Can Ataklı; Kendi ülkesinde vatandaşlarının ulaşım güvenliğini sağlayamayanların vize konusunda batıya kafa tutmaya ve makamlarının gücünü aşarak tek başlarına karar alıp açıklamaya kalkmaları da bize özgü bir davranış olsa gerek.
DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER
Erdoğan Osmanlı'nın son padişahlarına benzedi
İktidar partisindeki operasyonun tüm amacı sarayın tahkimatını artırmaktır. Erdoğan bulunduğu makamı dokunulamaz, ulaşılamaz yapmak istiyor.
Çünkü halk tarafından seçilmiş olsa bile yetkileri mevcut anayasaya göre. Bu durumda “devleti ben yöneteceğim, icra benim elimde olacak” söylemi her durumda bir “anayasa suçu” anlamına geliyor.
Şu anda her şey istediği gibi sürse de bir süre sonra yapılacak itirazlarda, hem kamuoyundan hem de kendi partisinden yükselecek eleştirilerde saray zora girecektir.
Bu işin sonunun Yüce Divan olduğu gerçeği sarayın tepesinde “Demokrales'in kılıcı” gibi duracaktır.
O halde tez zamanda bu “anayasal durumdan” kurtulmak ve gerçek anlamda sorumluluk sahibi olmak zorundadır.
Ancak bu yol sanıldığı kadar kolay değil.
Anayasanın değişmesi gerek öncelikle.
Bu anayasa değişikliği ile “Başkan”ın görev ve yetkileri belirlenecek. Cumhurbaşkanına icra yetkisi verilecek.
Bunlar yerine gelmediği sürece şu an ne kadar güçlü görünürse görünsün Erdoğan hep korku ve endişe içinde yaşayacaktır.
Bu korku ve endişe içindeki Erdoğan'ın ruh halini son Osmanlı padişahlarına benzetiyorum.
Sürekli savaş ve toprak kaybeden, batı emperyalizminin soluğunu ensesinde hisseden son padişahlar hep korku içinde yaşıyordu.
İçlerinde hep “beni düşürecekler, kellemi alacaklar” kâbusları yaşayan padişahların ilk başvurdukları önlem çevre güvenliğini artırmaktı.
Çok güvenilen isimlerden oluşan büyük koruma orduları, hafiye teşkilatları sadece ve sadece padişahın güvenliğini sağlamakla yükümlüydü.
Bu nedenle sokakta padişah aleyhine konuşan, eleştiren hatta imalarda bulunanlar bile tutuklanır ve hapse atılırdı.
Son padişahlar hükümetleri ve bürokrasiyi kendilerine çok yakın kişilerden, çoğu kez aile içinden seçer, çevrelerindeki kadroyu da olabildiğince daraltırlardı. Böylelikle tehlikeyi önceden öğreneceklerini düşünürlerdi.
Abdülhamit'ten itibaren padişahlara bakın hepsi saraya çekilmiş, dar kadro ile çalışan, en yakınlarını devlet görevlerine getiren, çevresinde çok büyük güvenlik önlemleri aldıran kişilerdi.
Bugün de benzerini yaşıyoruz.
Erdoğan'ın çevresindeki koruma ordusu 1000 kişiyi geçti.
Saray bombalı bir saldırıya bile direnecek derecede güçlendirildi.
Yakın çevresinde bir avuç danışman ve aile bireyleri var, diğerleri geniş önlemlerle saraya girip çıkıyor ve şov amaçlı görüntülerde kullanılıyor.
Tarih bize şunu öğretti. Pek çok büyük denilen şahsiyet kendilerini en güçlü olarak gösterdikleri dönemlerde yıkılıp gitmişler.
Baskı, şiddet, yıldırma, dayatma gibi unsurlar iktidarı güçlü gibi göstermiş ama bir gün gelmiş küçücük bir kıvılcımla ortalık yangın yerine dönmüş ve yıkılamaz sanılanlar birer birer gitmiştir.
Tarih ders almayanların ibret verici hikâyeleriyle doludur.
BUNU YAZMAK GEREK
Bir Cumhurbaşkanı böyle konuşamaz
Başkan da olsa başbakan da ya da adı her ne ise, bir ülkeyi yönetenler elbette yetkilidirler, hepimiz adına karar alma ve uygulama hakkına da sahiptirler ama bu yetkileri canlarının istediği gibi kullanabilecekleri anlamına da gelmez.
Cumhurbaşkanı Erdoğan canı nasıl istiyorsa öyle konuşuyor.
Türkiye'de hepimizi çok yakıdan ilgilendiren hayati konularda kendi başına kararlar alıp bunu dünyaya açıklamaktan da çekinmiyor.
Avrupa Birliği ile ilgili yaptığı son açıklamalar tam bir faciadır.
Erdoğan nasıl düşünürse düşünsün “Siz yolunuza biz yolumuza” diyemez.
Çünkü Avrupa Birliği konusu coşkun halk toplulukları önünde konuşmanın şehvetine kapılarak “çok ciddi kararların” açıklanacağı yer olamaz.
Avrupa Birliği Türkiye'nin tarihsel hedefidir. Bu hedefi popülizm yapmak uğruna bir anda yerle bir etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Üstelik bunu yaparken doğruları söylememek, halkı yanlış bilgilendirmek ve bunun üzerine bir kahve konuşması edasıyla “rest çekmeye” kalkmak olmaz.
Avrupa Birliği vize serbestîsi için 72 şart koştu. Bunlardan biri terörle mücadele yasası.
Türkiye 72 şartın tamamına yakınını yasal olarak uygulama alanına soktu.
Terörle mücadele konusunda batının talebi “demokrasi ve hukuk kurallarına uygun” davranılması yönünde.
Ancak Erdoğan konuyu farklı açıdan ele alıp sanki Türkiye'nin terörle mücadele etmemesi, teröristlere taviz verilmesi isteniyormuş gibi sunuyor kamuoyuna.
Oysa istenen çok basit; Terörle mücadele yasası canının istediğine terörist diyebileceğin ve hukuk dışı yöntemlerle tutuklayabileceğin şekilde olmamalı.
Bugün bildiri yayınlayan, haber yapan, eleştiren, kitap yazan, protesto eden herkes kendini bir an “terörist” tanımı içinde bulabiliyor.
İşte karşı çıkılan budur, yoksa kimse Türkiye'ye neden terörle mücadele ettiğinin hesabını falan sormuyor.
Konuya buradan yaklaşıp “Siz yolunuza biz yolumuza” derseniz, hem yılların çabasını heba edersiniz hem de bu ülkeye zarar verirsiniz.
Elbette batı istiyor diye duruşumuzu bozacak, boyun eğecek halimiz yok. Ancak demokratik ülkelerde bu kadar önemli ve ciddi konular bir kişinin meydan coşkusuyla karar alacağı konular olamaz.
Avrupa'ya “siz yolunuza” denilecekse bunun danışılma, görüşülme ve karar alınma mercileri vardır.
Ayrıca diplomasi diye de bir kavram var. Uluorta “Haydi yoluna” dediğinizde karşı taraf da “Haydi sen yoluna” derse kimin daha zararlı çıkacağını da bilmek gerek.
KAFAMI BOZAN ŞEYLER
Avrupa'yı bırak, Güneydoğu'ya “vizesiz” gidebiliyor muyuz?
Avrupa Birliği terörle mücadele yasasında sorun çıkarıyormuş da, biz de “yürü yoluna” dermişiz.
Kahvehanelerde oturanları hoşnut eder bu tür söylemler belki ama biri çıkıp da “Sen kendi ülkene bak önce” derse ne yapacağız?
Bugün Güneydoğu'daki birçok kente gitmek mümkün değil.
Ulaşım ancak havayolu ile sağlanabiliyor. Karayollarını kullanmak büyük tehdit ve tehlike gösteriyor.
Gitseniz bile zaten birçok kentte sokağa çıkma yasakları var, daha kentin girişinde durduruluyorsunuz.
Yani öyle ki Güneydoğu'ya vize alıp gitmek belki daha kolay bir yöntem olacak.
Kendi ülkesinde vatandaşlarının ulaşım güvenliğini sağlayamayanların vize konusunda batıya kafa tutmaya ve makamlarının gücünü aşarak tek başlarına karar alıp açıklamaya kalkmaları da bize özgü bir davranış olsa gerek.
Bİ SORALIM BAKALIM
Her gün konuşuyorlar, Kilis'i ağızlarına almıyorlar
Kilis'e her gün sistemli biçimde saldırı yapılıyor. IŞİD bombaları Kilis halkını 24 saat boyunca vuruyor.
Artık halkın canına tak etmiş, sanki başka bir ülkede yaşıyorlarmış gibi Türkiye'den yardım beklediklerini gazete ilanlarıyla duyuruyorlar, “imdat” diyorlar.
Peki, bütün bunlar olurken iktidar sahiplerinden şu ana kadar Kilis'le ilgili bir açıklama duydunuz mu?
Artık önünde başbakan engeli de kalmayan Cumhurbaşkanı her gün ekranlarda tek başına konuşuyor.
Ama nedense saldırı altında olan Kilis'ten hiç söz etmiyor.
Kilis'te yaşananlar sıradan terör olayları değildir. Bu Türkiye topraklarına yapılan “askeri” bir saldırıdır.
Ama nedense elimiz kolumuz bağlı olduğu için hiçbir şey yapamadığımız gibi devletin en tepesindekiler dilden dudağa getirmeyerek durumu kamuoyundan gizlemeye çalışıyorlar.
Onlar belki öyle zannediyor ama kimse de uyumuyor, bunu da bilmeleri gerek.
YENİ ÖĞRENDİM
İktidar “jüristokrasi'ye ayar” verme kararı aldı
Şimdi belki bazı okurlar başlıktaki “jüristokrasi de demek” diye soracaktır.
Kısaca “yargı tahakkümü” olarak anlatabilirim. Yani yasama ve yürütmenin gücünün üstüne çıkan ve her şeye karar veren yargı anlamında kullanılıyor jüristokrasi.
Ne yapılacakmış; Yargıtay ve Danıştay'ın üye sayıları azaltılacak, buralardaki hakimler asli görevlerine yani hakimliğe döndürülecek, bu kuruluşlarda görev yapma süresi 12 yılla sınırlanacak.
Yandaş medya bunu “jüristokrasiye ayar” diye sunuyor.
Öyle bir algı yaratıyorlar ki sanki yargı iktidara rağmen her şeye karar veren bir organ gibi sunuluyor.
Böyle bir şey yok tam tersine yargı tamamen iktidarın kontrolünde.
Ancak iktidara bu da yetmiyor. Daha da sıkı bağlamak istiyorlar.
Tabii burada asıl gülünç olan şu; şimdi ayar olarak niteledikleri şey bu iktidarın “yetmez ama evet” diyenlerin de desteği ile kabul ettirdiği anayasa değişiklikleri.
İktidar o sıralarda cemaatle “ne istiyorlarsa veriyoruz” işbirliği içindeydi. Cemaat yargıya tamamen hakim olmak ve istemedikleri ama aynı zamanda atamadıkları Yargıtay, Danıştay üyelerini etkisiz hale getirmek için üye sayısını artırma yöntemini benimsemişti.
İlk başlarda iktidar da durumdan memnundu. Ne zaman ki aralarında kavga çıktı o zaman gördüler ki yargı tamamen cemaatin eline geçmiş. Yapabildikleri kadar temizlik yaptılar. Tabii bu da yetmiyor, şimdi “ayar” adı altında yine eskiye dönmeye çalışıyorlar.
Can Ataklı - Korkusuz