Can Ataklı; Şiddetin artması göçleri tetikledi. Milyonlar Türkiye’ye aktı. Daha önce mültecilere yardım eden dünya Türkiye’ye inanmanın bedelinin çok ağır olduğunu anladı ve desteğini çekti.
Günleri çok hızlı harcıyoruz.
Zaman su gibi akıp gidiyor.
Akıl almaz şeyler yaşıyoruz ve çoğunu unutuyoruz.
Sonra geldiğimiz son noktadan bakarak “durum değerlendirmesi” yapmaya çalışıyoruz.
Ve genellikle yanılıyoruz.
Oysa her olayı son anından yakalayarak değil geçmişiyle birlikte ele almak ve değerlendirmelerimizi buna göre yapmak zorundayız.
Suriye konusuna da son noktadan bakınca hem kafamız karışıyor hem de sağlıklı bir sonuç almakta zorlanıyoruz.
Suriye konusunda son nokta şudur;
Rusya’nın bölgeye inmesiyle Suriye’de Esad rejimi güçlenmiştir. Son 4 yılda yitirdiği mevzileri yeniden ele geçirmeye başladığı gibi kalıcı olma konusunda da önemli mesafe almıştır.
Türkiye ise ilk başta 100 bin olarak tahmin edilen mülteci sayısının 3 milyona varması ile bunalmış haldedir.
Sorun sadece mültecilerle ilgili de değildir.
Sınırlarımız ve daha da önemlisi kendi topraklarımız “terörist” kaynamaktadır.
Bunun da ötesinde Türkiye dünyanın en tehlikeli ve kanlı terör örgütlerine yardım etmekle suçlandığı gibi bir de üstelik bu terör örgütlerinin hedefi durumuna da gelmiştir.
Türkiye izlediği yanlış politikalar nedeniyle bir “üçüncü dünya savaşını tetikleyecek ülke” olarak da tehdit unsuru iddiasına muhatap olmaktadır.
Şu anda iktidar, içine düştüğü bunalımdan kurtulmak için bölgede “sahte” kahramanlıklar peşinde koşmakta ancak bunlar bir yarar sağlamadığı gibi Türkiye’yi yaralarını kapatmakta büyük zorluk çekeceği uçuruma doğru götürmektedir.
Şu an itibarıyla bakıldığında Türkiye çabalarında haklı gibi görünmektedir ancak bu haklılık hiçbir yarar sağlamamaktadır.
Peki, nasıl oldu da iş bu kadar kötü noktaya geldi.
9 Ağustos 2011’de o zaman dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu Erdoğan’ın talimatıyla Şam’a gitti ve Esad’la 6.5 saat süren bir görüşme yaptı.
Sözde Arap baharı o sırada Suriye’ye yeni ulaşmıştı ve Şam rejimi şiddet kullanarak olayları bastırmaya çalışıyordu.
Erdoğan bölgede hakimiyetini artırmak için Amerika ve Batı’ya “Çözümü bana bırakın, Esad’la ben anlaşırım” dedi. Davutoğlu 6.5 saatlik görüşmede Esad’ı ikna etmeye çabaladı.
Ancak Esad, Türkiye’nin Amerika adına görüşmeye geldiğini anlayarak uzlaşmadı.
Bu Erdoğan için tam bir şoktu. Öfkelendi ve bütün hırsıyla “Esad’ı deviren adam olma rolüne” soyundu.
Hiçbir başka faktör düşünmeden tüm stratejiyi bunun üzerine kurdu. Ancak çok bileşenli ve değişenli dünyanın bu “hırsa dayalı” tek stratejiye sürekli destek vermesi mümkün değildi.
Nitekim zaman geçtikçe Suriye daha karıştı, dinci terör örgütleri bölgeye akın etti, Türkiye “tek stratejisini” ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmek için bu terör örgütlerine göz yumdu, hatta destekledi.
Şiddetin artması göçleri tetikledi. Milyonlar Türkiye’ye aktı. Daha önce mültecilere yardım eden dünya Türkiye’ye inanmanın bedelinin çok ağır olduğunu anladı ve desteğini çekti.
Sonunda Türkiye bir kişinin “hırs ve öfkesinin” karşılığını yalnız kalarak alma tehlikesiyle baş başa kaldı.
--BUNU YAZMAK GEREK---
PYD’yi kovuyoruz ama bunu dünya dinci teröre destek olarak algılıyor
Dünün en önemli gündem maddesi Suriye topraklarındaki Azez’de bir hava üssünü ele geçiren PYD güçlerine karşı yapılan yoğun bombardımandı.
Bu konuda kafama takılan bir noktayı belirtmek istiyorum.
Medyadaki haberlerde Türkiye’nin PYD’nin koridor açmasına engel olmak için harekete geçtiği belirtiliyor.
Resmi açıklamalar da bu yönde. Buna karşı kafa karıştırıcı daha doğrusu sanki özellikle Amerika’ya karşı bir bahane olarak sunulan bir söylem daha var.
Başbakan “bir daha tekrarlıyorum” diyerek bombardımanın “angajman kuralları” gereği yapıldığını bildirdi.
Bu şu demek; PYD’nin Azez’deki hava üssünü ele geçirirken yaşanılan çatışmalarda atılan füzelerden bazıları Türkiye’ye de düşmüş. Silahlı kuvvetler de bunun üzerine daha önce açıklanan angajman kuralları gereği füzelerin atıldığı yerlere karşılık veriyor.
Açıkçası Amerika “PYD’ye niye saldırıyorsunuz?” diye sorarsa sanki “Hayır biz saldırmıyoruz, oradan atış yapıldı biz de karşılık verdik” denilecek.
Tabii işin bir de başka noktası var. PYD bu üssü dinci El Nusra adlı terör örgütüyle çatışarak ele geçirdi. Türkiye ise PYD’yi vuruyor. Bu da dünyada “Türkiye yine terör örgütüne destek oluyor, PYD bahane” algısına neden olabilir.
Nitekim Amerika ilk tepkiyi vererek “Ateşi kesin” çağrısı yaptı.
Suriye ise ilk resmi açıklamasında “Türkiye teröre destek veriyor” dedi.
Hiç şaşırmayın başka ülkerden de benzer açıklamalar gelecektir.
Demek ki önümüzdeki günler çok sıcak geçecek.
--DEDİKODU---
Saraya bir savcı çağrılarak “Hepsi için dava açın” talimatı verildi mi?
Bu yazacaklarımın kanıtı yok.
Ancak Ankara kulislerinde konuşulduğunu duydum.
Sadece merak ettiğim için sormak istiyorum.
Kulislerde deniyor ki; DİSK toplantısında Devlet Bakanı Süleyman Soylu’nun salonu terk etmesine neden olan protestolar sarayı çok öfkelendirmiş.
Bunun üzerine olayın hemen ardından Ankara Cumhuriyet savcılarından biri saraya çağrılmış.
Kendisine “Cumhurbaşkanına hakaret edenlerin çok net göründüğü filmler mevcut. Bunlar incelensin, tek tek belirlensin ve hepsi için dava açılsın” talimatı verilmiş.
Bu talimat gereği mi bilemem tabii ama zaten savcılık o toplantıdaki protestolar için jet hızıyla bir soruşturma açtı bile.
---DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER---
Meral Akşener örnek bir cesaret sergiledi
Meral Akşener’i siyasetteki ilk günlerinden beri ilgiyle izliyorum.
DYP’deki günleri, en zor zamanda fedakârlık ve kararlılıkla yürüttüğü bakanlığı, AKP kuruculuğu ve MHP’deki mücadelesi.
Politik olarak çok yer değiştirmiş gibi görünebilir ama Akşener bulunduğu her yerde hep aynı oldu, nabza göre şerbet vermedi duruşunu değiştirmedi.
Akşener 7 haziran seçimlerinden sonra Genel Başkan Bahçeli’nin hışmına uğradı ve tasfiye edilmek istendi.
Ancak mücadeleyi bırakmadı ve parti içinde yeni bir hareketin öncülüğüne soyundu.
Akşener’i cumartesi günü televizyonda izledim.
Günümüzde hiçbir politikacının gösteremediği bir cesaret örneği vererek “Genel başkan olursam başbakan da olurum” dedi.
Bu çok iddialı çıkış mutlaka etkisini gösterecektir. Diğer muhalefet partileri iktidarı hiç düşünmezken, bir kadın politikacının “Beni seçerlerse partimi de ülkeyi yönetecek hale getiririm” diyebilmesi alışmadığımız ve özlediğimiz bir tavırdır.
Meral Akşener, Bahçeli’nin tüm engellemesine rağmen parti içinde çok önemli bir mevzi kazandı böylelikle. MHP aradığı başkanı bulmuş olabilir.
---HOŞUMA GİDEN ŞEYLER—
Rejans’ta Atatürk’e “sonsuza kadar rezerve” edilen masa
Geçenlerde İstanbul’un nostaljik mekanlarından Rejans lokantasının yeniden açılacağını yazmıştım.
Geçen hafta Milli Merkez toplantısı için İstiklal Caddesi’ne gittiğimde Rejans’ın yeni işletmecisi ile karşılaştım.
Milli Merkez Başkanı Hüsamettin Cindoruk’la beni bir kahve içmeye davet etti. Böylelikle Rejans’ın eskisi gibi korunmuş yeni halini görme şansı bulduk.
Rejans’ta en ilgimi çeken köşe hemen girişte sağdaki köşede üzerinde “sonsuza kadar rezerve” yazan masaydı.
Meğer Atatürk Rejans’a her gelişinde bu masada otururmuş. Hemen girişi ve köşeyi tercih etmesinin nedeni ise diğer müşterileri rahatsız etmemek içinmiş. Çünkü lokantaya girip ortalara yürüdüğünde herkes yerinden kalkıyormuş. Atatürk de bu nedenle kimse rahatsız olmasın diye lokantaya girer ve hemen köşedeki yerine otururmuş.
Rejans’ın yöneticileri Atatürk’ün oturduğu masayı aynen korudukları gibi etrafını da Atatürk’ün kullandığı eşyalarla süslemişler.
Gideceklere uyarı; masanın yanında fotoğraf çektirmek mümkün ama kimsenin oturmasına ve Atatürk’ün yerinden poz vermesine izin verilmiyor. Bence çok doğru bir karar.
Atatürk’ün masasının yanında ben de fotoğraf çektirdim. Merak edenler canatakli2013 instagram hesabıma bakabilirler.
Can Ataklı - Korkusuz