Can Ataklı; Son iki günün önemli tartışması Merkez Bankası ve çevresinde dönüyor.
Son iki günün önemli tartışması Merkez Bankası ve çevresinde dönüyor. Başbakan Almanya dönüşü gazetecilere beklenmedik bir açıklama yaptı ve Merkez Bankası Başkanı Erdem Taşçı’nın faizleri düşürmemesine şiddetli bir tepki gösterdi.
Başbakan konuşmasının devamını dünkü grup toplantısında sürdürdü ve Merkez Bankası Başkanı’na ağır suçlamalar yaptı.
Merkez Bankası’na fırça
Başbakan’ın söylediği şu; Merkez Bankası faizleri hiç gereği yokken yüzde 5 artırdı. Sonra yarım puan düşürdü. Dalga mı geçiyorsun sen ya. Faizler artarsa enflasyon artar, bunu görmüyor musun? Faizler yüksek olursa benim sanayicim, girişimcim yatırım yapamaz, yaparsa bile pahalıya mal olur.”
Şimdi sevgili izleyiciler, Merkez Bankası’nın politikalarını normal vatandaşların anlaması çok zordur. Açık söyleyeyim, bana “sen anlıyor musun?” diye sorarsanız, ben de anlamadığımı söylerim. Çünkü Merkez Bankası bildiğimiz normal banka gibi değildir. Aldığı kararlar ilk anda bizim gibi günlük işlerle meşgul olanları pek ilgilendirmez gibi görünür.
Para basma yetkisi
Ayrıca çok çetrefilli rakamlar vardır, bunların içinden çıkmak için sadece ekonomi bilmek bile yetmez, sırf bu konuda uzman olmak gerekir.
Merkez Bankaları devletin para basma yetkisi verdiği bağımsız bir kurumdur. Bir devletin devlet olduğunu göstermesi için öncelikli koşullarından biri para basma hakkının olmasıdır. Merkez Bankası para basarak ya da basılı paraları piyasadan toplayarak ekonominin dengeli olmasını sağlamaya çalışır.
Bu nedenle de Merkez Bankası’na bağımsızlık verilmiştir. Gerçi bankanın yüzde 60’ını Hazine kontrol eder ama alınan kararlarda sadece dünya ve piyasa koşulları dikkate alınır.
Merkez Bankaları hükümetle birlikte çalışmaya başlar ve ondan gelecek talimatları uygulamayı tercih ederse ipin ucu anında kaçar. Çünkü Merkez Bankası hükümet politikalarından bağımsız olarak işlev görür.
“Orası ayrı konu” ne demek?
Bu anlattıklarım bize özgü değildir, dünyanın bütün ülkelerinde geçerli kurallardır bunlar.
Şimdi Başbakan ne diyor; “Merkez Bankası bağımsızdır. Orası ayrı konu. Ama Merkez Bankası halka hesap vermiyor, halk hesabı bizden soruyor, o halde sen de yaptıklarına dikkat edeceksin.”
Sevgili izleyiciler, hani son günlerde bir diktatör tartışması gidiyor ya. Başbakan ve yandaşları diktatörlüğü sadece şiddet kullanma, halkına zulmetme olarak değerlendirdiği ya da işlerine bu geldiği için ikidebir “Erdoğan diktatör olsa sokakta dolaşabilir misiniz” türü abuk sorular soruyorlar ya, cevap vereyim, işte diktatörlük denilen kavram örneğin böyle bir aşamada ortaya çıkıyor.
“Merkez Bankası bağımsızdır, orası ayrı konu” ne demek? Onun ayrı olması diye bir şey olamaz. Hukuk diye bir şey var. Siz bunu yok sayıp “Bağımsızsın ama halk hesabı benden soruyor” demenin tercümesi şudur; “Senin bağımsızlığın falan beni ilgilendirmez, ben söylüyorsam onu yapacaksın, çünkü sonuçta halkın karşısına ben çıkıyorum.”
“Niye diktatör diyorsunuz?”
Soruyorlar ya “Başbakan ne yapıyor da diktatör diyorsunuz” diye. Örneğin bu davranışı diktatörlüğü andıran bir tutumdur. Çünkü Başbakan kendi siyasi çıkarı için Anayasa ile korunmuş bir müesseseyi devlet gücünü kullanarak baskı altına alıyor ve dayatmalarla istediği kararları çıkarmasını sağlamak istiyor.
Eğer bir ülkeyi yöneten kişi, hukuk kurallarını aşarak işlem yapıyor, bunu da açıkça “hesabı ben veriyorum, o halde ne istiyorsam öyle yaparım” diyorsa diktatörlükle suçlanmasına da kızamaz.
Başbakan aynı şekilde 17 Aralık ve ardından gelen 25 Aralık yolsuzluk operasyonlarında da hukukun üstüne çıkarak “ülkeyi ben yönetiyorum, yargı kararını kendime göre yorumlarım, işime gelirse uygular, gelmiyorsa uygulamam” diyerek benzer biri tutum takınmıştır. Bu tür davranışlar dünyanın her yerinde “hukuk dışı” olarak nitelenir ve bir süre devlet gücünü kullanarak bunu yapanlar da diktatör suçlamasıyla karşı karşıya kalır.
Ne oldu şu paralele?
Gelelim bir başka örneğe. Başbakan 17 Aralık’tan bu yana, hedef tahtasına koyduğu Fethullah Gülen Cemaati’ni “darbe yapmaya teşebbüsle” suçluyor ve ağır hakaret ifadeleriyle “bunlar darbeci, hain, casus, haşhaşi, inlerine gireceğiz, köklerini kurutacağız” diyor.
Ama elinizi vicdanınıza koyun sevgili izleyiciler; aradan 6 ay geçti, “paralel yapı kurdukları” iddia edilenlerle ilgili hiçbir şey yapıldı mı? Yapılan şu; bugüne kadar birlikte çalıştıkları, kirli işleri beraber yönettikleri için devlet içinde kimin kim olduğunu pek iyi biliyorlar, bu nedenle cemaatçi olarak bildikleri herkesi oradan oraya atayarak etkisiz hale getirmeye çalışıyorlar.
Bunu zaman zaman yandaşlara soruyorum; “Bunca zaman geçti, hani inlerine girilecekti, hani kökleri kurutulacaktı, neden hala bir dava açılmıyor?”
Cevapları hazır; kaç tane soruşturma başlatıldı, kaç dosya hazırlandı biliyor musun? Bu işler öyle bir iki günde olmaz, yakında göreceksin neler olacak?
Masumiyet karinesine sığınıyorlar
Ben de bu cevabı alacağımı bildiğim için inadıma soruyorum zaten. Çünkü sevgili izleyiciler, AKP ve yandaşları işlerine gelmediğinde hemen “masumiyet karinesine” sığınırlar. Bakan çocukları tutuklandığında “Durun bakalım ne biliyorsunuz, yargı karar verdi mi, niye yargısız infaz yapıyorsunuz” diye top yekün harekete geçmişlerdi.
Eee iyi de, paralel devlet konusunda ne tutuklama var ne de açılan dava. Ancak Başbakan ağız dolusu “bunlar casus” diyor sonra “bunlar vatan haini, dış güçlerin maşası” diyor. Bunlar suçlama değil mi?
Suçlama olmasına suçlama da ortada ne soruşturma var, ne tutuklama, ne dava? Sadece oradan oraya atamalar yapılıyor. Casus, vatan haini, dış güçlerin maşası olarak suçlama hakkını nereden buluyorsunuz o zaman? Polis misiniz yargı mısınız?
Kimi insanları halkın gözünde “hain” diye tanıtacaksınız, “casus” diyeceksiniz ama iş hukuksal eyleme gelince “durun daha zamanı var, belgeler toplanıyor” bahanesinin arkasına sığınacaksınız. Nerede kaldı masumiyet karinesi o zaman?
Hukukun üstüne çıkınca
Yani diyeceğim, bir siyasi lider sürekli hukukun üstüne çıkıyor, hukuku sanki kendi fetvaları gibi düşünüyorsa, işte o zaman kendisine yönelik “diktatör” suçlamasına da öfkeleneceği yerde “acaba ben bir hata mı yapıyorum” diye düşünmesi gerek.
Ancak Başbakan’da hukuk ve demokrasi nosyonu hiç olmadığı için ülkeyi yönetmeyi tıpkı padişah gibi gerektiğinde kanun çıkarma, gerektiğinde fetva verme, gerektiğinde kelle alma zannediyor.
Yoksa diktatör benzetmesi sadece vatandaşı yumruklaması, protesto hakkını kullananların üzerine polis vahşetini salması, gazetelerden baskıyla adam attırması gelmesin aklınıza.
Başbakan sadece bunlarda değil, ülke yönetimindeki her aşamadaki tutum ve davranışlarıyla “diktatör” suçlamasını hak edecek davranışlar sergiliyor, bunu bilelim.
Başbakanı koruma telaşı
Sevgili izleyiciler; Başbakan dolu dizgin giderken, yandaş ve yalakaları da Başbakan’ın “diktatör olmadığını” anlatmak için ölümüne çırpınıyorlar. Bunun için de sürekli yalanlar üretiyorlar ve bunları günde 10’ar kere tekrarlayarak halkın beynine kazımak istiyorlar.
Örneğin “Başbakan’a hergün küfürler ediliyor” diyorlar. “Nerede?” diye soruyorsunuz “Gazeteleri görmüyor musun?” karşılığını veriyorlar. “Hangisi?” diye sorunca başlıyorlar kıvırmaya. Adını bile duymadığım bir dergiyi, sosyal medyada ismini gizleyerek twit atanları, bazı yerlerde duvarlara yazılmış sloganları söylüyorlar.
“Gezi Vandallıktır” yalanı
Sonra “Gezi olaylarına katılanlar Vandallardır, her yeri yakıp yıkmışlardır” diyorlar. Oysa aklı mantığı ve vicdanı olan herkes biliyor ki, Gezi direnişine katılanlar hiçbir yerde yakıp yıkmadılar, talan yapmadılar, ortalığı tahrip etmediler.
Hiç mi bir şey olmadı? Oldu tabii. Polis saldırınca. Ortalık gazdan göz gözü görmez hale geldiğinde, tazyikli suyla insanlar havalara uçuştuğunda elbette bir karşı koyma, direnme, barikat kurma olayları oldu. Taş da atıldı, şişe de. Ama bu dünyanın her yerinde böyledir.
Etkisi hala süren yalanlardan ikisi de “camide bira içtiler” ve “türbanlı bir kadına deri eldivenli, yarı çıplak kişiler saldırdı, bebeğini bile yerde sürüklediler, üzerine işediler” şeklindeydi. Bunların hala görüntüleri çıkacak. Nedense çıkmıyor.
Halk buna nasıl inanıyor?
Ama gariptir halkın bir bölümü “paraları sıfırlayın, 30 milyon Euro ile daire alın, bakara makara, baba evde sadece senin paran var” gibi ses kayıtlarına asla inanmazken, görmedikleri ve asla da göremeyecekleri bu olaylara inanıyorlar. Çünkü tam bir yıldır müthiş bir beyin yıkama operasyonu sürdürülüyor.
Başka yalanlara gelelim. Ne diyorlar “79 yılda yapılamayanı 12 yılda yaptık.” 79 yıl biliyorsunuz Cumhuriyet’in ilanından AKP iktidara gelene kadar geçen süre. Başbakan her yerde “şu kadar yol yapık, Marmaray yaptık, üçüncü Boğaz Köprüsü’ne başladık, Kanal İstanbul’u yapacağız, İstanbul’a üçüncü havalimanı yapıyoruz” diyor.
Aslında çivi bile çakmadılar
Bakın burada açıkça söylüyorum. Bu iktidar aslında Türkiye’ye kendi projesi olarak henüz bir çivi bile çakmadı.
79 yıl boyunca bu ülkenin hiçbir yerine gidilemiyor muydu, bu ülkenin fabrikası, sanayi tesisleri, havalimanları, metrosu, boğaz köprüsü yok muydu?
Bakın Marmaray diyorlar. Fikir bu iktidarın değil, proje değil, finansmanı da bu iktidar zamanında bulunmamış. Yapılmaya başlanmış bitirmek bu iktidara kısmet olmuş.
Metro zaten vardı. Erdoğan’ın İstanbul Belediye başkanı olmasından sonraki 15 yıl boyunca metroya hiçbir şey yapılmadı, şimdi geliştiriliyor. Üçüncü Köprü’nün bütün fizibiliteleri hazırdı, hem finansman sıkıntısı vardı hem çevreye vereceği zarar göz önüne alınarak yapımına başlanamıyordu.
Bu iktidarın kendi buluşu tek projesi vardır o da kanal İstanbul. Ancak o da biliyorsunuz bir facia. Bütün ekolojik dengeyi değiştireceği gibi İstanbul Boğazı’nın derin dip akıntılarıyla dengede tuttuğu ve Marmara Denizi’nden 30 santim yukarda olan Karadeniz suyunun aşağı akmasına neden olacak. Bu nedenle yapılması bilimsel olarak zaten mümkün değil.
Yer gök bina doldu
Elbette “ama her yer modern binalarla doldu” diyenler çıkacaktır. Devletin arazilerini, belediye yetkilerini by pass ederek kimi müteahhitleri peşkeş çekerek, İstanbul’da nefes alacak yeşil alan bırakmadan, depremde toplanılacak yerlere bile AVM’ler kondurarak iş yaptıklarını söylüyorsanız ona da bir şey diyemem.
İstihdam yaratmak yerine “sadaka ekonomisi” uygulayarak evlere gıda ve ihtiyaç kutuları vermeyi, yoksul halkın doğan her çocuğu için para ödemeyi, sağlık hizmeti vermek yerine hastane kapılarına numaratör koyup gelene gidene çay ikram etmeyi hizmetten sayanlara da diyeceğim olmaz.
Tarımı öldürmek, sanayiyi açmaza sokmak, bankaların halkı soymasına çanak tutmak, herkesi borçlandırıp sanal bir refah yaratmak herkesi tatmin ediyorsa ona da bir sözüm olamaz.
Ama şunu biliyorum ki, Türkiye “diktatörlüğü” andıran yönetim tarzıyla, halkı sürekli kandıran, beynini yıkayan yalanlarla, sürekli kin ve nefret tohumları saçarak kutuplaşmayı düşmanlık haline getirmeyle bir yere varamaz.
Kayışı kopmuş bir halde uçuruma doğru hızla gider. Üstelik ne yazık ki farkına bile varamayız. Taaaa ki uçurumun dibine çarpıp da kendimize gelene kadar.
Can AtaklıUlusal Kanal - 28 Mayıs 2014