Fahrettin Bey, hiç mi istihbaratınız yok sizin?
Can Ataklı; Dünyanın her ülkesinde, tabii medeni ülkeleri kastediyorum, siyasi iktidarlar eleştiri ve uyarılara açıktır. Sanıyorum sadece bizde, iktidar aleyhine söylenen her söz “suç” olarak niteleniyor. İktidar medyası, hakkımda Cumhuriyet başsavcılığının soruşturma açtığını bile yazmış.
ANALİZ
Bu gençler yine yalnız kalmasın
Biraz geriye gidelim…
12 Temmuz 2016’da Boğaziçi Üniversitesi’nde rektörlük seçimleri yapıldı.
O tarihlerde henüz resmi olarak tek adam rejimi uygulanmıyordu ve üniversiteler kendi rektörlerini seçiyorlardı.
Gerçi son karar cumhurbaşkanına kalıyordu ama genellikle öğretim üyelerinin tercihi ağır basıyordu.
Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan seçimlere 447 öğretim üyesi katılmış ve Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu bugüne kadar hiçbir üniversitede görülmemiş bir rekora imza atarak 403 oy almıştı.
Bu, yüzde 86’lık bir orana karşılık geliyordu.
Bir süre sonra YÖK, Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü için belirlediği üç adayı Erdoğan’a gönderdi.
Barbarosoğlu, görülmemiş bir oyla üniversitenin birinci sırasını almıştı almasına ama YÖK de görülmemiş bir uygulama ile oylamaya dahi katılmayan Mehmed Özkan’ı listenin başına koymuştu.
Erdoğan, “YÖK’ten gelen tavsiyeye!” aynen uydu ve bu kişiyi rektör atadı.
Bu kişinin adının önünde de Prof. Dr. unvanı var. Vermişler demek ki zamanında bu payeyi.
Tabii tepki çok oldu.
Ama o kadar…
Sonra herkes sustu oturdu, başlarına patron gibi atanan adamı kabullendi.
Boğaziçi Üniversitesi şimdi yine rektör olayıyla çalkalanıyor.
Çünkü bu kez de AKP teşkilatlarında çalışmış, milletvekili adayı olmuş Melih Bulu isimli kişi rektör olarak atandı.
Artık durum eskisi gibi değil biliyorsunuz, öyle seçim meçim yok, saray kimi isterse onu rektör yapıyor.
Bu Melih Bulu adlı kişinin adının önünde de Prof. Dr. yazıyor.
Rektör olmak için gerekli ne de olsa. Tabii saray ille birini rektör atamak isterse bu kural da kalkabilir orası da başka.
Boğaziçililer yine tepki gösterdiler.
“Üniversiteye rektör değil kayyum atandı” dediler.
“Demokratik süreçleri tanımadan atanan yandaş rektörleri kabul etmiyoruz” dediler.
Rektörlük binasının kapısına “mühür vurdu” öğrenciler.
Sonra Süleyman Bey’in ekipleri geldi ve gençleri tartakladı, yerlerde sürükleyerek gözaltına aldı bazılarını.
Öğrenciler buna rağmen eylemlerinin devam edeceğini söylediler.
Tabii iktidarın en büyük korkusu, genç insanların başlattığı tepkilerin dalga dalga yayılması…
Bunu “darbe ile ilişkilendirip” toplum üzerinde korku yaratmaya ve en kötüsü halkı yine kutuplaştırmaya çalışıyorlar.
Belli ki “gitme paniği” yaşayan iktidar, “sus, konuşma, karışma, eleştirme, eylem yapma” sopalarını toplumun başına başına vuracak yine.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin demokratik eylemlerini alkışlıyorum ama şunu da söylemek istiyorum;
“Sevgili gençler, o koca üniversitede en yüksek oyu verdikleri bir değerli bilim insanının bile arkasında duramayan, korkak davranan asistanlarınız, doçentleriniz, profesörleriniz; sizi şaşırtmasın ama yeni gelenin önünde de el pençe divan duracaklardır. Hatta bazı hocalarınız da ‘Ama böyle bağırıp çağırmayla sorun çözülmez ki’ diyerek size akıl verip sonra yine sırtlarını döneceklerdir. Siz aldırmayın onlara. Her döneme ayak uyduranlar eninde sonunda yenilmeye mahkumdurlar.”
CANIMI SIKAN ŞEYLER
Uzaktan eğitime katılamayan çocukların gerekçeleri
Bir Anadolu kentinde fedakarca çalışan bir öğretmen dostum, pandemi nedeniyle yapılan uzaktan eğitime yoksulluk ve çaresizlik nedeniyle pek çok öğrencinin katılamadığını anlattı.
“Çok üzülüyorum” diyen öğretmen, “Okullar açıkken de zaten pek çok sorun yaşayan çocuklar, şimdi perişan. Kiminin yoksulluğunu biliyorum ama bazı aileler okulların kapalı olması nedeniyle disiplini kaybetti. Okullar açıkken çocuğunu okula göndermemezlik yapamayan bazı anne babalar şimdi sudan bahanelerle çocuklarını derslerden uzak tutabiliyorlar” diye ekledi.
Öğretmen dostum daha sonra bazı öğrencilerinin bilgisayar üzerinden yaptığı canlı derslere çoğu kez neden katılamadıklarını ya da ödevlerini yapamadıklarını küçük notlar halinde yazıp gönderdi.
İşte bunlardan örnekler;
K.Ç, ailesiyle köy işlerine yardıma gitmişti.
E.G’nin telefonu yok. Baba kendi telefonunu verirse çocuk görebilir. Tabletini de kardeşi kırınca derslere de giremiyor.
R.D, babasını yakın zamanda kaybetmiş. Evin geçimini annesi üstlenmiş. Annesi oğlunun henüz olayı atlatamadığını belirtti.
A.F’nin herhangi bir sıkıntısı yok. Belki unutmuş ya da ödevi bilmiyor olabilir. Derslere katılımı ve ödevler konusunda babasını uyarmıştım.
B.T’nin interneti yok.
P.G, ailesinde sorun yaşandığı için akrabasında kalıyor.
H.K, hiçbir derse katılmıyor çünkü evinde hasta ve özürlü küçük kardeşine bakmak zorunda.
Bunlar sadece bir sınıftan örnekler.
Türkiye’nin tamamının ne kadar korkutucu olduğunu tahmin etmek zor değil.
HOŞUMA GİDEN ŞEYLER
Gördüğüm en ince “Hırsızlık yapmayın” çağrısı
Bu fotoğrafı hemen Tele1’in karşısındaki bir iş yerinin duvarından çektim.
Burada çalışanlar günün büyük bölümünde yükleme indirme yapıyor.
Belli ki, özellikle sabah erken saatlerde burayı boş bulup aracını bırakanlar yüzünden pek çok kez sıkıntıya girmişler.
Sonunda, “Park etmeyin” uyarısının altına hiç görmediğim incelikte bir şey daha eklemişler.
Burasının bir iş alanı olduğunu, işin engellenmesine neden olan araç park etmenin “hırsızlık”tan farkı olmadığını vurgulamışlar.
Vallahi buna rağmen park eden çıkıyorsa yine, ne diyeyim ki?
BAŞIMDAN GEÇENLER
Çocuklara bu eziyet neden yapılıyor?
Korona salgınına karşı alınan önlemlerden biri 20 yaş altındaki çocuk ve gençlerin kısıtlama altında tutulması.
Buna göre, 20 yaş altında olan gün içinde sadece 13.00-16.00 saatleri arasında evden çıkabiliyor.
Ancak bu konudaki genelge kafa karıştırıcı…
Çünkü buna göre, 20 yaş altında olanlar yanlarında ebeveynleri olması halinde dışarı çıkabilir.
Önceki gün bir alışveriş merkezindeki büyük marketlerden birine giriyordum ki, maskeye rağmen beni tanıyan bir kadın “Can Bey” diye seslendi, “Bizi içeri sokmuyorlar, bu nasıl iş?” diye sordu.
Tabii durdum “Nasıl?” diye sordum.
Kadın biraz da öfkeli biçimde, “Yanımda 8 yaşında kızım var, güvenlik görevlileri çocukların 16.00’dan sonra sokağa çıkmasının yasak olduğunu, bu nedenle çarşıya sokamayacaklarını söylüyorlar” dedi ve ekledi; “Ben çocuğumla yalnız yaşayan bir kadınım. Saat 15.30’a kadar evde ders görüyor. Evin ihtiyaçlarını almak zorundayım, peki bu çocuğu nereye bırakacağım?”
Bir şey söyleyemedim, güvenlik görevlisine genelgenin yanlış uygulandığını söyledim. Görevli, amirini çağırdı o da “Yapacak bir şey yok. Çünkü bu saatte (16.45’ti) içeri çocuk aldığımız an vatandaşlardan biri fotoğraf çekip şikayet ediyor. Geçenlerde bir turist aile çocuklarıyla geldi, kapıda bir süre tuttuk, emniyete sorduk, turistlerle ilgili bir kısıtlama olmadığını söyleyince içeri aldık” dedi.
Daha sonra genelgeye tekrar baktım.
Tam bir açıklık yok.
Ama şunu üzülerek görüyorum:
Küçücük bir çocuk annesiyle markete gidiyor ama kapıdan sokulmuyorlar.
Bunu çocuğun anlaması mümkün değil.
Hatta üstüne o küçük çocuklar ciddi psikolojik sıkıntılar bile yaşayabilirler.
Geçenlerde saat 16.00’yı geçtiği için çocuklu bir kadını otobüse almadıklarını, aynı şekilde yine “Sokağa çıkma hakkınız bitti” denilerek yaşlı birinin otobüse bindirilmediğini yazmıştım.
Sokaktaki sıradan insanların başına bunlar geliyor ve asla seslerini duyuramıyorlar.
İçişleri Bakanlığı’nın yasak genelgesini gözden geçirmesi ve bu tuhaflıkların önüne geçmesi gerekir bana göre.
MERAK ETTİĞİM ŞEYLER
Fahrettin Bey, hiç mi istihbaratınız yok sizin?
Son iki gündür adım üzerinde fırtına koparıyorlar biliyorsunuz.
Önceki gece kaç televizyonda aynı anda koca koca insanların oturup benim YouTube kanalımda yaptığım bir konuşmamı irdeledikleri ve saçma sapan yorumlarda bulunduklarını sayamadım.
Bu paniğin ve telaşın nedenini anlıyorum.
Dünyanın her ülkesinde, tabii medeni ülkeleri kastediyorum, siyasi iktidarlar eleştiri ve uyarılara açıktır.
Sanıyorum sadece bizde, iktidar aleyhine söylenen her söz “suç” olarak niteleniyor.
İktidar medyası, hakkımda Cumhuriyet başsavcılığının soruşturma açtığını bile yazmış.
Nasıl oluyorsa iktidar medyası bu tür haberleri öncelikli olarak alıyor.
Gerekçe hep aynı: “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek…”
Kendi kendime hep şunu soruyorum; “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekle ne kazanırım?”
Suçlamayı yapanlar da bunu söylemeli.
Her akla geldiğinde bu gerekçe ile kişi suçlamanın tek anlamı vardır; “Kimse eleştirmesin, karşı çıkmasın, niyetini söylemesin.”
Bu bir yöntem ama medeni ülkelerin yöntemi değil, Kuzey Kore için geçerli olabilir.
Gerçi Batı’nın gözünde Kuzey Kore ile aynı torba içinde görülüyoruz. Ne acı, orası da ayrı…
YouTube konuşmam üzerine saray iletişim başkanı da bir açıklama yapmış Twitter üzerinden.
Adımızı zikretmeden İlker Başbuğ’la beni demokrasi düşmanı ilan etmiş.
Demiş ki, “Muhalefetin sözcülüğünü yapanlar, haftaya darbe söylemleri ile başlamışlar. Biri ‘Darbe yapabilecek kabiliyetimiz maalesef yok’ derken, bir diğeri ‘Menderes erken seçim yapsaydı 27 Mayıs olmazdı’ diyor. Darbe özlemi içerisinde olanların bu eşgüdümlü söylemleri hiç sürpriz değil. Milletin demokratik, sivil hak ve kazanımlarını bir türlü hazmedemeyen, seçilmiş hükümeti kendilerinden olmadıkça meşru görmeyen darbeci zihniyet, 27 Mayıs’tan bu yana hep aynı. Bu millet, seçtiği lideriyle birlikte 15 Temmuz destanını yazan millettir. Kimse aklından çıkarmamalı.”
Güzel de iki itirazım var.
Birincisi, “Neden her eleştiriyi darbe ile eşdeğer tutmaya çalışıyorsunuz. Bu, bir anlamda özgüvenin artık yok olduğunu göstermez mi?”
İkincisi, “Altun’un ‘eşgüdümlü açıklamalar’ sözüne çok güldüm. İlker Paşa ile tanışıklığım bile yok. Hatta öyle sanıyorum ki, Başbuğ kendisine de yönelik kimi eleştirilerim nedeniyle benden pek hazzetmiyordur. Devletin bütün gücüne ve istihbaratına hakim bir makam, benimle İlker Paşa’nın ‘eşgüdüm içinde olup olmayacağını’ bugüne kadar saptayamamış mı?”
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları