loading
close
SON DAKİKALAR

Devlet Bahçeli'den Kavala açıklaması; Avrupa istedi diye adalet ve hukuk şerefini iki paralık mı edelim?

Devlet Bahçeli'den Kavala açıklaması; Avrupa istedi diye adalet ve hukuk şerefini iki paralık mı edelim?
Tarih: 07.05.2024 - 10:30
Kategori: Siyaset

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Gezi Parkı Davasında hüküm alan Osman Kavala üzerinden; "Sayın Özel saati merak ederse, rahat olsun, bana sorabilir, köstekli saatimi açar, kendisiyle açık açık da paylaşırım."

 

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 7 Mayıs'ta TBMM Grup Toplantısında taptığı konuşmada;

Değerli Milletvekilleri,

Muhterem Misafirler,

Basınımızın Mümtaz Temsilcileri,

Meclis Grup Toplantımıza başlarken hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi temenni ediyorum.

Bugünkü toplantımızı yurt içinden ve yurt dışından, televizyon ekranları, sosyal medya platformları, radyo kanalları vasıtasıyla takip eden tüm vatandaşlarımıza, gönül ve kültür coğrafyalarımızda hayat mücadelesi veren tüm kardeşlerimize selamlarımı gönderiyor, şükranlarımı sunuyorum.

Hayat serüveni ve siyaset sürecinin, bazı şeyleri sona ve sonraya bırakacak kadar uzun olmadığını bilecek deneyime sahibiz.

Bu nedenle üşenmeyeceğiz, gecikmeyeceğiz, ertelemeyeceğiz, asla da vazgeçmeyeceğiz.

Hangi şartların tazyik ve tesiri altında kalırsak kalalım, hakikati haykırmaktan çekinmeyeceğiz.

Gülün dikeni var diye üzülmek yerine, dikenin gülü var diye sevinmeyi tercih edeceğiz.

Temelsiz ve temkinsiz iyimserlikle temiz ve tedbirli iyi niyeti birbirine karıştırmadan dürüst, ilkeli ve samimi mizacımızla milletimizin ruh köküne tercüman olmayı azimle sürdüreceğiz.

Büyük Türk Filozofu Farabi diyordu ki: “Önce doğruyu bilmek gerekir. Doğru bilinirse yanlış da bilinir, fakat önce yanlışı bilenler doğruya erişemez.”

Biz doğruya bağlanarak, doğru duruşa dayanarak, doğrudan yana tavır alarak yanlışı ve yozlaşmayı telin ve teşhir edeceğiz.

55 yıllık siyasi tecrübeyle ifade ediyorum ki, suyun üstünde bile yürüsek yüzme bilmiyorlardı diye eleştirenler çıkacak, bu nedenle işimize bakacağız, önümüze bakacağız, haklı ve tarihi mücadelemizden hiç taviz vermeyeceğiz.

Zulüm karşısında mazlumların yanındayız, mazlumlarla tek yüreğiz.

Bu durum bizim için bir siyaset meselesi değil, bir inanç ve insanlık ödevidir.

Elinizi vicdanınıza koy desek, koyacak yer bulamayacak kimi insanların elbette bizi anlamasını beklemiyor, böylesi bir hayale kapılmıyoruz.

Çıkarlarına ters düşenleri, yollarına taş koyanları, rüzgarlarını kesenleri on metrelik kuyuya itip beş metrelik iple kurtarma rolüne soyunan tatlı su kurnazlarını tanıyor, biliyor, ibretle takip ediyoruz.

Takdiri ve teveccühü milletten; rahmet, mağfiret ve rızayı da Allah’tan diliyoruz.

Bazen yerli yersiz sırtımızı sıvazlayanları da görüyoruz.

Ancak buna dikkat ve teenniyle yaklaşıyoruz.

Aslında sırtımızı sıvazlarken bıçak sokacak yer arama ihtimallerini hiç de yabana atmıyoruz.

Olgunlaşmak demek, hiçbir şeye şaşırmamak demektir.

Geldiğimiz bu aşamada gördüğümüz, yaşadığımız ve şahit olduğumuz ne varsa bizi şaşırtmıyor, şaşkınlığa sürüklemiyor.

Fırsatını buldukları anda, kavramların içini boşaltan, değerleri çarpıtan, anarşi mekaniğini çalıştıran, istismar çarkını çeviren odakların bayağı dayatmaları bile sıradanlaşmakla kalmamış, hiç kimsenin ilgisini çekmeyecek boyutlara gelmiştir.

1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nü intikam gününe tahvil etmek için çırpınan şehir eşkıyasının meselesi ne emek ne de dayanışmadır.

Tıpkı ağababaları Marx gibi, hayatlarında tek bir fabrikaya girmemiş, tek bir emekçinin elinden tutmamış bu güruhun aklı rehinli, iradesi ipotekli, vicdanı da tutsaktır.

1 Mayıs’ta yalnızca görevini yapan ve sağduyulu tavrı sebebiyle övgü alan Türk polisine düşmanca saldıranlar, nefretle muamele edenler, biliniz ki, haçlı kalıntısı ve düşman bakiyesidir.

Emek gücü, bir kimsenin çalışma ve mal üretme kudretidir.

Hayatları miskinlik, tembellik, hainlik ve tufeyli utanmazlıkla geçen küçük bir azınlığın 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nde sahneye çıkıp Taksim’e yürüme ve burada gösteri yapma gayesi her şeyden evvel maksatlıdır, maşalıktır, madrabazlıktır.

Emek ve Dayanışma Günü’nü ülkemin her yerinde kutlamak mümkündür.

Peki bu Taksim ısrarı niyedir? Buradaki amaç nedir? Emek ve dayanışmayla Taksim’in ne alakası vardır?

1 Mayıs 1977’deki acıklı ve vahim hadiselerin tekrarı mı planlanmaktadır?

Taksim inadının altında yatan hesap nedir?

Emek kutsaldır, emekçilerimiz saygındır, hepsi de başımızın üstündedir.

Ne var ki, emekle, emekçiyle, üretimle, alın teriyle, helal kazançla hiçbir bağ ve bağlantısı olmayan üç beş haydudun 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nü terörize etme çabası, en başta emek ve emekçi düşmanlığına hizmettir.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin, DEM’in ve marjinal partilerin bu düşmanlığa çanak tutmaları kimin kiminle yol yürüdüğünün tevsik ve teyit edilmiş özetidir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde iki dönem Kastamonu milletvekilliği yapan Merhum İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Merhum Hüseyin Nihal Atsız’ın vefatı üzerine şunları kaleme almıştı:

“Eskiden; güvenilir, haysiyetli, şahsiyet sahibi mert kimselere ‘dört yüz dirhem adam’ denirdi.

O zaman bir okka dört yüz dirhemdi.

Şimdi okka, kilo; dirhem, gram oldu.

Bu değişikliğe muvazi olarak dört yüz dirhemlik adamlar da azaldı; şimdi değil dört yüz dirhemlik, dört yüz gramlık adama bile zor rastlanıyor.

İşte Atsız, dört yüz dirhem, yani okkalı bir Türkçü idi.”

Bırakınız dört yüz dirhemi veya dört yüz gramı, ciğeri peş para etmez insan müsveddelerin ucuz tahriklerine, uçuk tacizlerine, uyduruk tertiplerine ve uydulaşmış telkinlerine bu aziz vatan, bu kutlu millet, bu büyük devlet asla terk edilmeyecektir.

Bu vesileyle hayatın yükünü emeğiyle omuzlayan kardeşlerimizi selamlıyor, her zaman ve her durumda destekçileri olduğumuzu beyan ediyorum.

Taşla, sopayla, flamayla ve fiziken şiddete maruz kalan; ancak sabır ve sağlam duruşundan vazgeçmeyerek birilerinin istediği tuzağa düşmeyen Türk polisiyle iftihar ediyor, hepsine teşekkür ediyorum.

Polislerimiz asıl emekçidir, bunu görmeyenler zalimdir, zillettir, cümlesiyle haindir.

Değerli Arkadaşlarım,

Türkiye’nin, Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail aleyhine açılan soykırım davasına müdahil olma kararı çok önemli bir adımdır.

Geçen hafta İsrail’e yönelik ticaretin durdurulması da ülkemizin insani ve vicdani çerçevede ne alırım, ne kaybederim çetelesi tutmadan yaptığı muazzam bir siyasi hamledir.

Böylelikle Türkiye’nin İsrail’le ticaretini diline dolayıp fitne çıkaranların hesabı bozulmuştur.

4-5 Mayıs 2024 tarihlerinde Gambiya’nın başkentinde yapılan İslam İşbirliği Teşkilatı 15’inci Zirvesi’nde ülkemizin görüşleri açık yüreklilikle seslendirilmiştir.

Bu kapsamda, Dışişleri Bakanımızın İslam ülkelerine direkt söylediği “İsrail’i durdurmalıyız, ya barışla ya da zorla” sözleri kararlı ve korkusuz bir mesajdır.

Netenyahu ve yönetimi için hesap günü yakındır.

Bundan kaçış ve kurtuluş diye bir şey söz konusu değildir.

35 bin masumun dökülen kanı Netenyahu’yu inşallah boğacaktır.

Dünyada en sağır edici ses acı çeken bir mazlumun suskunluğudur.

Mazlumun suskunluğunu ise hiç kimse yanlışa yormamalıdır.

Hem Türkiye hem de dünyada pek çok ülke zalim İsrail’e karşı ayaktadır.

 Hz.Ali’nin dediği gibi; “Mazlumun öç aldığı gün zalimin zulmettiği günden daha korkunç olacaktır.”

O gün için geri sayım başlamıştır.

İsrail’in Gazze katliamı geçtiğimiz hafta sonunda; Almanya, Fransa, Küba, Kanada, ABD, Arnavutluk başta olmak üzere pek çok ülkede protesto edilmiştir.

Sivil ve masum bir halka reva görülen hunhar ve barbar saldırılar lanetlenmiştir.

İsrail vatandaşları da hükümetlerini kınamakta, saldırıların durmasını talep etmektedir.

Birçok ülkede üniversite öğrencileri ayaktadır.

ABD’deki bir üniversitede yapılan mezuniyet töreni sırasında, öğrenciler, mezuniyet cübbeleri üzerindeki kefiyelerle Filistin bayrağı açmış, soykırım karşıtı sloganlar atmışlardır.

Demokratik ve meşru gösterilere zorbalıkla karşılık veren, öğrencilere ters kelepçe vuran, gözaltı uygulaması yapan bazı ülkelerin hali pür melali rezalettir, melanettir.

Hani nerede özgürlük ve insan haklarına riayet?

Hani nerede demokratik haklara saygı?

Hani nerede adalet ve hukuka bağlılık?

İşlerine gelince insan hakları bilirkişiliği yapan ve bu konuda raporlar ve ev ödevleri hazırlayan ülkelerin, işlerine gelmedi mi hak ve hukuk ihlallerinde sınır tanımamaları utanç duyulacak bir ikiyüzlülüktür.

Cani Netenyahu lehine Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne baskı yapmaya başlayan Batılı ülkelerin insanlık değerleriyle çelişmek şöyle dursun, bu değerlere açık açık cephe aldığı bariz bir gerçektir.

Bizim bu çifte standartçı ahlaksızlığa karnımız tok, yüzümüz dönüktür.

Kim ne yaparsa yapsın, insanlık zulme karşı birleşmiş ve bilenmiştir.

Bu gelişmeler yaşanıyorken, Kahire’de yürütülen ateşkes ve rehine takası anlaşmasının çıkmaza girmesi çok tehlikelidir.

Refah’a operasyon tehdidinden geri adım atmayan Netenyahu müzakere sürecini dinamitlemektedir.

Gazze’ye yönelik saldırıların kesilmesini açıkça ihtiva etmeyen bir anlaşmanın kalıcı ve kabul edilebilir olması elbette düşünülemeyecektir.

İsrail yönetiminin ateşkes çabalarını sabote etmek için beyhude gerekçeler uydurması, esir takasına eşzamanlı olarak Gazze’ye saldırıları sonlandırma talebine kapalı durması soykırımın devamına işarettir.

Gazze’de savaşın sona ermesine yanaşmayan Netenyahu’nun bedeli ödemesi artık bir insanlık ve hukuk namusudur.

Birleşmiş Milletler çok acil devreye girmelidir.

İsrail askerleri işgal edilen bölgelerden önşartsız çıkmalıdır.

Zira bölge bıçak sırtındadır.

Masumlar adına inisiyatif üstlenmesi gereken ABD yönetiminin, Suudi Arabistan’la planlanan savunma anlaşmasına İsrail ile diyalog şartı koyması zulmü cesaretlendiren bir skandaldır.

İki devletli çözüme bir destek verip bir burun kıvıran, bugün söylediğini yarın çiğneyen ABD yönetiminin güvenilmez politikaları cinayet ve katliamları maalesef teşvik etmektedir.

Bazen yüksekte zannettiklerimizin, aslında eğilemeyeceğimiz kadar alçakta olduğunu görmek hayatın tuhaf bir cilvesidir.

Gazze dünya için turnusol kâğıdıdır.

Ve bu süreç kimin medeni, kimin insani, kimin merhametli, kimin adil, kimin adalet ve hukuk yanlısı olduğunu gözler önüne sermiştir.

Bugüne kadar hiçbir güç zulümle abat olmamış, olamamıştır.

Türk milleti onun bunun ne diyeceğine aldırış etmeden, zalimlere ve zulüm tufanına sonuna kadar karşıdır.

Çünkü Türk milleti tarih, kültür ve medeniyet açısından dünya çapında eşsiz ve rakipsizdir.

Her gün bir fincan kahve fiyatının yarısıyla geçinmeye çalışan 1 milyar insandan mütevellit mazlumların sesi, nefesi, hatta demir yumruğu olmak için Lider Ülke Türkiye diyoruz.

Adaletli yaşama, eşit ve hakça paylaşıma, çağa mühür vurmuş bir millet iradesine, tarihi yapan bir devlet haşmetine ulaşmak için Türkiye Yüzyılı diyoruz.

Dünyada mıymıntı bir gezgin gibi değil, bir fatih gibi duruş ve devinim göstermek için Cumhur İttifakı ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin devamından yanayız.

Allah’ın izniyle çözemeyeceğimiz hiçbir sorun yoktur.

Üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir zalim de yoktur.

Gazze’de gözyaşları dinmeli, acı bitmeli, insanlık faciası son bulmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti yeri ve zamanı geldiğinde, şartlar başkaca bir seçeneğe imkan bırakmadığında, iç ve dış işgalcilere haddini bildirecek, şamarı indirecek, gününü gösterecek dirayetli güce sahiptir.

Türk milletinin gözü hem kendine hem de kürenin her köşesine dönmüş, gönlü ise ezelde olduğu gibi inanç ve kültür coğrafyalarımıza sabitlenmiştir.

Merhum Halit Ziya Uşaklıgil’in “Mai ve Siyah” isimli romanında aradığını bulamayıp derin hayal kırıkları ve hicran içinde İstanbul’dan ayrılan Ahmet Cemil karakteri asla kaderimiz olmayacaktır.

Türk milleti hem yaşayacak, hem de yaşatacaktır.

Damarlarımızdaki asil kan bunun teminatıdır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Bahar aylarıyla beraber siyasette de bahar mevsiminin doğuşundan memnuniyet duyacağımızı hiçbir komplekse veya kuşkuya kapılmadan ifade etmek isterim.

Kutuplaşmak yerine kucaklaşmak lazımdır.

Ortak akılla hareket ederek ülkemizin temel meselelerine kafa yormak, milli birlik ve dayanışmanın muteber imkanlarıyla mesafe almak bizim de arzu ve amacımızdır.

Hz.Mevlana diyor ya; “Duydum ki kapıma gelmiş, tokmak olmadığı için kapıya vurmadan geri dönmüşsün. Bilmez misin, kalp kapısının tokmağa ihtiyacı yoktur, o ancak içeriden açılır.”

Nitekim kapımıza değil de, kalbimize vuranı buyur ederiz.

Siyasette köprü kurmak yerine duvar inşa edersek yanlışa düşeceğimizi herkesin idrak etmesinde yarar vardır.

Sıkılı yumrukların açılması, çatık kaşların normalleşmesi, sertlik yerine yumuşamanın hakim olması, bunun da sürdürülebilirliği halisane dileğimizdir.

Ne güzel bir sözdür: Karıncayı bile incitmem deme! Bile’den incinir karınca; söz söylemek irfan ister, anlamak insan.

İnsanı içtenlikle ve ilgiyle dinlemek yine insana en büyük ikramdır.

Dinlenecek sözün doğru olması, milli ve manevi değerlerimize uygun düşmesi en makul ve mantıklı yoldur.

Siyaset kavga arenası değil, konuşma ve düğümleri çözme sahasıdır.

Sözün ateşiyle münakaşa ve muharebe etmek yerine; akıl ve ahlaki mutabakat ve müzakereyle Türkiye’mizin yükseliş sürecine herkes destek vermelidir.

Türk ve Türkiye Yüzyılına müzahir tavır ve tutum geliştirmek her siyasi parti ve siyasetçi için milli sorumluluktur.

DEM’lenmek yerine kantı, yani şekerli suyu tercih etmek, bundan da yudum yudum içmek akla en yatkın seçenektir.

Sayın Cumhurbaşkanımızla CHP Genel Başkanı’nın görüşmesinin esasını es geçip boş koltukla meşgul olanların boşa ve boşluğa düşmeleri pek tabii kendi bilecekleri bir şeydir.

Biz boşlukla ve boş yapanlarla değil, ülkesi ve milleti için dolu heves ve heyecanları olanların ne söylediğine, neyi hedeflediğine bakıyor, bununla ilgileniyoruz.

Ancak bazı kilit mahiyetli tartışma konularıyla ilgili de görüşümüzü paylaşmak istiyoruz.

Bir defa siyasetin yumuşama ve normalleşmesinin vasatı Türkiye ve Türk milletinin ortak değerleri, ortak çıkarları, ortak geleceğidir.

DEM’lenenlerin ayılması bir başka düşüncemiz ve temennimizdir.

Türkiye’de yargı yetkisini Türk milleti adına kullanan bağımsız ve tarafsız mahkemelerdir.

Anayasa’nın 138’inci maddesine göre,

Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.

Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.

Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz.

Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.

Yine Anayasa’nın 139’uncu maddesine göre;

Hâkimler ve savcılar azlolunamaz, kendileri istemedikçe Anayasada gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamaz; bir mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylık, ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun kılınamaz.

Meslekten çıkarılmayı gerektiren bir suçtan dolayı hüküm giymiş olanlar, görevini sağlık bakımından yerine getiremeyeceği kesin olarak anlaşılanlar veya meslekte kalmalarının uygun olmadığına karar verilenler hakkında kanundaki istisnalar saklıdır.”

 Bir davada sanıkların, tanıkların veya mağdurların lehlerine veya aleyhlerine olacak şekilde yargı yetkisi kullananlara baskı yapmak, talimat vermek suçtur.

Bu suç şikayete bağlı bir suç da değildir.

Bilhassa Gezi Parkı Davasında hüküm alan Osman Kavala’nın yeniden yargılanması ya da serbest bırakılması hususunda kamçılanan sipariş bir süreç devamlı surette ilerletilmektedir.

Bahse konu ettiğimiz şahıs, Türk Ceza Kanunu’nun 312’inci maddesinde düzenlenen; “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır.

Gazi Parkı davasında yargılanan diğer sanıklar da 18’er yıl ceza almışlardır.

Bu kararı veren bağımsız ve tarafsız Türk yargısıdır.

Neymiş, CHP Genel Başkanı, Avrupa Parlamentosu’nu ziyaret ettiğinde, “saati sorunca, sen önce Kavala’yı çıkar” cevabını almış.

Anlamadığımız şudur, Sayın Özel’in kolunda saati yok mudur? Haydi yok diyelim, beraberindeki arkadaşlarında da mı yoktur?

Sayın Özel’in saati sormak yerine PKK’ya ve FETÖ’ye verilen destekleri muhataplarının yüzüne vurması gerekmez miydi?

Türkiye hukuk devletidir, yargımız bağımsız ve tarafsızdır demesi taşıdığı sorumluluğa uygun düşmez miydi?

AB’li politikacıların kara propagandasına kulak verip bunları ham haliyle ülkemize taşıyacağına Türkiye’nin egemen devlet onuruna korkusuzca sahip çıkması doğru olmaz mıydı?

Bırakın Kavala’yı da kanun kaçağı FETÖ’cüleri ve PKK’lıları Türkiye’ye ne zaman teslim edeceksiniz sorusunu soramaz mıydı?

Sayın Özel saati merak ederse, rahat olsun, bana sorabilir, köstekli saatimi açar, kendisiyle açık açık da paylaşırım.

Kavala sevdalısı bazı kalemşörler de,

“Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulamayan bir Türkiye, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymayan bir Türkiye, Avrupa Konseyi tarafından yaptırım tehdidi ile karşı karşıya olan bir Türkiye, peki bu kime yarar?”  diye adrese teslim bir soruyla gündem tayin etmeye hevesleniyor.

Ne yapalım, boyun mu eğelim?

Yarı sömürge bir ülke olmaya tamam mı diyelim?

Avrupa istedi diye adalet ve hukuk şerefini iki paralık mı edelim?

Şu iddialara bakar mısınız;

“Gezi davasında ceza verilmesine esas teşkil eden ve ortadan kaldırılmak istendiği iddia edilen Türkiye Cumhuriyeti hükümetinden kastedilen “Başbakan” ve “Bakanlar Kurulu”muymuş.

 Eğer yapılan itirazlar reddedilirse Gezi sanıkları, karşı çıktıkları anayasa değişikliği ile getirilen sistemden yararlanacaklarmış.

Yeni hükümet sisteminde yürütme gücü Bakanlar Kurulu tarafından değil, Cumhurbaşkanlığı Kabinesi tarafından kullanılmaktaymış. Başbakan ve Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi içinde yaşatılmıyormuş.

Suçun mağduru olan hükümet, yasa ve Anayasa’dan çıkarılmış. Ortada mağduru olmayan bir suç kalmış. Mağduru olmayan suç olmazmış.”

Emin olunuz, bunları kaleme alan şahıs doğrudan doğruya Osman Kavala serbest bırakılmalıdır dese en azından daha tutarlı ve omurgalı bir açıklama yapmış olurdu.

Devletin üç unsuru vardır.

İlki millet, ikincisi ülke, üçüncüsü de egemenliktir.

Bunların dayanağı da hukuktur.

Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir.

Suç “eski sistemde işlendi, yeni sistemde geçersizdir” demek, devleti ve milleti bilmeyen, bilse de hasıraltı eden tetikçilerin ve kimliksizlerin harcıdır.

Mahut ve malum bir cinayet davasının hazırlanan 145 sayfalık iddianame dolayısıyla, Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkü Ocaklarına iftira atan, kan ve çamur sıçratan alçaklar koalisyonu, ne hikmetse devlet ve millet karşıtlarına kucak açmakta, methiyeler düzmektedir.

Hayatlarında tek bir defa Ülkücünün hakkını, hukukunu ve haysiyetini gözetmeyen mihrakların partimizi ve Ülkü Ocaklarını bir cinayetle anma teşebbüsleri ayrıca değerlendirilmesi gereken şerefsizce bir saldırganlıktır.

Bugüne kadar niye iddianame hazırlanmadı diye sordular.

İddianame hazırlandı, içi boş dediler.

Davamızı yargılamak için kuyruğa girdiler.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak beklentimiz şudur:

Mezkur iddianame ilgili mahkeme tarafından kabul edilip yargılama süreci derhâl başlatılmalıdır.

Kimin elinde hangi belge ve bilgi varsa mahkemeye sunmalıdır.

Hatta şahit olarak dinlenmek isteyenlere mahkeme kapısı açılmalıdır.

CHP’sinden İP’ine kadar malum partiler neyi biliyorsa acilen mahkemeye yetiştirmelidir.

Abdestten şüphesi olmayanın namazından şüphesi olmaz.

Çiğ süt içmeyenin karnı da ağrımaz.

Bakalım hukuki süreç Ankara’da mı bitecek, yoksa Pensilvanya’ya mı dayanacak, hodri meydan, hep beraber göreceğiz.

Bilinmesini özellikle isterim ki, ellerinde binlerce Ülkücü şehidimizin kanı olanların feriştahı gelse biz de yaprak dahi kımıldamaz, kımıldamayacaktır.

Fuzuli’nin dediği gibi, herkesin bir derdi var, kimi anlatır dilini yorar, kimi susar yüreğini yakar.

Yüreğimiz yansa da dilimizi bunlara karşı artık yormayacağız.

Devlette sürekliliği yok sayanların, devlet sisteminin hukuki, tarihi ve siyasi alt yapısını kurcalayanların iç işgal cephesinde konuşlandıklarını söylediğimizde, sorarım sizlere yanlış mı yapıyoruz? Hata mı ediyoruz?

Türkiye’nin itibarını, istikbalini ve saygınlığını Osman Kavala’ya bağlayanlar korkunç bir bühtanın failleri değildir de nedir?

Bize göre, bunlar Türkiye’nin istiklal haklarına kast eden azgınlaşmış işbirlikçilerdir.

Mahkum olmuş Kavala’ya “içeride tutuluyor” diye yazıp konuşanlar tek kelimeyle devlet ve millet muhalifidir.

Bunların anlayışına göre Türkiye uluslararası baskı ve dayatmalara teslim olmalı, süngü düşürmeli, diz çökmelidir.

Bu sefillerin örneklerine maalesef her dönem tesadüf edilmiştir.

Fakat Türk Devri’nde, Türkiye Yüzyılında bunların suyu kesilecek, üredikleri ideolojik bataklık mutlaka kurutulacaktır.

Bugün Kavala şakşakçılığı yapanların, yarın terörist Demirtaş’ı, diğer gün ise İmralı canisini gündeme taşımaları mukadderdir.

Böylelikle geriye ne devletin hükümranlık kazanımları ne de Türkiye’nin varoluş hakları kalacaktır.

İstenen budur.

Hedeflenen budur.

Proje budur.

Ülkemizde siyasi iklimin değişmesi ve baharın gelmesine vurgu yapanların amacı devlet ve millet düşmanlarının serbest bırakılmasıdır.

Bu bahar değil, kara kıştır, fırtınadır, devletin ve milletin ağır yara almasıdır.

Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhur İttifakı şer ve şirret emel sahiplerine müsaade etmeyecek, sonuna kadar direnecektir.

Değerli Arkadaşlarım,

Sürekli yakınanlar, sürekli şikâyet edenler, sürekli yıkmanın, bozmanın, kırmanın ve dökmenin çabasında olanlar siyaset düşkünüdür ve acizliğin toplama kampında esir düşenlerdir.

İnsan için güzel, bereketli ve faydalı olan her şey akıl ve imanın telif eseridir.

Bu eserin toplumsallaşması, ufuk ötesine ışıklar saçması, geleceğin kuytu köşelerini aydınlatması ortak akıldan beslenen bir siyaset maharetidir.

Bu maharetin mahrumları aydın veya siyasetçi değil komitacıdır.

Siyaset yapmakla komitacı aymazlık arasında kapanmaz uçurumların olduğunu ifade hepimizin görevidir.

Büyük Türk düşünürü Yusuf Has Hacib diyordu ki:

Aymaz olursa beyler işini bitiremez,

Aymaz bey bilmeli ki beyliği devam edemez.

“Devlet” isimli kitabın yazarı Eflatun, asırlar evvel, “en tehlikeli durum, devletin ayağa düşürülmesi” demişti.

Değeri ve önemi aşikar olan bir şeyi çıkarlar uğruna, bilerek veya bilmeden aşağılanan, hor görülen, ayıplanan noktaya getirmenin adı da işi ayağa düşürmektir.

Bugün hem Türk siyasetinin hem de küresel siyasetin mümeyyiz sorunu bana kalırsa budur.

Kendilerini yükseltmek maksadıyla milleti ve devleti ayağa düşürmek için Türkiye düşmanlarının eline avucuna düşenler kelimenin tam manasıyla zillettedir ve farklı platformlarda köhne sıfatlarıyla arzı endam ettikleri ortadadır.

Siyasetteki potansiyel ve popüler mesele yalnızca seçim kazanmakla, koltuk kapmakla, zirveye tırmanmakla sınırlandırılamaz, bunlarla da sınırlı görülemez.

Millet varlığını, devlet hakkını, insan onurunu şartlar ne kadar ağır olursa olsun savunma ve sahiplenme fazileti gösterenler siyaseti adam gibi yapan yüz aklarıdır.

Demokrasi demek, haksızlığa ve hukuksuzluğa vize vermek demek değildir.

Demokrasi demek demagojiye ve totolojiye çanak tutmak hiç değildir.

Kendine has meziyetiyle, şahsi kabiliyetiyle, milli ve manevi kıymet hükümlerinin kümelenmiş alanında, milletinin ve ülkesinin ali menfaatlerine toplu iğne başı kadar da olsa hizmet eden her siyaset ve siyasetçi takdire ve saygıya layıktır.

Yanlışı bilerek yapmak, sonra da bu yanlışın faturasından korkup gerçeği saklamak bir telaşın tezahürüdür.

Siyaset tarihi böylesine telaşlar içinde çırpınan politikacılarla doludur.

Kendini tekrar eden, boş yere nefes tüketen siyaset üslubunun tanımı totolojidir.

Bir başka anlatımla totoloji kelime israfı, ishal-i kelamdır.

Totolojinin pençesine düşenler ne bugüne ne de geleceğe dair tek bir söz söylemekten aciz olan, vizyon ve misyon karmaşasına iliklerine kadar batmış bulunan kifayetsizlerdir.

Geleceğimizi ve tarihi gerçeklerimizi tehlikeye sokan siyasi ittifakın mahzeninde milli varlığımızı ve milli güvenliğimizi hedef alan sinsilikler mayalanmaktadır.

Düşünmekten vazgeçmiş, gelişmeye sırt çevirmiş, hakikate küsmüş, millete dudak bükmüş, ne var ki sırayı muhasım ve müstevli odaklar alınca ışık diye ateşe koşmayı siyaset ve çözüm zannetmiş güruhun istismar ve ihanete teşne halleri artık tahammül eşiklerini aşmıştır.

Siyaset dediğimiz karmaşık manzume, aynen insaniyette olduğu gibi, ahlakla kaimdir.

Bugünkü siyasi muhalefet, kendisini yenilemekten, gelişmelerin hacmini ve hamulesini yorum kuvvetinden çok uzaktır, dahası hiç güven vermemektedir.

Bunlar arasında Cumhuriyet’in yeni yüzyılı için dört başı mamur bir tanım getirenini gördünüz mü?

Yeni yüzyılı baz alarak Türkiye’nin huzur, güvenlik ve ekonomik refahı için parlak bir teklif paylaşan muhalif siyasetçi cümlesi hiç duydunuz mu?

Geleneksel sloganlar dışında, anlattıklarından istikbale dair bir umut hissine kapılanınız oldu mu?

Biz Cumhuriyet’in 100’üncü yıl dönümünü demokratik, kapsayıcı ve katılımcı yeni bir anayasayla taçlandıralım istiyoruz.

Gelin görün ki, muhalefet partilerinin karşı duruşundan, karşı çıkışından, kısmi tadilatları anayasa teklifi diyerek gündeme taşımaktan başka bir önerisine, bir gayretine şahitlik edeniniz çıktı mı?

Toplumdaki değişmeyi fark edemeyen siyasetin devlete şahsiyet kazandıran hukuki çerçeveyi düzenlemesi tarihin hiçbir döneminde söz konusu olmamıştır.

Büyük İslam düşünürü İbni Haldun, insanların yanlış ve hatalı görüşlere kapılmasının sebeplerinden birisini, zamanın değişmesiyle toplumların da değişeceği gerçeğinin anlaşılmaması şeklinde formüle etmişti.

Kanaatimce çok da haksız değildi.

Gerçekleri çarpıtan siyaset pratiği tutsak ve tutuktur. Aynı zamanda amacını kaybetmiştir.

Milli amaçlar etrafında kenetlenecekse ne ala, biz her türlü uzlaşmanın şüphesiz yanındayız.

Aksi olursa da, hiç kimse kusura bakmasın, çizgimizden, ilkelerimizden, ahlaki duruş ve mücadelemizden kesinlikle ödün vermeyiz.

Bu duygu ve düşüncelerle sözlerime son verirken sizleri bir kez daha hürmet ve muhabbetle selamlıyor, sağlıcakla kalın diyorum.

Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun.

Kaynak : www.istanbulgercegi.com

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları