Cehennem bekçileri de ateşte yanıyor
Barış Terkoğlu: Sanırım şu dünyada en zor karşılaşacağınız şey aslında en yakınınızdadır. Bir finans kralının çocuğu olan asker, boğazdaki yalıda doğmuş polis, sanayicilerin arasında büyümüş bir gardiyan bugüne kadar hiç görmedim.
Eyfel Kulesi’ni gördünüz mü? En azından bir gün Paris’e giderseniz göreceğinizi bilirsiniz. Ya Özgürlük Heykeli’ni? Belki hiç düşünmediniz ama yolunuz New York’a düşerse orada durduğunun farkındasınız. Bir gezdiren olursa Tivoli Bahçeleri’nin altını üstüne getirirsiniz. Yeter ki Kopenhag’a bir varın.
Gidersiniz, görürsünüz, bilirsiniz...
Sanırım şu dünyada en zor karşılaşacağınız şey aslında en yakınınızdadır. Bir finans kralının çocuğu olan asker, boğazdaki yalıda doğmuş polis, sanayicilerin arasında büyümüş bir gardiyan bugüne kadar hiç görmedim. Davalarını izledim, gözaltına alındım, hapis yattım. Hepsi yeniden yaşansa yine de halkın arasından çıkmamış bir tanesiyle karşılaşabileceğimi sanmıyorum. Merak edip sordum. Kimi bir öğretmen çocuğu, kimi işçi aileden, kimi öksüz-yetim.
Ülkeyi yönetenler onları pek çok kez halkla karşı karşıya getirmeye çalışır. Bunun için de en başından, halkla aralarına duvar örmek için ayrıcalıklı olduklarını vaaz eder. Bütün ayrıcalık hayallerinin yıkıldığı kriz dönemleri tüm yanılsamaları ortadan kaldırır.
Mühendis ya da iktisatçı gardiyan
Salgın döneminde cezaevindeydim. Mahpusları da yakınlarını da onlar için kanun yapanları da günlerce konuştuk. Bir eksik kalmıştı: Gardiyanlar. Onların bu süreçte yaşadıklarını kimse anlatmadı. Daha da önemlisi onlar adına onların sesi olacak neredeyse kimse yoktu. Gözleri “keşke biri anlatsa” der gibi bakıyordu. Bu görev de bize kaldı.
Biliyorum, Fransızcadan aldığımız “gardiyan” kelimesinden hoşlanmıyorlar. Arap dilinden uyarladığımız “infaz memuru” ise bana pek soğuk geliyor. Neredeyse tüm edebiyatımıza mal olmuş, söylemesi kolay, halkın kabul ettiği şekliyle “gardiyan” ifadesini daha bizden görüyorum. “Gardien”in karşısında yazan “cehennem bekçisi”, hapishaneyi de yapılan işi de daha iyi anlatıyor.
Okudukları okullar bana bir şey anlatıyor. Yıllar geçtikçe üniversite-yüksekokul mezunu gardiyan sayısı artıyor. Hayır, bunun nedeni maaşların yüksek olması filan değil. Yakından bakınca fark ediyorsunuz ki Türkiye’deki işsizlik, hele okumuşların işsizliğindeki artış, bambaşka fakültelerden mezun olmuş halk çocuklarının gardiyanlığa zorunlu olarak yönelmesini sağlamış.
“Memur” lafını kullanmaktan kaçmamın bir nedeni daha var. “İş güvenceleri” olan eski memuriyet düzeni her yerde olduğu gibi yerini “sözleşmeli” lafına terk etmiş. İncelediğinizde birçok gardiyanın artık “sözleşmeli” denilerek istikbalini bilmeden, daha düşük maaşla, şartlarına itiraz edemeden çalıştırıldığını görebilirsiniz.
Salgın sürecinde hapsedildiler
“Kriz” dedim ya, peki salgın sürecinde gardiyanlar nasıl yaşadı?
Bir gardiyanın cezaevine tıpkı mahpus gibi, x-ray’den geçerek, cebindeki telefonu dışarıda bırakarak girdiğini hatırlatayım.
Salgının ardından alınan ilk kararla önce cezaevindeki gardiyanlar üçe bölündü. Bir grup evde karantinaya, ikinci grup bir otelde karantinaya alındı. Üçüncü grubun ise cezaevinden çıkmasına izin verilmeden, tıpkı bir mahpus gibi cezaevi içinde açılmış odalarda yaşaması sağlandı. En az ikişer haftalık periyotlar halindeki bu üç duraklı dolaşım, gardiyan için yeni bir hayat demekti. 45 günün 15’inde hapishanede kilitli, 15’inde bir otel odasında kilitli, 15’inde ise evde kapalı bir tür hapishane.
Salgın ilerleyince bu periyotlar üçten ikiye düştü. Yani en az 15 gün hapishanede, 15 gün ise evde kapalı bir hayat. Evden dışarı çıkıp çıkmadıklarının görevliler vasıtasıyla kontrol edildiği, gardiyanın gardiyanlığını yapan bir düzen.
Söylemek istediğim şu: Süreç bir gardiyanı da fiilen cezaevinde mahkûm olduğu çalışana dönüştürdü. Üstelik görevli sayısının azalması nedeniyle çalışma saatleri arttı. Bir kişi birkaç kişilik iş yaptı. En az 15 gün hapiste kapalı kalan, ailesi ile sınırlı bir görüşme imkânı olan gardiyanın koşulları ağırlaştı. Zaman zaman 24 saat kesintisiz çalışmanın olduğu vardiyalar, insan bedeni için kaldırılması zor bir mesai ortamı oluşturdu.
Kimi günlerce görmediği ailesine, çocuğuna ağladı. Kimi bu şartlar altında “mahpustan ne farkımız var” diye kendi kendine söylendi. Kimi de “tutuklu insanları artık daha iyi anlıyorum” diye iç geçirdi.
Diyeceksiniz ki herhalde dişe dokunur bir fazladan mesai ücreti almışlardır. Bu sorunun yanıtı da elbette hayır.
Yönetenler için önemsizler
İnsanlar için hapis kararı veren adalet saraylarındaki odalar salgın nedeniyle kapalıydı. Ama koşulları ağırlaşmış tutuklu-hükümlüler, devletin gördükleri tek yüzüne, yani gardiyana tepki gösterdiler. Bunu da gardiyan göğüslemek zorunda kaldı.
Öte yandan kendileri de her biri yüzlerce-binlerce insanı barındıran cezaevinde hastalık tehlikesiyle yaşadı. Türkiye’deki sistem sorununun son düğmesi olarak, yönetenler için ne kadar önemsiz olduğu gerçeğiyle tanıştı. Mahalle bekçileri günlerce konuşulurken, “cehennem bekçileri” bir gün bile tartışılmadı.
Söylemesem, anlatmasam eksik kalırdı. Gazeteci, kendisinin üzerine kapıyı kilitleyen insanların uğradığı haksızlıkların da tanığıdır. Çoğumuz farkında olmasak da cehenneme atılan lanetlenmişlerin de cehenneme bekçilikle görevlendirilmişlerin de mutluluğu kapıları içeriden açılan bir dünyadadır. İşte bu nedenle, unutursak hepimiz birbirimize aynı halkın çocuğu olduğumuzu hatırlatalım.
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları