Can Ataklı; Onca sıkıntı arasında bir de Musul sorunumuz var artık.
Onca sıkıntı arasında bir de Musul sorunumuz var artık.
Geçen hafta sonunda hiç aklımıza bile gelmezken bir anda bazı gazete manşetlerinde “Türk askeri Musul’da” başlığı ile karşılaştık biliyorsunuz.
Haberler “hamaset” kokuyordu. Türkiye Ortadoğu’daki süper gücünü yine gösteriyordu.
Ancak haberin yayınlanmasıyla birlikte Başbakanlık’tan beklenmedik bir açıklama yapıldı. Buna göre Türk askeri zaten bir yılı aşkın süredir Başika bölgesinde konuşlanmıştı. Amaç bölgedeki güçlerin askeri eğitimine katkı sağlamaktı.
Son yapılan ise buradaki askerlerin takviyesiydi.
Anladığım kadarıyla iktidar “Musul ve çevresinde asker bulundurduğunu” sızdırmış ancak haber manşetlere “farklı anlamlar yüklenerek” çıkınca paniklemişti. Çünkü bu durum Türkiye’nin yabancı topraklarda asker bulundurması anlamına geliyordu ve zaten karmakarışık olan bölgede okları Türkiye’nin üzerine çevirebilirdi.
Haberin yayınlanmasının ve düzeltilmesinin ardından bir ilginç gelişme daha yaşandı.
Irak hükümeti Türk askerinin Irak topraklarında olmasını “kabul edilemez” bulduğunu ilan ederek “En kısa sürede bu askerler çekilmezse Birleşmiş Milletler Genel Kurulu dahil konuyu her diplomatik platforma taşıyacağız” açıklaması yaptı.
Ardından da “gayrı resmi” olarak “Bu durumda Rusya’ya bölgeye asker göndermesi için çağrıda bulunabiliriz” şeklinde bir iddia atıldı ortaya.
Aynı gün Başbakanlıktan bir açıklama daha yapıldı ve “Irak yönetiminin hassasiyeti dikkate alınarak Başika bölgesindeki eğitim verme amaçlı Türk askerlerine takviye yapılmasından vazgeçilmiştir” denildi.
İnsan “bu kadar hızlı çark edilecekti o halde Türk askeri Musul yakınlarına neden gönderildi, bunun bu tür bir sonuç vereceği hiç mi hesaplanmadı?” diye sormadan edemiyor.
Ancak sorular bununla sınırlı değil elbette.
Türk askeri bölgede kime eğitim veriyor? Anladığımız kadarıyla Musul ve Kerkük’ü IŞİD’in elinden almaya çalışan Barzani güçleri bu eğitimden yararlanıyor.
O halde Türkiye Türkiye sınırları dışında kurulması beklenen Kürt devletine şimdiden ciddi bir destek vermiş oluyor.
Eğer eğitimlerden beklenen olumlu sonuçlanırsa, kurulacak bir Kürt devleti Musul ve Kerkük’ün yani petrolün de sahibi olacak.
Türkiye’nin bundan çıkarı var mı? Henüz bilmiyoruz. Çünkü Amerika’ya çok bağımlı olan Barzani Kürtler’i Musul ve Kerkük’ü alınca Türkiye’yi tanır mı, orası pek belli değil.
Tabii bir de şu başkanlık hayalleri var. Türkiye başkanlık sistemine geçerse, yönetim eyaletlere bölünecek, federal yapı içinde hem Türkiye’nin içindeki hem dışındaki Kürtler’in kuracağı eyaletler merkezi otoriteye bağlanacak, Türkiye de bu yolla petrol bölgelerinin üzerine oturacak.
Olursa çok iyi olur da, daha önceki yazımda da belirttiğim gibi bu gecikmiş bir atak, daha ilk körfez savaşında bu şansı yakalamıştık, değerlendiremedik.
Şimdi bölgede çok fazla güç var ve Türkiye bu yoldaki amacına ulaşsa bile bunun çok kanlı ve hasarlı olacağını görmemek mümkün değil.
--DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER—
Döndü dolaştı Kıbrıs yine geldi önümüze
Mülteci sorununda “bekçiliği” kabul etmemiz ve karşılığında 3 milyar euro alacak olmamız iktidar ve çevresinde büyük sevinç ve heyecan yaratmıştı.
Yandaşlar zafer nidaları atarken “Avrupa önümüzde diz çöktü” başlıklarını bile atmışlardı.
Oysa ortada bir zafer falan yok.
Avrupa kendi kontrolü dışında mülteci istemiyor, bunun dışında Türkiye’nin yardımıyla Avrupa ülkelerine giden mültecilerin de geri alınmasını istiyor. Karşılığında 3 milyar euro verecek bir de Türk vatandaşlarının Chengen ülkelerinde serbest dolaşımını yeniden konuşacak.
Bizi sevindiren bu ama küçük bir sorun var. O da AB üyesi olan Kıbrıs Rum tarafı.
AB kurallarına göre bir karar ancak ittifakla alınabiliyor, bir ülkenin bile itirazı karar alınmasını engelliyor.
Şimdi Rum tarafı pusuya yatmış bekliyor. Türkiye’ye verilecek “tavizleri!”veto edip etmeyeceğini düşünüyor.
Nitekim konu AB Komisyon Başkanı Junker’in Davutoğlu’na gönderdiği mektupta da açıkça dile getirilmiş.
Buna göre Türkiye’nin Rum vetosuna uğramaması için iki yol var.
Birincisi AB ülkelerinin Rum kesimine baskı yapması.
İkincisi ise Kıbrıs’taki görüşmelerin olumlu seyretmesi. Elbette “olumlu seyretmekten” anladıkları Türkiye’nin haklarından vazgeçmesi.
Hangi şık daha kolay halledilir?
--KAFAMI BOZAN ŞEYLER—
Utangaç “başkanlık sistemi” savunucuları türedi
İktidarın 1 Kasım’da “zafer tazelemesi” hafif muhalefet eden çevrelerde bir derlenip toparlanma yarattı.
Saraya ve hükümete “eleştiri yapar” gibi davrananlar eleştiri dozunu iyice azaltırken sarayın hoşuna gidecek ataklarda bulunuyorlar.
Bunlardan biri başkanlık sisteminin iyi bir şey olduğunu anlatmak.
Ama bunu gözlediğim kadarıyla biraz “utanarak” yapıyorlar.
Neymiş; başkanlık sistemini Erdoğan istiyor diye değil Türkiye’nin koşullarına daha uygun olduğu için destekliyorlarmış.
Gerekçe de harika; aslında parlamenter sistemle yönetiliyormuşuz ama fiili durum böyle değilmiş, parlamenter sistem bitmiş, başkanlık sistemine karşı çıkanlar buna bekçilik yapıyorlarmış.
Fikirlerini mantık süzgecinden geçirmedikleri için “Ne malum Erdoğan’ın başkan seçileceği” bahanesinin arkasına sığınırken, bizzat Erdoğan’ın alt üst ettiği parlamenter sistemin iyi bir sistem olmadığını anlatmaya çalışıyorlar.
Peki, Erdoğan ve başkanlık hayali olmasa akıllarına parlamenter sistemden vazgeçmek gelecek mi? Ya da önlerinde Erdoğan gibi “tek adam olma hayali içinde olan” bir örnek olmasa başkanlık sistemini önerecekler mi?
--ŞAŞIRDIM—
Ekonomik daralma ile yazar daraltılmaz
Cumhuriyet gazetesi Türkiye’nin en eski ve köklü günlük yayın organı.
Şu sıralar zor günler geçiriyor. Aslında hepimizin geçirdiği zorlukları yaşayan Cumhuriyet Genel Yayın Müdürü ve Ankara Temsilcisi haksız yere hapse atıldığı için şu an daha büyük sıkıntılar içinde gibi görülüyor.
Gazete yaşadığı sıkıntı nedeniyle ekonomik olarak da zorluk içinde, bu nedenle bazı tasarruf önlemleri
almak zorunda kalmış.
Örneğin sayfa sayısı azaltıldı. Muhtemelen bütün masraflarda da ciddi önlemler almışlardır.
Ancak benim anlamadığım yöneticilerin “daralıyoruz” şeklindeki savunmalarına bazı yazarları da katmış olmaları.
Cumhuriyet’in bazı yazarlarının yazılarında “daraltmaya” gidilmiş. Haftada iki gün yazarken bire indirmişler örneğin. Neden? Çünkü sayfa sayısı azalmış ya ondan.
Bu yazarların maaşlarında da indirim yapıldı mı bilemiyorum tabii de, “yazar daraltması” olur mu?
Cumhuriyet’e hiç yakıştıramadığım gibi bunun “sayfa bahanesi” ile yapılan bir tür sansür olduğuna da inanıyorum.
Cumhuriyet’te çalışmayan pek çok gazeteci hapisteki iki gazeteci için varını yoğunu ortaya koyarken, gazetenin kendi yazarına reva gördüğü muamele hiç de hoş değil.
--KOMİK—
Hem cahil hem sansürcü olunca
Antalya Film Festivali’nin ödül töreni ahaber’den canlı yayınlandı. ahaber ATV’nin haber kanalı, havuz medyasının merkezi yani.
Sıra en iyi erkek oyuncu ödülüne gelince çok ilginç bir sansür olayı ile karşılaştık.
Ödülü alan Nadir Sarıbacak sahneye çıktı. Söze “ülkemin sorunları var” diye başlayınca ekran bir anda değişti, sahneye bakan kamera değil de ödül töreninin yapıldığı salonu tepeden gören dış kamera devreye girdi.
Sarıbacak’ın birkaç cümlesini kendisini görmeden, salonun dış görüntüleri eşliğinde duyduk, sonra müzik sesi yükseldi, ses kayboldu.
Belli ki ahaber yayın yetkilileri Sarıbacak’ın “muhalif bir konuşma yapacağını” sandılar ve önlem aldılar. Sarıbacak dostluk ve kardeşlikten söz ederken “rakı, çay” benzetmesi yapınca belli ki “eyvah şimdi yandık” dediler ve sesi kestiler.
Oysa Sarıbacak bilindik bir muhalif olmadığı gibi konuşmasında da muhalefeti andıracak tek kelime bile yoktu.
Ama bir kanal ve yöneticileri hem cahil hem bağımlı hem sansürcü olunca böyle oluyor işte.
Can Ataklı - Korkusuz