Zerrin Tekindor için oynadığı roller insanları didiklemek, onları tanımak ve en önemlisi kendine daha yakınlaşmak demek...
William Shakespeare’in “Antonius ile Kleopatra” oyunu geçen ay İngiltere’nin başkenti Londra’da sahneye konulduğunda Haluk Bilginer ile başroldeydi Zerrin Tekindor. Oyun Türkçe olmasına karşın Tekindor’un performansı çok beğenildi, takdir topladı, eleştirmenlerce yere göğe konulamadı. Oysa biz onu her hafta ekranlarda önce Aşk-ı Memnu’daki Matmazel şimdi de Kuzey Güney’deki kuaför Gülten rolüyle izliyorduk. Dizilerin uzunluğu nedeniyle niteliğinden ödün verdiklerini söylese de hem Matmazel’in hem de Gülten’in nasıl bir oyunculuk sergilediği ortada. Tekindor bütün bunların yanında bu yıl bir de sergi açmıştı. Çalışmayı o kadar seviyor ki “Bütün roller tepinebilir üstümde” diyor, karakterleriyle ne kadar insanı didiklerse yaşamanın o kadar kolaylaştığını söylüyor.
Birçok kişi sizi, oynadığınız tiyatro oyunlarından ve yer aldığınız televizyon projelerinden tanıyor, oysa resim sizin hayatınız, hatta mesleğiniz. Nasıl bir ilişkiniz var onunla?- Resmi dertten yapmıyorum. Onunla bir alıp veremediğim yok. Çok sevdiğim, vazgeçemediğim için yapıyorum. Kendime göre bulunmak istediğim ortamlar, olmak istediğim kadınlar çiziyorum, hem de bunu çok eğlenerek yapıyorum.
Hüzünlü, güzel, renkli ve kendine rağmen kadın portreleri. Bazen de yüzleri yok ya da silik gibi. Renkli kostümleri var, gölgeleri de onları takip ediyor. Zerrin Tekindor kadınları bunlar, nasıl kadınlar, kim onlar?- Bu kadınları çizerken kendimi kuvvetli, daha cesaretli ve açık sözlü hissediyorum. İçimdeki gitme hissini canlı tutuyor bu kalabalıklar. Ertelemeden, şimdinin tadını çıkarmam gerektiğini düşünüyorum. O kadınlar da bana böyle olmam gerektiğini hatırlatan kadınlar.
Portrelerinizdeki kadınlardaki hüznün nedeni nedir?- O kadınların hiçbiri bana hüzünlü gelmiyor. Aksine çok mutlular!
Tiyatro sahnenizden, karakterlerinizden kimler geçiyor resimlerinize?- İzlediğim, oynadığım, sevdiğim karakterler, sevdiğim yazarlar.
Shakespeare’in “Antonius ile Kleopatra”sını İngiltere’de Türkçe oynadınız. Performansınız ile çok konuşuldunuz. Su gibi akan, insana sızan bir karakter yarattınız. Tiyatroda çizdiğiniz kadınlara daha yakınmışsınız gibi geliyor bana, ne dersiniz?- Böyle düşünmenize çok mutlu oldum. Kleopatra’yı oynamak biraz zordu. Macide Tanır, “Bu kadını hırsından yakalarsın” diye başlayarak kendi düşündüğü Kleopatra’yı anlattı bana provalar öncesinde. Haldun Dormen’e de
“Karakterin değişkenliği beni korkutuyor; aklı bir geliyor, bir gidiyor” dediğimde de, “Kadın çok âşık, ne yapsın?” demişti. Bu cümleler rolü şekillendirmeme çok yaradı. Provalar da her geçen gün daha zevkliydi benim için.
Tiyatrodaki kadınları kendi süzgecimden, eğitimimden, geçmişimden, zevkimden geçiyorum. En beter karakter bile olsa seyircinin sevmesini istiyorum. Belki içten içe duyduğum bu istek karakteri biraz bana benzetiyor.
Kleopatra gelgitli halleri, tekinsizliği, hırslı, kavgacı, sinirli, öfkeli tavırlarıyla fırtınalı bir deniz. Belki de tüm kadınlık halleri bir arada. Peki ya sizin, fırtınalı mıdır kadınlık halleriniz?
- Değil, ben epey sakinim. Çok ender sesim yükselir. Sanırım hayata gülebileceğim halleri seviyorum.
Sizi “Vahşet Tanrısı” oyununuzla da çok iyi hatırlıyorum. Size ikinci kez “Afife Tiyatro Ödülü”nü getirmişti.
- Evet, Vahşet Tanrısı çok severek, inanarak oynadığım bir oyundu. Afife Ödülü'ne de çok mutlu olmuştum.
Hayat verdiğiniz karakterler elbette size çok şey katıyordur ama sizden götürdükleri, sizden bir şeyler çaldıkları da olmuyor mu hiç?
- Birçok farklı karakteri tanımak, onları didiklemek elbette çok şey katıyor insana. Onları tanıdıkça hayat daha kolaylaşıyor, yaşamak daha zevkli oluyor. Kendimi daha anlayışlı, iyi biri gibi görüyorum. Benden götürdükleri, çaldıkları da hiçbir şey yok.
Bana verdikleri onca şey için bütün roller üstümde tepinebilir, istediklerinden daha fazlasını vermeye hazırım, tabii onları anlayabildiğim kadarıyla.
Oyuncu, ressam ve Hira’nın annesi Zerrin Tekindor. Başka kimsiniz?
- Annemin kızıyım, Ferin’in kardeşiyim, arkadaşlarımın arkadaşıyım... Sağlıklı, mutlu, akıllı, iyi kalpli olmak isteyen biriyim yalnızca.
Seyirci tiyatroya sahip çıkmalı
Türkiye’de dizi setleri ve çalışma şartları dünyaya göre zor ve sıkıntılı. Bu sıkıntı sanatı nasıl etkiliyor?
- Evet, dizilerin süreleri gerçekten çok uzun çekim saatleri de öyle. Süreleri olması gereken gibi olsa çok daha kaliteli çekimler, senaryolar, oyunculuklar ortaya çıkacaktır mutlaka. Fakat bu aşırı tempo niteliğinden ödün vermenize neden oluyor.
Sıkıntı demişken tiyatroların içine çekildiği girdap ortada ama gündem bizi hallaç pamuğu gibi savurduğu için o da unutuldu gitti. Ne olacak bu tiyatronun hali?
- Oyuncu kadar seyircinin de sahip çıkması gerekli. Çünkü seyirciyle oyuncu ortaktır. Devletin, sanki tiyatrolara çok katkısı varmış gibi, “yeter artık, bitti bu iş” tavırları bana çok saçma geliyor. Dünyada bir örneği yok, devletin 30 katı desteklemesi lazım. Tiyatro olmadan ruhumuz nasıl zenginleşecek?
Sanat olmazsa hepimiz canavar oluruz. “Yol yaptım, yürü” tipi bir şey değildir bu. Kaldı ki onlar da yamuk. Sanatla iç içe olmazsanız zevk sahibi olamazsınız. Ne estetik anlayışınız, ne espri anlayışınız olur.
Bir hafta boyunca tavana bakmak bile benim için tatil
Yoğun bir temponun ardından şimdi duruluyorsunuz, sanırım tatilde epey uzaklaşacaksınız. Bu kadar yoğunluktan sonra duvara çarpmak gibi olmuyor mu bir anda durmak?
- Çok ihtiyacım var durmaya. Kısa süre bile olsa durmak beni heyecanlandırıyor.
Tiyatro, resim ve televizyon. Çalışmalarınızın birbirinin önüne geçtiği oluyor mu? Ve belki de en önemlisi bu yıl inanılmaz bir yoğunluktan çıktınız. Nasıl yetiştiniz bunca işe?
- Bu yıl benim için çok yoğundu. Hem sergim, hem Devlet Tiyatroları’ndaki oyun, hem Oyun Atölyesi’ndeki provalar, hem Shakespeare’s Globe turnesi, hem de dizi çekimi... Hepsi aynı andaydı. İnanılmaz bir programla hepsini yapabildim. Tabii epey yoruldum. Bir hafta boyunca tavana bakmak bile benim için tatil olacak.
Cumhuriyet