Can Ataklı; İşte bu nedenle 30 kasımda sadece bayrağınızı alın ve Beşiktaş'a gelin...
İyi akşamlar sevgili izleyiciler; dünkü sohbetimizde hükümetle cemaat arasında patlak veren dershaneler kavgasının nerelere ulaşabileceğini bugünkü sohbetimizde ele alacağımı söylemiştim. Çünkü cemaatle hükümet arasındaki ilk ters düşme değil bu dershaneler olayı, daha önce de bazı konularda karşı karşıya geldiler, ancak her seferinde çevrenin de etkisiyle "biz etle tırnak gibiyiz" açıklamaları karşılıklı olarak yapıldı ve bir orta yol bulundu.
Ancak bu kez farklı bir durum olduğunu hissediyorum. Bu nedenle dün size "üzerinden bir 24 saat geçsin de öyle bakalım" demiştim. Evet aradan 24 saat geçti. Tartışma daha da alevlendi ve kızıştı. Bugün bu konuyu enine boyuna ele almak istiyorum.
Bugün yine dünden devamla adaylık sürecimle ilgili bir bilgi daha vermek istiyorum. 30 kasım cumartesi günü meydana çıkacağımı söylemiştim. Ama neresi olduğu belli değildi. Bugün belli oldu. Beşiktaş'taki iskele meydanında, Barbaros Hayrettin Paşa anıtının önünde olacağım, bunun da ayrıntılarını birazdan anlatacağım.
Önce herkesin dilindeki cemaat hükümet kavgasına gelelim.
Gözlediğim kadarıyla bu seferki kavga farklı. İki taraf da köprüleri atar gibi davranıyor. Karşılıklı suçlamaların bir bölümü hakarete varmaya başladı, geri dönüşü kolay olmayacak sözler söyleniyor.
Peki bu kavgadan kim galip çıkar?
Bana göre iktidar tarafı ağır basar. Çünkü güç şu anda iktidarın elinde. Cemaati sadece dershaneler konusunda değil birçok alanda sıkıştırabilme, zora sokma gücü var hükümetin.
İşe örneğin dün Kanaltürk ve Bugün TV'nin yöneticilerinden ve Bugün gazetesi yazarlarından Tarık Toros, RTÜK'ün aynı konuda kendilerine verdiği ceza ile yine yandaş bir kanal olan TV24'e verilen ceza arasındaki farka dikkat çekerek "Bize yönelik bir sindirme mi var?" diye soruyordu.
Gerçi şu anda izlediğiniz Ulusal Kanal bu konuyu aylardır dile getiriyor. Aynı konuda başka kanallara hiç ceza verilmezken Ulusal Kanal'a karşılaması giderek mümkün olmayan cezalar verilmesinin amacını sorguluyor. Kimseden bir ses çıkmıyor. Her televizyonda yayınlanan haberlerle ilgili neden sadece Ulusal Kanal'a ve bir de Halk TV'ye ağır para cezaları verilmesi nedense kimsenin dikkatini çekmiyor. Aslına bakarsanız çekiyor da diğer kanallar ağızlarını açmıyorlar, durup dururken kendi başlarına dert açmak istemiyorlar.
Çünkü sevgili izleyiciler, dehşet bir iktidarla karşı karşıyayız. Canı nasıl istiyorsa öyle davranıyor,. Yasalar, yönetmelikler, hukuk, hak, demokrasi bu iktidarın umurunda bile değil. Tek kriterleri var. "bizden mi, değil mi?" Bizdensen her şeyi yapabilirsin, sana ne hukuk ne yasalar geçerli değil. Yok eğer benden değilsen o zaman kendine dayaklardan dayak beğen.
Sadece Gezi olaylarının başından bu yana Ulusal Kanal'a kesilen RTÜK para cezaları milyonu bulmuş. Tam rakam elimde yok. Ama bakıyorsunuz ceza verilen haberlerin neredeyse tamamı diğer tv kanallarında da yayınlanmış.
Örneğin dünkü toplantında arkadaşlar anlatmıştı. Aklımda kaldığı kadarıyla size aktarayım da yapılanı bir görün.
Antakya'da gece polis operasyonu sırasında Ahmet Atakan adlı bir genç ölmüştü. Polis damdan düşerek öldüğünü söylerken CHP Hatay milletvekili Hasan Akgün ise Atakan'ın vurulup öldüğünü ileri sürmüştü. Ulusal Kanal her ikisini de haber yapıyor. "Valilik böyle dedi" diyor. Sonra milletvekilinin de tüm gazetecilere yönelik söylediği sözleri aktarıyor. RTÜK diyor ki "Neden valililiğin açıklamasını esas almadınız da, milletvekilinin söylediklerini yayınladınız?"
Allah Allah, o da haber bu da haber ikisi de yayınlanmış. İşin garibi, o günkü haberde şöyle bir cümle var; "CHP Milletvekili Hasan Akgün, Atakan'ın damdan düşmediğini kurşunla vurulduğunu söyledi." RTÜK soruyor "Neden iddia etti demediniz de söyledi dediniz." Neymiş valilik açıklama yapmış, milletvekilinin sözleri "söyledi" diye değil "iddia etti" diye tanımlanmalıymış. Yani RTÜK böyle eften püften şeylerle bile sıra Ulusal Kanal'a gelmişse, acımasızca ceza yazıyor. Ama o haber bütün tv kanallarında bu şekilde yayınlandı başka hiçbirine ceza yazılmadı.
Neyse dönelim Kanaltürk olayına. Bu televizyon kanalı Fethullah Gülen cemaatine yakınlığı ile tanınıyor. Dershane olayı patladıktan sonra RTÜK bir haberde gerektiği gibi buzlama yapılmadığını ileri sürerek Kanaltürk'e para cezası veriyor. Aynı nedenle incelenen kanal24'e ise bir ceza verilmesine gerek olmadığı sonucuna varılıyor. Ve bu iki karar RTÜK'ün internet sitesinde yan yana yayınlanıyor. Tarık Toros da "Bu nasıl bir uygulama, böyle çifte standart olur mu?" diye soruyor.
Oluyor işte. Üstelik yeni de değil. Ama yandaş medyanın bundan haberi olmuyordu. Oluyordu da başına gelmiyordu. Şimdi başlarına geliyor. Çünkü öyle ya da böyle iktidar kendisine yönelik bir tavır olduğunu görüyor ve hemen karşılığını veriyor.
Bu nedenle en azından kendi çapımda cemaatten yana yayın yapan tv kanallarına "aramıza hoş geldiniz, umarız ve dilerim ülkenin nasıl bir zihniyetle yönetildiğini şimdi daha iyi görürsünüz" diyorum.
Yani uzun lafın kısası, iktidarın elinde cemaatin herhangi bir alanda faaliyet gösterdiği her şirkete, kuruluşa ve kişiye yönelik eylemleri artabilir bu süreçte.
Daha da yanisi, bu savaşta iktidar cemaate karşı çok daha güçlüdür.
Peki cemaat bunu bilmiyor mu?
Elbette biliyor.
Ama daha önce de anlatmıştım, burada iki faktör önemli. Birincisi cemaat iktidara yönelik eleştirilerini dünya konjonktürüne uygun biçimde yürütüyor. Cemaatin de ilişkide olduğu kimi dış güçler, dünya egemenleri AKP iktidarından rahatsız.
İkincisi cemaat sayısal olarak çok güçlü olmamasına rağmen müthiş bir etki gücü var. Uzun yıllar içinde yargıda, poliste, eğitimde ve mülki idare alanında çok ciddi bir kadrolaşmaları oldu. Fethullah Gülen'in dinsel kimliği toplumda bir saygı ve sevgi oluşturuyor. Bu nedenle cemaatin gücü olduğundan çok fazla görünüyor.
İktidarın cemaatin üzerine gitmesi halinde, bu kadroların pek çoğu dağılabilir veya etkisiz hale gelebilir. Cemaat bunun yarattığı panikle, mevcudu korumak için refleksle harekete geçerek iktidar üzerinde bir psikolojik baskı oluşturmaya çalışıyor.
Yaklaşan seçimler ve kimi adayların "cemaat beni destekliyor" türü açıklamaları zaten iktidar için tehlike çanları gibi sunulmak isteniyor. İktidara kimi çevreler "cemaat oyunu AKP'den çekebilir" mesajını veriyor. Cemaat bunun iktidar üzerinde etkili olacağını düşünüyor ve eleştirinin dozunu artırarak iktidarı köşeye sıkıştırmak böylelikle AMP iktidarı döneminde sağlanmış olan avantajlarını korumak istiyor.
Ancak buna karşı, gözlediğim kadarıyla iktidar cemaatin özellikle sayısal gücünü abarttığı, "oylarımı çekerim" tehditinin pek geçerli olmadığını görüyor. Bugün medyada vardı "cemaatin oyları AKP oylarını yüzde 1 etkiler" diyordu AKP'ye yakın bir siyasetçi. Eğer iktidar bu görüşe inanıyorsa, ki Eroğan7ın sert tavrından bunu anlıyorum, cemaatin tehditvari tavrını hiç ciddiye almaz bile.
Bunun ötesinde kavgayı somut olarak ele aldığımızda, cemaat yaptığı mücadelede giderek gözden düşecektir. Çünkü sonuçta konu dershanelerle ilgilidir. Dershaneler yıllık 4 milyar liraya yaklaşan bir ciro yapmaktadır. Hükümet artık ershaneleri kapatmak istiyor. Ya da "bunları okula dönüştürün" diyor. Sonuçta dershanelerin kapanmasıyla birlikte çok ciddi bir gelir kaynağı kesilecektir.
Kamuoyunun bakışını dikkate alırsak bir süre sonra kavga daha da şiddetlendiğinde, vatandaş "iyi de hükümet bu işte haklı değil mi, cemaat kaybedeceği paranın peşine düşmüş olmuyor mu, bütün kavga dershaneler pastasından eksilen para nedeniyle çıkmıyor mu?" diye sormaya başlayacaktır.
Yani bugüne aslında çok ciddi bir maddi gücü yöneten, ki 50 milyarlık bir toplam cirodan söz ediliyor, bütün cemaatin iş yaptığı alanlar açısından, ama hiçbir zaman bu maddi güçten söz etmeyen, bütün hizmetlerini öncelikle İslam'a hizmet olarak sunan ve toplumun özellikle dindar kesimlerinde büyük beğeni toplayan cemaat ilk kez akçalı bir işte hükümetle ters düşmüş oluyor. Tartışmanın ilerlemesi halinde bunu halka izah etmesi çok güç olacaktır. Vatandaş "hem din hem para, tuhaf değil mi" diyebilir.
Ancak tabii olayın bir başka yönü de var. Bana göre iktidara yani AKP'ye yandaş olan çevreler, cemaatin son eleştirilerinden duydukları rahatsızlık ile kantarın topuzunu kaçıran bir karşı atağa da geçtiler, bunu da görmek gerek. Dershaneler üzerinden başlayan tartışma Fethullah Gülen'in meşruiyetini sorgular hale de geliyor. Ayrıca yine AKP yandaşı, Tayyip Erdoğan yandaşı kalemler, sözcüler, iktidara yaranmak için cemaat aleyhine başka alanlardan da topa girerek yıpratma kampanyası açmaya çalışıyor.
İşte bu konuda AKP'nin cemaatle başa çıkması çok zor olabilir. Çühkü açıkça söylemeliyim ki, cemaatin operasyonel adamlarının bilgi ve yetenekleri AKP'lilere göre çok daha ileri. Ki tam olarak kanıtlanmamış olmasına rağmen, bugün kadar iktidarın başarıyla yürüttüğü operasyonların asıl kahramanlarının cemaate yakın isimler olduğu biliniyor.
Tayyip Erdoğan yandaşlarının cemaate bel altı diye tanımlayabileceğimiz biçimde saldırıya geçmeleri ilk başlarda biraz heyecan yaratacaktır belki ama, göreceksiniz asıl heyecan ondan sonra başlar. Eğer cemaatin bazı unsurları Tayyip Erdoğan yandaşlarının kullandığı yöntemleri kullanmaya başlarsa siz asıl şenliği o zaman görün.
Neyse burada keseyim. Sadece bir özet yapayım; iktidar cemaatin devlet içindeki kadrolarını ayıklamak ve cemaate yakın ekonomik değerleri köşeye sıkıştırmak açısından çok çok güçlüdür. Bu harekete geçirilirse cemaat ağır yara alır. Ancak kavganın sürmesi halinde cemaatin yapabilecekleri de AKP'yi derin sıkıntılara itecektir. Gördüğüm kadarıyla, uluslar arası konjonktüre de uyan bir kavga yaşıyoruz ve önümüzdeki günlerde "şok" gelişmelere hazır olalım, artık hiçbir şey sürpriz olmayacaktır.
Bu arada sevgili izleyiciler Başbakan'ın dershaneler konusunda söyledikleri de çok vahim. Tabii ülkeyi tek başına yönetme hevesi içinde olunca canının istediği gibi konuşuyor.
Örneğin "dershaneleri okul yapın" diyor sonra da bir sürü avantaj sayıyor. "Teşvik verelim" diyor arsa verebileceklerini, vergi indirimi yapabileceklerini belirtiyor. Yani nedir bunlar? Tamam elbette bir sektörü tümüyle ortadan kaldıracaksanız bu nedenle mağdur olanlara da destek olmanız gerek. Ama neredeyse sınırsız vaadler olur mu?
Bir ilginç destek önerisi de dershanelerde çalışan öğretmenlerle ilgili. Başbakan diyor ki "Siz okul kurun eğer öğretmen fazlanız olursa onları da milli eğitimin okullarına devrederiz."
Tabii ki edersiniz de eğer milli eğitimin kapısında onbinlerce öğretmen atama için beklemiyorsa. Kimbilir kaç yıldır atanmayı bekleyen, bütün eğitimlerden geçmiş, öğretmenlik formasyonunu kazanmış öğretmenler heyecanla atanmayı bekliyor. Bu beklenti içinde perişan olan hatta intihar edenler bile var. Onlar bir kenarda dururken, milli eğitimi beğenmeyip dershanelerde öğretmenlik yapanlara öncelik tanımak en azından eşitlik ilkesine aykırıdır.
Sevgili izleyiciler belki bazılarınız "onlar da öğretmen, hükümet dershaneleri kapatırken onların ne günahı var?" diyebilirsiniz. Elbette hiçbir günahları yok. Ama bu bir tercih meselesidir. Milli eğitimden umudunu kesenler, kendilerini kapitalist sistemin çarklarına terk edip özel dershanelerde öğretmenliği seçmişler. Bazıları milli eğitimi bırakıp özel dershanelere geçmiş. Çünkü parası da daha fazla olanakları da. Yani bir tercih yapmışlar. Ayrıca bir riske girmişler. Devlet memuru olmanın avantajını bırakıp özel bir şirketin iki dudağının arasında kalmayı daha uygun bulmuşlar. Tabii bu konu aslında Türkiye'deki eğitim sisteminin sakatlığını göstermektedir. Daha önce de anlattığım gibi dershaneler eğitim sisteminin aksayan bir yönünün yarattığı fiili durumdur. Üniversiteye gidebilmenin koşulları milli eğitim okullarında yeterli biçimde sağlanamadığı için dershaneler ortaya çıkmıştır. Dershaneler pıtrak gibi her yerde çoğalırken, eğitim sistemimizde bir iyileştirme yapılmamış ve bugün karşımıza devasa bir dershaneler sorunu çıkmıştır.
Ne yazık ki hükümet dershaneler sorununu kapatarak çözme yolunu seçmiş görünüyor. Oysa asıl sorun eğitim sisteminde. 4+4+4 gibi dindar kindar nesil yetiştirme projeleri için kafa patlatılacağına, bilimsel anlamda bir eğitim sistemi kurulabilse bu sorunların hiçbirin olmayacağı açıktır.
Dershaneler konusunu kapatmadan önce, bu konuyla gündeme gelen İdris Bal olayı var biliyorsunuz. İdris Bal dershaneler konusunda partisini ve genel başkanını eleştirince kesin ihraç istemiyle disiplin kuruluna sevk edildi.
Bal ne yapıyor? Henüz bir şey yapmıyor, yani istifa etmedi. Ama yakasındaki AK rozetini çıkarmış, meclisteki çalışma odasının kapısındaki AKP yazısını da kaldırmış. Muhtemelen "istifa etmem siz beni atın" demek istiyor.
Ancak burada dikkat çeken başka şeyler var. Başbakan dün Moskova'ya giderken İdris Bal'la ilgili bir soruya cevap verirken bunun bir ilk olmadığını belirterek İdris Bal'ın uyarılara rağmen bu hareketlerine devam ettiğini söyledi ardından "madem parti kararlarına uymayacak o zaman bağımsız gelseydi" dedi.
Yani İdris Bal sadece dershaneler nedeniyle çıkışı yüzünden cezalandırılmıyor. Bugün bazı ilginç bilgiler aldım. İdris Bal Gezi olayları sırasında da aykırı bir tutum takınmıştı. Partisinin olayı görmemekte ısrar etmesi üzerine gezi gerçeğini anlatan bir rapor hazırlamıştı. Bu rapor AKP'de rahatsızlık yaratmıştı. İşte bu raporun ortaya çıktığı günlerde Milli Merkez'in önemli isimlerinden biri İdris Bal'ı telefonla arayarak bu raporu verip veremeyeceğini sormuş. İdris Bal da raporu göndermiş. Daha sonra bu ikili arasında birkaç telefon konuşması daha geçmiş. Derken bazı CHP milletvekilleri de Bal'dan bu raporu istemişler. Bana söylenene göre 4 CHP milletvekili ile Bal arasında telefon görüşmeleri olmuş.
Sonra bir gün AKP yetkililerinden biri İdris Bal'a "CHP'lilerleMilli Merkezcilerle çok sık telefon görüşmeleri yapıyorsun, genel merkez buna öfkeli biraz kendine dikkat et" demiş.
Şimdi sevgili izleyiciler, bundan ne çıkar? Elbette milletvekilleri hangi partiden olursa olsun aralarında görüşebilirler.
Meclis kulislerinde birbirleriyle bırakın ağız dalaşını yumruklaşan milletvekillerini bile sarmaş dolaş görebilirsiniz. Kimse de "Sen onların yanında ne arıyorsun?" demez. Ama İdris Bal'ı uyaran AKP'li kulisteki sohbetlerden söz etmiyor, telefon konuşmalarından söz ediyor. O halde insanın aklına takılıyor, acaba AKP yönetimi kendi milletvekillerinin telefonlarını da mı izliyor, kimin kiminle konuştuğunu kayda mı geçiriyor? Öyle ya İdris Bal kimsenin haberi olmadan bazı kişilerle telefon konuşması yapıyor ve yönde kendisine uyarı geliyor.
Ne diyeyim, herkesin dinlendiği bir ülkede elbette birileri de milletvekillerini dinliyorlardır. Ama iktidar kendi milletvekillerini bile dinliyorsa vay halimize değil mi?
Evet sevgili izleyiciler, kalan zamanımda size biraz dün sözünü ettiğim meydana çıkarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan aday adaylığını açıklama konusuna gelmek istiyorum.
Dün sizlere 30 kasım cumartesi günü "oyunu bozmak için temiz bir eli tut" sloganıyla meydana çıkacağımı ve sizleri de beklediğimi söylemiştim. Ama dün o meydan belli değildi. Bu sabah belli oldu. 30 Kasım günü saat 14.00'de Beşiktaş İskele Meydanı'nda Barbaros hayrettin Paşa anıtının önünde olacağım.
Orada sizlerin huzurunda medyaya ve kamuoyuna İstanbul yarışında olduğumu bir kere daha söyleyeceğim.
Neden Beşiktaş, bugün onu anlatayım. Benim niyetim aslında Taksim'di. Taksim'de 15 dakikalık bir basın açıklaması yapmak ve sizleri de oraya davet etmek istiyordum. Ancak hepimiz biliyoruz ki Taksim iktidarın hassas noktası. Taksim'i neredeyse namus meselesi haline getirdiler. Üç beş kişi bir araya gelse bile ortalık birden polislerle Toma'larla doluyor.
Aslına bakarsanız bir basın açıklaması yapmak için önceden izin almaya gerek yok. Kişiler özgürce diledikleri yerde, elbette kamu düzenini bozmadan basın açıklaması yapabilirler. Ancak Taksim farklı. Ben çok ciddi bir siyasi çıkışa hazırlanıyorum. Bunu yaparken halkı tedirgin etmek, durup dururken polislerle Toma'larla karşı karşıya gelmek istemem. Haaa bana yapabilecekleri bir şey var mı yasal olarak, hayır, ama iktidarın tavrı da ortada.
Bu nedenle bu sabah İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu'yu ziyaret ettim. Taksim'de bir basın açıklaması yapmak istediğimi, aslında izin almama gerek olmadığını, ama durumu da bildiğim için önce kendisiyle görüşmenin doğru olduğuna inandığımı söyledim.
Vali Mutlu çok kibar davrandı. Ayrıca çok samimi biçimde Taksim'de sıkıntı çıkacağını, kalabalığın toplanması halinde polisin müdahale etmek durumunda kalacağını söyledi. "Hayır ben Taksim'e çıkacağım, yasal olarak bunu engelleyemezsiniz" diyebilir miydim? Elbette. Ama benim derdim üzüm yemek bağcı dövmek değil ki. Ben siyasette yeni bir akımı başlatmak istiyorum. Temiz, dürüst, namuslu, ahlaklı, ilkeli, vicdanlı, adaletli insanların da siyasette yerinin olduğunu göstermeye ve bu uğurda herkesi cesaretlendirmeye çalışıyorum.
Siyasetin kirli pazarlıklarla yapılmaması gerektiğini siyasetçinin, siyasetin ahlaksızlık olmadığını tam tersine millete hizmetin siyasetten geçtiğini ve bunun da temiz insanlarla yapılması halinde gerçekçi olacağını anlatmaya çalışıyorum.
Bu durumda, valinin samimi beyanına da güvenerek Taksim'den vazgeçtim. Hüseyin Avni Mutlu açıkça "Taksim dışında nerede yaparsanız yapabilirsiniz, ayrıca bu konudaki cesaretinizden dolayı da sizi kutlarım" dedi. Ben de "nerede meydana çıkabilirim, benimle olacak, destekleyecek, dürüst, temiz siyasetçi isteyen insanlarla nerede birlikte olabilirim" diye düşünürken aklıma Beşiktaş İskele meydanı geldi. Hem ulaşımı kolay hem toplanma amacına uygun.
Sevgili izleyiciler. 30 kasım günü saat 14.00'de sizlere "oyunu bozmak için temiz bir el uzatmak" istiyorum. Diliyorum ki ülkemin temiz, dürüst namuslu insanları, eğer o elin temiz olduğuna inanıyorsa,gelip o eli tutsunlar. Oraya gelecek temiz dürüst insanlar o tertemiz ellerini birleştirsinler.
Hatta diyorum ki, 30 kasımda Beşiktaş'a mutlaka beni desteklemek, benim arkamda olduğunuzu göstermek için de gelmeyin. Hangi partiye gönül vermiş olursanız, oyunuzu hangi partiye verecek olursanız olun, yine gelin ve oradan tüm ülkeye "Biz temiz, namuslu, dürüst, ahlaklı, ilkeli, vicdanlı, adaletli adaylar istiyoruz. Bütün partiler buradan size sesleniyoruz, irademizi ortaya koyuyoruz, bizim önümüze böyle adaylar getirin" diye haykırın.
Sevgili izleyiciler, artık "çalıyor ama çalışıyor" gibi son derece itici,çirkin, ahlaksız anlayıştan kurtulalım. Siyasetçi ahlaksız değildir, namussuz değildir, vicdansız ve adaletsiz değildir, siyasetçi ilkelidir. Ama ne yazık ki uzun bir süredir toplumun zihninde de oluşan bir kötü bir fikir var. Deniyor ki "siyaset pis iştir, dürüst insanlar tutunamaz, ayrıca bu iş namusla yürümez, yeter ki çalışsınlar, bir şeyler yapsınlar, çalmışlar bana ne, hem çalışmayıp hem de çalanlar olmasın hiç olmazsa."
Hayır, bu böyle olmamalı. Ama olmaması için halkın, sizlerin yani tepki göstermesi, buna karşı bir irade göstermesi gerek. Dürüst, namuslu insanları cesaretlendirmeniz, siyasete itmeniz gerek. Eğer siz sesinizi çıkarmazsanız, sanki siyaset kirli biçimde yapılır zihniyeti beyinlerimize iyice kazınacak. Oysa ben de siz de biliyoruz ki, asıl rüyamız, asıl hülyamız tertemiz insanların kimsenin hakkını çalmadan çırpmadan korumak kollamak, bu ülkeyi hepimizin mutlu olacağı şekilde en iyi biçimde yönetmektir.
İşte bu nedenle 30 kasımda sadece bayrağınızı alın ve Beşiktaş'a gelin. Bu konuda çağrılarımı önümüzdeki hafta içinde yapacağım sohbetlerde biraz daha detaylandırarak anlatacağım. Amacımı, o gün nasıl bir eylem yapmak istediğimi de sizlere aktaracağım.
Bu arada bir küçük noktayı daha hatırlatmak istiyorum. CHP'den aday adayı olduğu söylüyorum, ama bazı vatandaşlar sanıyorum yanlış bilgiden olacak heyecanlanarak tepki gösteriyorlar. Diyorlar ki "Niye ortaya çıkıyorsun, niye oyları bölmeye çalışıyorsun?"
Yapmayın sevgili dostlar, oy bölmesi falan yok. Sonuçta CHP de diğer partiler de ortaya tek aday koyacaklar. Şu andaki mücadele o tek adayın kim olacağı konusunda. Biliyorsunuz Mustafa Sarıgül var, Gürsel Tekin var, sonra resmen adaylıkları açıklayan Celal Doğan ve Semih Eryıldız var. CHP bu isimlerden ya da belki kendi bildikleri başka isimler de vardır, sürpriz de olabilir, bunlardan birini aday yapmaya karar verecek. Şu anda bilinmeyen bu adayın nasıl saptanacağı. Bana aktarılan İstanbul adaylığı için CHP'ye kayıtlı üyelerin katılacağı bir eğilim oylaması yapılacağı yönünde. Yani CHP'li üyeler isimleri belirlenen adaylardan hangisini istiyorlarsa sandığa onun adını atacaklar. Parti yönetimi ister buradan çıkacak sonuca göre, ister buradan çıkacak sonucu bir de anketle tüm halka sorarak adayını belirleyecek.
Eğer yarış anlattığım gibi demokratik bir şekilde giderse sonuçta çıkacak tek aday diğer adaylar tarafından da elbette desteklenecektir. Burada yapılmaması gereken, CHP yönetiminin hiçbir şeye aldırmadan kendiliğinden tepeden inme bir kararla aday belirlemesidir.
Sonuçta görüldüğü gibi ben oyları bölmekle suçlanamam. Tam tersine, arkamda CHP yönetiminin hiçbir desteği olmadan, herhangi grup, dernek, sivil toplum kuruluşu, cemaat ya da sermaye desteği almadan tek başıma sadece halkın dipten gelen dalgasına güvenerek kendimi ortaya atıyor ve büyük bir riske giriyorum. Sonuç beni hayal kırıklığına da uğratabilir, boyumun ölçüsünü de alabilirim.
Ama demokrasi böyle bir şey işte. Kimse kendinde bir güç vehmedemez. Halkın önüne çıkar. Şapka düşer kel görünür.
Bu hafta da bu kadar. Pazartesi akşamı yine görüşmek üzere hepinize iyi hafta sonları dilerim. Hoşça kalın.
Can Ataklı