Can Ataklı; Adamlar cumhuriyetin temsil edildiği makamın orta yerine gelmişler toplu zikir ayini yapıyorlar, kimsenin gıkı çıkmıyor...
Askerimizi “IŞİD'i takip ve yok etmesi için” Suriye'ye sürdük.
Medya bir anda “kahramanlık öyküleriyle” doldu. Türk askeri kahramanca Suriye topraklarında yürüyordu, IŞİD çaresiz kaçıyordu.
Oysa bir gün sonra anladık ki, askerimiz tek kurşun bile atmadan Cerablus'a girmişti. Hiçbir direnişle karşılaşmamıştık. Garip olan, ortada tek IŞİD'li bile yoktu.
Sanki buhar olup uçmuşlardı.
Sonra işin rengi değişti. Askerimizi PYD'nin üzerine sürdüler.
Medya yine kahramanlık öyküleriyle doldu. Kahraman askerimiz PYD'ye haddini bildiriyordu. 25 terörist öldürülmüştü.
Oysa aynı sırada Türk tankları PYD tarafından vurulmuş, bir askerimiz şehit olmuştu.
Anadolu Ajansı “Suriye'deki ilk şehidimiz” diye duyurdu haberi. Belli ki bundan sonra daha çok şehit geleceğine inanıyorlar.
Askerimizin PYD üzerine sürülmesi üzerine önce Amerika ayağa kalktı. Dedi ki “Biz sana IŞİD'e müdahale için izin verdik. Derhal bu saldırıları durdurun.”
Rusya canının sıkıldığını bildirdi. PYD'ye kendilerinin de önem verdiğini söyledi.
Beklenmedik bir şekilde İran da devreye girdi. O da “Türkiye Suriye topraklarını derhal terk etmeli” açıklaması yaptı.
Bunlara karşı iktidarımız sessiz kaldı. Adeta “Siz ne derseniz deyin” havasındaydı.
Ancak dün itibarıyla yeni bir gelişme oldu ve Amerika Türkiye'nin yapılan uyarılar sonunda PYD ile ateşkes anlaşması yaptığını açıkladı ve “bölgede sessizlik sağlandı” dedi.
Bütün bu yazdıklarımı birkaç gün içinde yaşadık.
Hepsine birden bakınca, medyamızın kahramanlık diye adlandırdığı olayların aslında Türkiye'nin gururunu nasıl yerle bir ettiğini, dünyanın hiçbir ülkesinde en küçük bir itibarımızın kalmadığını açıkça gösteriyor.
Şimdi bütün bu olanlardan sonra sarayın temsilcisi kalkıyor Amerika'ya kafa tutuyormuş gibi yaparak “ne demek PYD ile ateşkes, Türkiye ile bir terör örgütünü nasıl olur da aynı kefeye koyarsınız” diye coşuyor.
Sarayın danışmanı hep kendisine danışılmasına alışmış belli ki, oysa Erdoğan için (muhtemelen kendi yazdığı) konuşmalarını okusa Türkiye ile PYD'yi aynı kefeye Erdoğan'ın koyduğunu görürdü.
15 gün önce Erdoğan yine Amerika'ya kafa tutar gibi yaptığı bir konuşmasında “Amerika'ya artık kararını ver diyoruz, ya PYD ya Türkiye diyoruz” demişti.
Ben de bu konuşmanın ertesinde yazdığım yazıda ve televizyon konuşmalarımda “peki, Amerika ya PYD derse ne yapacaksınız” diye sormuş ve 1000 yıllık bir devletle bir terör örgütünü aynı imiş gibi göstermenin yanlışlığını anlatmıştım.
Şimdi belli ki kendi hatalarının bedelini ödüyorlar.
Amerika “öyle mi?” dedi ve tavrını PYD'den yana koydu. Sadece Amerika olsa ne ala. AB de, Rusya da, İran da böyle.
Dış politikada nasıl döküldüğümüzü, Türkiye'nin altının nasıl oyulduğunu, nasıl itibarsızlaştığımızı ve gururumuzun hiçe sayıldığını görüyorsunuz değil mi?
Ne çare ki halkın yarıya yakını hâlâ Türkiye'yi süper güç falan zannediyor. Umarım ve dilerim bu yanlış politika nedeniyle başımıza çok kötü bir şey gelmez de “kandırılmayı bu kadar alıştırılmış halk” derin bir travma yaşamaz.
ÖFKELİ ADAM
Sarayda zikire izin Meclis'te Che fotoğrafına öfke
Adamlar cumhuriyetin temsil edildiği makamın orta yerine gelmişler toplu zikir ayini yapıyorlar, kimsenin gıkı çıkmıyor.
Erbakan'ın yıllar önce tarikat liderlerini Başbakanlık Konutu'nda ağırlamasından daha önemli bir dini tören, Cumhuriyet'in en önemli sembolünde yapılıyor, böylelikle cümle aleme “yok artık cumhuriyet değeri falan” deniyor.
Bunların bugün hesabı elbette sorulamaz. Ama er veya geç Türkiye Cumhuriyeti'nin temel değerleri ile oynanmanın bedelini birileri ödeyecektir.
Cumhuriyet'in sembolü olan merkezde bunlar yaşanırken demokrasinin merkezi Millet Meclisi'nde ise polislerin liseli gençleri tartaklamasına sahne oluyor.
12 Mart döneminin kanlı olaylarından tanıdığımız şimdinin Meclis Başkanı'nın “Che katildir, eşkıyadır” açıklamasından sonra Meclis polisi üzerinde Che resmi olan tişörtleri toplamak için gencecik çocuklara saldırdı dün.
Yeni dedikleri Türkiye artık böyle bir yer.
Sarayın ve iktidarın beğendiği her şey serbest, beğenmedikleri her şey ise “şiddet ve hatta vahşet” kullanılarak bertaraf ediliyor.
YENİ ÖĞRENDİM
Cemaatçilerin “Her şeyi misliyle geri alacağız” propagandası
Aylar önceydi. Şimdi cemaatçilikten tutuklu olan bir akademisyenle Beylerbeyi'nde karşılamıştım. O sırada 17 Aralık yaşanmış ama cemaate karşı büyük saldırı henüz başlamamıştı, ipuçlarını hissediyorduk.
“Hocam sizi çok fena yapacaklar” diye takılmıştım, fazla ciddiye alıp sert biçimde “Ne yapabilirler, sonları geliyor, asıl onlar korksun” karşılığını vermişti.
Ben de “Yapmayın, siz çok güçlü olabilirsiniz ama devlet çarkı onların elinde, hepinizi bir gecede yok edebilirler” diye ben de sertçe cevap vermiştim.
Neler olduğunu görüyoruz.
Ancak duyduğum kadarıyla cemaatin dışarıda kalan unsurları başı dertte olanların yakınlarını teselli etmek için “Hiç merak etmeyin, sonunda kaybedecekler, kaybettiklerimizi misliyle geri alacağız (mal-mülk kastediliyor) siz korkmayın” diye konuşuyormuş.
Dayanakları ise şu; “herkes içeri alınıyor ama sıra hukuka gelince elleri kolları bağlanacak. Suçlayacak bir dayanak bulamayacaklar. Bulsalar bile verecekleri cezalar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden dönecektir. Neye el koydularsa misliyle geri vermek zorunda kalacaklardır.”
Valla bana pek öyle gelmiyor ama teselli tesellidir.
KAFAMI BOZAN ŞEYLER
Suç yok, derin bir cehalet var
Tarihçi Ayşe Hür hakkında suç duyurusunda bulunulmuş.
Ayşe Hür 30 Ağustos nedeniyle yaptığı bir Twitter paylaşımında “Bu nasıl ezik bir toplumdur ki, 93 yıldır dost olduğu ülkelere 94 yıldır (biz sizi nasıl yenmiştim amaaa) diyor” diye yazmıştı.
İşte bunu suç olarak gören İstanbul Barosu'na kayıtlı bir avukat Ayşe Hür hakkında suç duyurusu yaptı.
Avukat Mert Yılmaz'ı suç duyurusunda Ayşe Hür'ün bu tiwitle “Nitelikli hakaret, halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve alenen aşağılama, Türk Milleti'ni aşağılama” suçlarını işlediğini öne sürdü.
Hukuken bir suç var mı bilemem ama Ayşe Hür'ün ortaya müthiş bir cehalet koyduğunu söyleyebilirim.
Çünkü kimse 94 yıldır bir ülkeye “sizi nasıl yendik amaaa” demiyor. Kurtuluş Savaşı'nda askerimiz bir başka ülkenin askerini yenmedi. Bu millet emperyalizmin, Osmanlı padişahı ile el ele vererek ülkemizi ortadan kaldırmasına karşı isyan etti ve bu amaçla üzerimize saldığı maşaları topraklarımızdan attı.
Karşımızda emperyalizm ve maşaları vardı, bu nedenle 94 yıldır herhangi bir ülkeye değil bu güçlere “sizi yendik” diyoruz.
Tarih yazıları yazan Ayşe Hür'ün bu gerçeği bilmemesi ve Türk Milleti'yle alay etmeye kalkışmasıdır bence asıl suç olan.
SORDUM ÖĞRENDİM
Milletvekillerine bir parmak bal; fazladan bir yıl
Cemaatin dinci faşist darbe girişiminden sonra “erken seçim” ihtimalleri üzerine çok konuşuldu.
Hatta ben de yazdım ve sarayın ortamı elverişli görürse baskın seçim kararı alabileceğine hâlâ inanıyorum.
Buna karşı Meclis'teki uzlaşma komisyonundan bazı öneriler geldiğini görüyoruz.
Arayıp sordum; 2019'da aynı yıl içinde üç seçim olacağını bunun hem ekonomik hem siyasi sıkıntılar doğuracağı görüşünden hareket eden komisyon yerel seçimin öne alınmasını, cumhurbaşkanlığı seçiminin 3 ay ertelenmesini, milletvekilliği süresinin ise 5 yıla çıkarılarak genel seçimin 2020'ye bırakılmasını önerecekmiş.
Saray bunu kabul eder mi bilemem elbette, ancak milletvekilleri “bir baskın seçim kabusu” görürken bir anda piyangodan çıkmış gibi gelecek bir yıl fazla milletvekilliği kararına herhalde çok sevinecektir.
MERAK ETTİĞİM ŞEYLER
Aşırı güvenlik korkudan mı gözdağı için mi?
Emperyalizmi ülkemizden kovduğumuz “Büyük Taarruz'un” yıldönümü 30 Ağustos bu yıl devlet tarafından sönük kutlandı.
Neyse ki ülkesini seven, Atatürk cumhuriyetinin ilke ve devrimlerine sahip çıkan, demokrasi ve hukuka bağlı büyük kitleler bu bayramı hakkıyla kutladılar.
Bu bayramın devlet tarafında ise, son günlerin moda deyimiyle “ilkler” yaşandı yine.
“İlk” hep olumlu anlamda kullanılır ama bizdeki ilkler ne yazık ki olumlu anlamda değil. Tam tersi bu “ilkler” medeniyetin, demokrasinin, cumhuriyetin, Atatürk ilkelerinin örselenmesinde geçerli oluyor hep.
Bu yıl 30 Ağustos törenlerinin Anıtkabir ayağında askerlerin nasıl rezil rüsva hale getirildiğine tanık olduk.
Generaller amiraller tören alanına hüviyet kontrolü yapıldıktan ve üstleri başları sıkıca arandıktan sonra sokuldu. General ve amirallerle beraberlerindeki değişik rütbedeki subaylar cumhurbaşkanı alanı terk edinceye kadar bariyerlerin arkasında tutuldular.
Askerlerin bulunduğu bölge polis özel harekâtı tarafından sarıldı, subayların kıpırdamasına bile izin verilmedi.
O askerler de kendilerine uygulanan bu onursuz tutumu sindirdiler.
Askerin içine düştüğü bu rezilliği bir kenara bırakalım, deniyor ki “darbeden yeni çıktık, kimin ne olduğu tam bilinmiyor, böyle bir ortamda elbette güvenlik alınacak.”
Yok, o kadar uzun boylu değil. Bu kadar korkuyorsanız törenlere katılmazsınız olur biter. Sarayın bahanesi mi yok, bundan önce birçok bayrama nasıl katılmadıysa yine öyle yapar. Bence elbette korku da var ama asıl amaç başta ordu olmak üzere herkese gözdağı verilmesidir.
Saray “Artık benden güçlüsü yok. Kimsenin gözünün yaşına bakmam” mesajı veriyor.
Can Ataklı - Korkusuz