra Başbakanlık müfettişlerine diyor ki 'Eğer yakalanmasaydım Giresun'da beni zaten öldüreceklerdi. İyi ki yakaladılar'. Bunu kitaba taşıdım. Samast bunu mahkemede de teyit etti. Telefon konuşmalarına dayanarak, Samast'ı öldürebilecek kişilerin kimler olabileceğini de yazdım 'Kırmızı Cuma'da. Ama hiç kimse bunun üzerinde durmuyor. Bu Kennedy'i öldüren katilin öldürülmesi gibi bir şey. Yani Samast'ı öldürdüğünüz zaman cinayetle ilgili tüm izleri silmiş oluyorsunuz. Bunun olabileceğini ve kimler olduğunu da ortaya çıkarıyoruz ama hiç kimse bununla ilgilenmiyor. DDK da ilgilenmiyor, savcılıklar da ilgilenmiyor. Samast bizzat tüm bunları teyit ediyor, tek başına bu bile bir ülkede her şeyi değiştirir. Ama maalesef Türkiye'de hiçbir şeyi değiştirmiyor. Gördüğünüz gibi ben tek kişilik örgüt üyesiymişim ama Erhan Tuncel'ler ve diğerleri örgüt üyesi bile değil. Beraat ettiler üstüne ve ben Dink cinayetiyle ilgili 32 yıl hapis istemiyle yargılandığımla kaldım.
'Nazlı Ilıcak, yazdığı o kitabın içinde hapsolacak"- Nazlı Ilıcak ile Polis Muhbiri Tuncel'in Ortak Noktası' başlıklı bölüm... Neydi ortaklık?-
Nazlı Ilıcak koşulsuz, şartsız bir şekilde cemaat ne derse doğru der, her şeyin altında cemaat aranmaz. Cemaatçilerden çok cemaati savunan çok garip bir durumda. Hatta onlar oturup bazı şeylere cevap veriyorlar, Ilıcak ise yok canım orada onlar yok ki diyor yani adamlar biz oradayız diyor ama o hâlâonlar orada yok ki diyor. Garip bir durum. Bir şeyde rol oynamaya çalışmak bu.
Bu kitabın içinde önemli bir bölüm bize yapılan operasyonun kaynağı nedir, ne değildir anlatıyorum. Bu tamamen hükümet ve cemaat kaynaklı bir operasyondur ve cemaatin bu konudaki rolü çok açıktır. Ilıcak'ın, Tuncel'le ortak noktası şu; her ikisi de istihbaratçı polisin Dink cinayetindeki sorumluluğunu nedense hafif göstermeye hatta göstermemeye çalışıyorlar. Artık kraldan çok kralcı mı ya da biraz daha ileriye giderek suç ortaklığına teşebbüs mü onu ben bilemiyorum. Onun yorumunu tarih yapacak. Çünkü Başbakanlık Teftiş Kurulu Raporu'yla sorumluluğu açığa çıkmış kişileri, siz bu cinayette sorumluluğu yok diyorsanız o zaman siz bunun hesabını bu dünyada, öbür dünyada verirsiniz. Vicdanen verirsiniz. Yasal olarak size kimse bir şey yapamaz ama vicdanen verirsiniz. Gazeteci olarak ben de size bunu hatırlatırım. Çünkü Başbakanlık Teftiş Kurulu Raporu onun savunduğu isimlerin sorumluluğunu tespit etmiş. Sonra bu raporu kadük etmiş birtakım müfettişler, İçişleri Bakanlığı müfettişleri bu raporu çürütmek için rapor yazmışlar. Senin görevin çürütme raporunu savunmak değil ki, doğru ne ise onu araştırmak. Doğru nerede burada? Bunun yolu da mahkemelere gitmesi. Başbakanın imzaladığı raporu, İçişleri Bakanlığı çürütüyorsa ve sen de buna bunlar aklanmış diyebiliyorsan ben orada iyi niyet aramam, başka bir şey ararım. Bunun üzerinden de giderek cemaati aklamaya çalışmak seni ancak suç ortağı yapar, cemaatçi bile yapmaz. Neyin içinde olduğunu anlayamazsın yani. O yazdığı kitap Nazlı Ilıcak'ın tarihinde yüz karası olarak ilerde mutlaka karşısına çıkacak, öyle kolay değil.
- Kendisiyle hiç muhatap olmadın mı?- Hiç olmam çünkü o bir kere Dink cinayeti dosyasını tamamen okuyacak, bütün idari dava dosyalarını okuyacak, ondan sonra karşıma çıkacak. Sadece polislerin elindeki savunma metinlerini alıp, onlar üzerinden cinayeti değerlendirmeye çalışıyor, 'ama öyle değil, böyledir' diye. Ben kendi cümlelerini aldım, yine doğrusunun ne olduğunu kitapta yazdım. Televizyondaki imkânlarımı kullanıp ya da köşe yazısı yazarak onu bir düelloya falan çağırmıyorum. Bir kitap yazdı, orada hakkımda iddialarda bulundu, ben de onlara aynen mukabele ediyorum yani. Merak ediyorsan, benle oturup reyting almaya çalışmana gerek yok, kitabı oku, tatmin olmadıysan ara beni. Ben yanılmışım veya sen yanılmışsın diye gel ikimiz konuşalım. Onu yapamaz ama. O yüzden ben yaşadığım sürece
Nazlı Ilıcak kitabının içine hapsolmuş bir insan olarak kalacaktır. Ne yazarsa yazsın, gücü ne olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun beni hiç ilgilendirmiyor. Dink cinayeti konusunda kim yalan söylerse bunu yüzüne çarpacağım.
'Cana kıyacaksam ülkemi bile reddederim'- Zaman gazetesine de epey bir yer ayırıyorsun kitabında...- Zaman gazetesi; ne kadar biz burada yokuz, şurada yokuz dese de kitabı okuduğunuz zaman yayın çizgilerinden nerede oldukları, kim oldukları çok açık görülüyor.
- Kendilerince bir fikri takip de yapıyorlar...- Tabii, tabii. Çok daha detaylı yapabilirdim fakat okuyucuyu sıkmak istemedim. Ama hepsinin kaydı var. Resmen öyle gerekli gereksiz yerde sırf Nedim Şener'i işin içinde tutabilmek için Odatv ile ilgili herhangi bir, benle hiç ilgisi olmayan bir konu çıkınca, hemen 'Nedim Şener'in de yargılandığı Odatv kapsamında' ifadesini kullanırlar. Bunu niye yapıyorsun? Çünkü Nedim Şener, Ahmet Şık hakkında uluslararası bir destek var, o desteği zayıflatmak için sen X olayının içine de Nedim Şener'i katıyorsun, Y olayının da içine katıyorsun.
- Mahkeme gibi...- Tabii iddianame yazıyorlar. İddianame bile onlardan daha yumuşak. Yani ben, bana sorulmayan soruları, gösterilmeyen tapeleri, belgeleri Zaman gazetesinden görüyorum. Mesela çok ilginçtir onu da yazdım telefonumun iki yıldır dinlediğine ilişkin manşet atılmıştı bizim gazetede, sonra Zaman gazetesinde hemen bunun cevabı çıkıyordu. Bununla ilgili cevapta da hayır
Nedim Şener iki yıl dinlenmedi, 6 ay 8 gün dinlendi diye çıktı. Ben de avukata dedim ki rahat olun 6 ay 8 gün dinlenmişiz. Gerçekten dosyalar çıktığında baktım 6 ay 8 gün dinlenmişim. Çünkü adamlar her şeyi biliyorlar.
- Kitabın sonunda yazıyorsun 'kısaca ne öğrendim' diye madde madde... En vurucusu sence hangisidir?- 'Mazlumların zulmünün zalimin zulmünden beter olduğunu' cümlesidir en vurucusu. Bunu gördüm çünkü ben mazlumum diyen bu muhafazakâr iktidarın aslında zalim denilen insanlardan ne kadar zalim olabildiğini hayretler içinde gördüm. Çünkü gerçekten Tanrı'ya inanan, hak duygusunu kaybetmemiş bir insan bu kadar kanlı bir iktidar oyunun ortağı olamaz. Hiçbir siyasi amaç bana bir insanın tırnağını acıttıramaz. Bir başka insanın mutsuzluğuna, hayatına, canına neden olacaksam her şeyi reddederim, ülkemi bile reddederim. Bunu kimseye yapmam, muhafazakâra da yapmam, ulusalcıya da yapmam, sosyaliste de yapmam. Faşiste bile yapmam. Eşime söyledim, bir gün eğer biri beni öldürürse, insan hakkı bakımından söylüyorum kesinlikle katilimin dahi asılmasını istemem. 'Aklı başında' olan bir sistem insan öldüremez.
Gamze Akdemir-Cumhuriyet