‘Bunu da yaz Barış abi!’
Barış Pehlivan; Pandemi izninden sadece Silivri’ye dönmeyen 1100 firari mahkûm varmış. Ben koğuşuma dönüyorum.
“Sayım çıkmıştır! Sayım çıkmıştır!”
Üç katlı açık cezaevinin dört bir yanındaki hoparlörlerinden çıkan bu anonsu yüzlerce kişi bekliyordu. Günde beş kez duyuyorduk ve bahçeye çıkabileceğimizin ilanıydı. Kırmızı not defterimi ve siyah kalemimi alıp koğuşumdan ayrıldım.
Her biri 12 ayrı koğuştan oluşan dört ayrı bloklu bir binaydı burası. Merdivenlerden inerken karşılaştığımız hükümlülerle birbirimize “Geçmiş olsun” diyorduk. Sahi, geçiyor muydu?
Üçü yavru beş kedimiz ve üç köpeğimiz vardı. Beyaz kedi binanın girişinde yatıyordu. Kafasını okşayıp devam ettim...
Bahçede volta atarken infaz koruma memurlarının yorgun yüzlerini gördüm. Herkesin bildiği sırdı; çoğu cezaevinden sonra ek iş yapmak zorunda kalıyordu.
Kimisi restoranlarda, kimisi düğün salonlarında çalışıp ailesini geçindirmeye çabalıyordu. Ne üzücü... Adalet sisteminin temsilcileri de adaletsizliği yaşamaya mahkûmdu.
‘Ticarethanede’ 116 bin lira aranıyor
Biri seslendi arkamdan, yanıma koştu. Konu döndü dolaştı, hayat pahalılığına geldi. Kalpazanmış konuştuğum. “Sahte para bile artık kazandırmıyor” dedi gülerek... Anlamadığımı anlayınca devam etti:
“Abi düşün... En büyük kâğıt para 200 TL. Ben onun sahtesini 30 liraya alıyorum. Piyasaya sürmek için bir sigara alsam, 50 lira gitti. Kaldı mı sana 120 lira? Artık İstanbul esnafı kolay yemiyor. Biz de mecburen gurbete, yani küçük şehirlere gidiyoruz. Arabasıydı, benziniydi derken sahte 200 liradan üç kuruş kalıyor cebimize...”
Gülümseyip yalnız devam ediyorum. İki mahkûmun konuşmasına kulak kesiliyorum...
Cezaevi yemekhanesindeki televizyonda futbol maçlarını seyretmek istiyorlarmış. Ama gelin görün ki buraya maliyeti 116 bin liraymış. Zira, yayıncı kuruluş açık cezaevini “ticarethane” gibi görüyormuş. Kurumun ödeneği olmadığından, mahkûmlardan para toplanması gündemdeymiş.
“Bunu da yaz Barış abi” diyorlar, “Yazarım” diyorum. Her şey ne kadar garip...
‘Yazdıklarınız doğru mu?’
Yıllarını hapiste geçirmiş bir uyuşturucu sanığı şiir defterini vermişti. Beni görünce heyecanlı şekilde “Okudun mu abi?” dedi. Okumuştum. Tasavvufi şiirler yazıyordu. Tavsiyelerimi ve eleştirilerimi paylaştım. Okuması gereken şairleri ve edebiyat tarihi üzerine kitapları önerdim. Yeşil gözleri parladı dinlerken...
Yanımdan ayrılmadan “Metastaz’da ve Cendere’de yazdıklarınız doğru mu” diye sordu. “Demek doğru ki buradayım” dedim.
Arka bahçe çok rüzgârlıydı. Yürümek cesaret istiyordu. Bir gül gördüm, yaklaştım, kokmuyordu. Takım elbisesini hiç çıkarmayan, 70’li yaşlarda görünen bir mahkûm vardı. Ne zaman beni görse, “Allah’ına kurban, seni çok dinlemişim” diyordu. Yine dedi, “Sağ olun” diye yanıt verdim.
‘1100 firari mahkûm var’
Cezaevinde fısıltı gazetesi çok revaçtaydı. Duydum ki çürümüş domatesler ve yeşillikler fahiş fiyata kurumun yemekhanesine satılıyordu. Sahi, kasa kasa bu malzemeler kimden alınıyordu?
Not defterim doldukça doluyordu...
Ağır suçluların hızlıca tahliye edilme öykülerini, rüşvet alan savcıları ve hâkimleri tanıklarından dinliyordum. Duyduklarım karşısında halen şaşırabildiğime şaşırıyordum.
Hoparlörden ses geliyor: “Sayım başlamıştır! Sayım başlamıştır!”
Pandemi izninden sadece Silivri’ye dönmeyen 1100 firari mahkûm varmış. Ben koğuşuma dönüyorum...
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları