Medeni olmak bir başka tabii
Can Ataklı: Medeni insanların mahcup etmesi bile kazancımdır.
ÖNERİ
Yeter artık bitirin bu israfı
Önce şu haberin başlığını sunmak istiyorum;
“Cumhurbaşkanlığı ve Diyanet başta olmak üzere, kamu kurumlarının lüks kiralık araç tercihi nedeniyle araç kiralama şirketlerine son 22 ayda 1 milyar liradan fazla ödeme yapıldı.”
Bu haberi geçen hafta BirGün gazetesinde okumuştum.
Özellikle AKP’lilerin lüks araç merakının zirve yaptığını biliyoruz.
Bunda belki uzun yıllar “itilmiş” duygusu içinde olmanın, maddi güç yetmediği için bırakın lüks araç almayı sıradan bir otomobil sahibi bile olamamanın, sonra birden zenginleşince ne oldum delisi olmanın etkisi vardır.
Yoksa milletin kaynaklarını bu kadar hunharca kullanmak aklı başında medeni hiç kimsenin yapacağı iş değildir.
Benim canımı sıkan şey ise, lafa gelince “yerli milli” diye beyin yıkama operasyonlarına kalkışanların, sıra kendilerine gelince yerli ve milli olmaktan asla hoşlanmamaları.
Bunun en tipik örneğini milletin sırtından satın alınan veya kiralanan makam arabalarında görüyoruz.
Eskiden Devlet Malzeme Ofisi satın alırdı makam arabalarını.
Bu makam arabalarının plakaları da siyah üzerine beyaz olurdu ve kapılarında “Resmi hizmete mahsustur-DMO” yazardı.
Özal’ın “köşe dönme” politikası önce devlette uygulanmaya başlanınca gündeme ilk kez araba kiralama konusu gelmişti.
Mantık basitti; “Makam aracı için dünya kadar para vereceğimize kiralarız daha ucuza gelir.”
İlk anda belki öyleydi ama sonra neredeyse herkese araba kiralanmaya başlandı.
“Nasıl olsa kiralık, satın almıyoruz ya” mantığı ile ilgili ilgisiz herkesin altına araba çekildi.
Hele Cumhurbaşkanlığı ve Diyanet söz konusu olduğunda adeta akan sular duruyor.
Cumhurbaşkanını anladık ama Diyanet İşleri’nin başındaki kişi neden piyasada 3-5 milyona satılan Alman malı arabaya biner, anlamak mümkün değil.
Ama o Diyanet’in başındaki kişiye sorarsanız “en büyük günahın israf olduğunu” söyler.
Bakın bu yılın başından bu yana, aylara göre devletin kiralık araçlara ödediği para ne kadar?
Ocakta 20.7 milyon, şubatta 60.3 milyon, martta 56.8 milyon, nisanda 57.5 milyon, mayısta 48.7 milyon, haziranda 54.3 milyon ve temmuzda 51 milyon lira.
Toplayalım, sadece bu yılın yedi ayında yapılan toplam ödeme ise 349 milyon lira olmuş.
Kiralanan makam araçlarının tamamına yakını lüks ithal otomobiller.
Oysa iktidar, vatandaşa “Yerli araba al” diyor ve ithal araçların vergilerini anormal hale getiriyor.
Önerim şu: Cumhurbaşkanı ile güvenlik sorunu bulunan birkaç makam sahibi hariç, tüm makam araçları için “Türkiye’de üretilmiş olma” şartı getirilsin.
İster satın alınsın ister kiralansın ama hiç olmazsa “yerli milli” tanımına bir parça uysun.
Peki bu iktidar bunu yapar mı?
Hiç tahmin etmem.
Bu iktidarın adamlarının çoğu, daha önceleri bu olanakların onda birine bile sahip değildi.
Oysa şimdi devleti kılcal damarlarına kadar ele geçirdikleri için halkın sırtından yaşadıkları böyle bir lüks ve ihtişamı asla terk etmek istemezler.
O halde görev muhalefete düşüyor.
Muhalefet, kendine ait makam araçları için böyle bir kampanya başlatmalı ve iktidara geldiklerinde de bunu sürdüreceklerini açıklamalı.
30 yıl önce belki Türkiye’de üretilen araçlar nitelik olarak pek üstün değildi ama şu anda en ucuza satılan Türkiye’de üretilmiş araçlar bile aslında lüks sınıfında sayılabilir.
Muhalefet keşke bu kampanyayı başlatabilse.
ÜZÜLDÜM
Medeni olmak bir başka tabii
Tele1’deki yayın bitmiş, günlük yazılarımı yazmaya hazırlanıyorum ki kayıtlı olmayan bir numara aradı.
Meslek gereği “tanımayan numarayı açmama” gibi bir özelliğim yok tabii.
Daha “Merhaba” dediğini duyduğumda sesi tanımıştım aslında.
“Ben Ertuğrul Günay” diye söze girdi.
Ben de gülmeye başladım.
Ertuğrul Günay, uzun yıllar öncesinden tanıdığım, hem sevdiğim hem saygı duyduğum bir siyasetçi.
Dün bu köşede; Erdoğan iktidarını cemaat üzerinden eleştiren sözlerine değindikten sonra “Geç Uyananlar Derneği kurulsa” demiştim.
Bu yazımı Tele1’de okurken ise coştum ve gerçekten çok ağır sözler söyledim.
İşte Günay bunun için arıyordu.
“AKP’de bakanlık yaptığım için zaman zaman bu tür eleştirilerle karşılaşıyorum ama sevdiğim birinden bu kadar ağırı gelince gerçekten çok üzüldüm” dedi.
Sonra kısa bir geçmiş turu yaptık birlikte.
Örneğin CHP’den istifa etmediğini ihraç edildiğini, bu haksızlığa karşı kimsenin tepki vermemesinin kendisini çok kırdığını, AKP’nin o yıllardaki söylemlerini doğru bulduğunu, bu nedenle bakanlık teklifini de kabul ettiğini anlattı.
Sonra şarap içtiği için bakanlıktan atılmadığını, o yıllarda Erdoğan’ın resmi yemeklerinde de içki içtiğini, bundan hiç çekinmediğini söyledi.
“Şimdi durum belki artık farklıdır ama” dedi, “Ben bakanlık yaparken kıyasıya tartışmalar yapabiliyordum, Gezi projesine karşı çıktım. Durdurma kararı benim dönemimde alındı, dikey yapılaşmanın tehlikelerini anlattım, Yedikule’deki kulelere izin verilmemesi gerektiğini söyledim, başkanlık sistemine karşı çıktım ve bunları kamuoyu önünde defalarca dile getirdim. İnandığım bir şeyi söyleyemiyorsam orada duramam zaten.”
Ben de “Gazete yazısı değil ama televizyon konuşması çok ağır oldu, hatta sonuna doğru durdum ve gülmeye başlayarak; ‘Çok fazla oldu değil mi?’ diye izleyiciye bile sordum, ama Ergenekon başlarken söyledikleriniz geldi aklıma, biraz da öfkeyle böyle akıp gitti” dedim.
Günay da Ergenekon olayının daha sonra bir kumpasa dönüştüğünü ilk söyleyenlerden olduğunu belirterek “O tarihte Mümtaz’er Türköne, bakanlıktan alınacağımı bildiğim için böyle konuştuğumu ileri sürdü, ama üç yıl daha bakan olarak kaldım” dedi. Daha başka şeyler de konuştuk tabii ama hepsini yazmaya gerek yok.
Sadece şunu söyleyeyim.
Yine gördüm ki, bir kişiyi boşuna sevmem, saygı duymam.
Ertuğrul Günay’ın hemen telefon etmesi, bu kadar nezaket içinde olması, çok ağır bir eleştiriye uğramasına rağmen düzeyini hiç bozmaması beni de mahcup hissettirdi.
Ama olsun.
Ben mahcup olayım.
Medeni insanların mahcup etmesi bile kazancımdır.
HOŞUMA GİDEN ŞEYLER
Bir hayvanı rahatsız etmenin cezası 125 bin dolar
Başlığa bakınca hoşuma gidenin bu olduğunu düşünebilirsiniz.
Orası doğru da asıl hoşuma giden bu bilgiyi aldığım kişi.
Erkin Koray adını, bugünün gençliği bile bilir.
Hâlâ dillerde olan Fesuphanallah, Kördüğüm gibi efsane şarkıları söyleyen Türkiye’nin ilk rock sanatçılarından biri.
Bizim ilk gençlik yıllarımızın müzik ilahı gibiydi.
Bilmiyordum meğer Kanada’ya yerleşmiş.
Erkin Koray ara sıra mesaj gönderir.
Birbirimizi tanımıyor olsak bile, sanıyorum benim ona sempatimi sanki hissediyor gibi gelir bana hep.
Birkaç gün önce yine bir mesaj ve içinde ilginç bir haber göndermiş.
Şöyle diyor Erkin Baba;
Bu haberi, Türkiye’den ulaşılamayacağını, zaten ulaşılsan da dikkati çekmeyeceğini, fakat sizi (belki) ilgilendirebileceğini değerlendirdiğim için, “konunuzla ilgisi olmayabilir, ben göndereyim de…” diyerekten iletiyorum.
İlgili ise, adımı yayımlamanızı talep etmiyorum. Burada önemli olan bu haberdir, ben değil. Haber şu: Avlanmaya hevesli Kanadalı vatandaşın biri, Alberta eyaletinde vahşi doğayı koruma alanı içinde bir Cougar’a (bir panter türü) ateş ediyor. (Allah’tan) vuramıyor. Görgü tanıklarının şikayetiyle polis geliyor, arkadaşı tutukluyor. “Park alanı içinde, bir hayvanı rahatsız etmek (!) ve otosunun dışında dolu silah bulundurmak”tan yargılanıyor. Öngörülen para cezası ise (rakam yanlış değildir) 125 bin dolar. (Haberler, CBS Kanada, 08 Eylül 2020)
Bu yazıyı yazdığım sırada internetteki “Ankara’da kızdığı sevgilisinin sevdiği köpeği beşinci kattan attı” haberini gördüm.
Şimdi bu herife bırakın 125 bin lirayı, 125 lira ceza verilecek mi acaba?
BAŞIMDAN GEÇENLER
İstanbul’un yanı başında cennet varmış
Tabii ki İstanbul bir cennet, orası ayrı.
Ancak neredeyse ömrünü bu kentte geçirmiş biri olarak, Büyükçekmece’den itibaren Tekirdağ’a doğru sahilin bu kadar güzel olduğunu bugüne kadar hiç fark etmemiş olmama çok kızdım doğrusu.
Gerçi bilmiyor değilim.
Bir kere İstanbul’un en eski sayfiye yeri Kumburgaz.
Henüz Ege ve Akdeniz’in tatil beldeleri ortaya çıkmadan önce, yüz binlerce İstanbullu yaz aylarında buralara akın ederdi.
Hâlâ çok yoğun bir kalabalık var burada.
Tahmin ediyorum aileden kimse buradan bir ev edinmediği, yakınlarımdan da kimsenin evi olmaması nedeniyle yıllarca geçip gittiğim bu bölgenin asıl güzelliğini tam görememişim.
Önceki hafta aklımıza esti, internette gördüğümüz Gümüşyaka’ya bir günlüğüne gittik.
45 yıllık Meltem Pansiyon’da bir gece geçirdik.
Küçücük butik otel kıvamındaki mekan yenilenmiş ve adı da Meltem Beach olmuş.
Hep arkadaki E-5’ten veya TEM Otoyolu’ndan geçince insan sahili göremiyor.
Oysa buranın sahili, Los Angeles’ta “dünyanın en pahalısı” diye sunulan Malibu’dan farklı değil.
Uzun bir kumsal ve arkasında en fazla iki katlı villalar inanın Malibu’yu aratmıyor.
Biraz geç de olsa keşfetmiş olmaktan büyük keyif duydum.
Üstelik İstanbul’un merkezine sadece 1 saat uzaklıkta.
Bilmeyenlere tavsiye ederim.
YENİ ÖĞRENDİM
Kağıt toplayan çocukları kızdırmışım!
Hafta başında boş pet şişelerin çöp kutularında çok yer tuttuğunu, bunu önlemek için önerdiğim bir küçültme yöntemini yazmıştım.
Bu yöntemi bilmeyenlerden çok güzel mesajlar aldım, pek çok kişi de “Harika fikir, bundan sonra petleri böyle atacağım çöpe” diye mesaj gönderdi.
Ancak hiç aklıma gelmeyen bir kesimden, sokaklarda dev çuvallarla çöplerden kağıt, karton ve pet şişe toplayan çocuklardan tepki geldi.
Ara sıra gördüğüm ve ayaküstü takıldığım çöp toplayıcı çocuk/gençlerden biri gördü yine.
Nasıl okumuşsa okumuş ya da biri söylemiş, önerimi biliyor, dedi ki; “Abi gözünü seveyim bu tür şeyler yazma, işimizi bozma. Ekmeğimizle oynuyorsun.”
Şaşırdım tabii, çöp toplayan çocukla küçültülmüş pet şişesinin ne ilgisi olabilir?
Bilmiyordum, varmış meğer.
Neden biliyor musunuz?
Çünkü bu çocuklar doldurdukları çuval başına para alıyorlarmış.
Kilo hesabı yapılmıyormuş.
Pet şişeler küçülürse çuvala çok daha fazla şişe sığacak ve hem yük ağırlaşacakmış, hem de bir günde doldurulan çuval sayısı azalacağı için kazanç da eksilecekmiş.
Bakar mısınız, herkesin işine yarayan bir yöntem, kiminin kazancını etkiliyormuş.
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları