Can Ataklı yazdı, ''Üniversitelerde bu kadar çok yolsuzluk olmuş ve bunlar kayda geçmişse, varın siz düşünün bir de yakalanmayanları...''
Redhack adında, kimliği bilinmeyen bir internet grubu var. Kaç kişidirler, örgüt gibi mi çalışıyorlar, birilerinden emir ve talimat alıyorlar mı, maddi olanakları nasıl sağlanıyor, bunların hiçbiri bilinmiyor. Bilinen, bilgisayar dilinde “internet korsanı” anlamına gelen bir “hacker” grubu oldukları. Yani “kırıcılar” demek.
Kırıcılıkları şu; bilgisayar dünyası sayısal sisteme dayandığı için olanakları da sonsuz. Bilgisayar sisteminde tuttuğunuz bilgileri ne kadar korumaya çalışırsanız çalışın, şifre üzerine şifre koyun, sayısal sistemin gereği eninde sonunda birileri bu şifreleri çözüp bilgilerinize ulaşabiliyor.
Şu ana kadar hiçbir kurum “asla kırılamaz” denilen bir koruma sistemi bulamadı.
Kırılması “neredeyse” olanaksız denilen şifre sistemleri kullanan çok gizli devlet kuruluşları var. Örneğin CIA, FBI, NSA, Mossad hatta bizim MİT kendi sistemlerini korumak için olağanüstü harcamalar yaparak şifre zincirleri kuruyorlar. Ama bunların da bir gün kırılmayacağını kimse söyleyemiyor. Sistem sadece çok karmaşık hâle getirilerek “kırılma” zorlaştırılıyor o kadar.
İşte Redhack, ki bütün korsanlarının Türk olduğu varsayılıyor, şu ana kadar birçok önemli kurum ve kuruluşun bilgisayar sistemine sızmayı başardı.
Bu çocukları (çocuklar diyorum çünkü genç olsalar gerek, bu iş yaşlıların işi değil) kimse yakalayamadı bugüne kadar. Birkaç şüpheli ele geçti ama boş çıktı ya da yakalananlarla ilgili kanıt bulunamadı.
Red Hack son olarak YÖK’ün sistemini kırdı ve oradaki tüm bilgelere sızdı. Ele geçen bilgiler arasında çok sayıda yolsuzluk, hırsızlık, usulsüzlük dosyası da var.
Şimdi YÖK ayakta. Bunları haber yapan medya kuruluşlarına da protestolar çekerek yayınların durdurulmasını istiyor.
Yayınlanan belgelerde gerçekten çok pis yolsuzluklar var. Ancak hepsi bir şekilde soruşturmaya uğramış yani kayda geçmiş. Bir bölümü kayda geçmesine rağmen “müsebbipler iktidardan yana” olduklarından belki örtbas edilmiş. Üniversitelerde bu kadar çok yolsuzluk olmuş ve bunlar kayda geçmişse, varın siz düşünün bir de yakalanmayanları.
Benim asıl merakım zaten kayda geçenler değil, kayda geçmemiş, henüz yakalanmamış ya da üzerine gidilmemiş yolsuzluklar.
Son yıllarda hep belli kimlikte olanların üniversitelerin başına getirilmesinden sonra yükselen dedikodular o kadar çok ki. Korku belasına çoğu açığa çıkarılamıyor. Ancak özel sohbetlerde fısıltılı seslerle anlatılıyor.
Aksi hâlde herkes başına ne geleceğini çok iyi biliyor çünkü.
*****
Telefonu olmayan hastaneGeçen hafta savcılıktan izin alıp Ergenekon davası nedeniyle 4 yıldır hapiste olan ve ağır bir karaciğer rahatsızlığı nedeniyle tedavi gören Malatya İnönü Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nu ziyarete gitmiştim.
Avcılar Murat Kölük Hastanesi’ne gitmeden önce eşine geleceğimi haber vermek istedim.
Hastanenin (212) 509 79 79 No’lu telefonunu çevirdim. Çaldı, çaldı açan olmadı. Derken bir bant çıktı ve “Mesaj bırakın” sesini duydum. Kapatıp tekrar tekrar aradım, yine hiç açan olmadı, hep banda geçiyor. Sonunda “Şu mesaj neymiş?” diye düşündüm ve bekledim. “Mesaj bırakın” cümlesinden sonra bir “dıııt” sesi geliyor ve “Mesaj kutusu doludur” uyarısını duyuyorsunuz.
İnanılır gibi değil. Acil bir durumunuz olsa yandınız demektir.
Ayrıca hastaneye hiç ulaşamıyorsunuz ki o da ayrı facia. Bilinmeyen numaralarda ve internet sayfasında hastanenin başka bir telefonu da yok.
*****
Ne mutlu, Apo’nun artık televizyonu da varBaşbakan’la Afrika gezisine katılan gazetemizin Ankara Temsilcisi Murat Çelik’in yazısından öğrendiğimize göre İmralı’da kendisiyle resmi görüşmeler yapılan PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın kaldığı odaya bir de televizyon konulmuş. Odasında bugüne kadar bir radyo varmış, ısrarla televizyon istiyormuş, sonunda arzusuna kavuşmuş.
Bunu Başbakan bizzat açıklamış. “Televizyon konulması talimatını ben verdim” demiş. Yine Başbakan’dan öğrendiğimize göre Apo’nun odası 12 metrekareymiş, karyolası falan her şeyi varmış.
Anladığım kadarıyla cezaevindeki bir mahkûmun kullanabileceği eşyalar hakkında karar bizzat Başbakan tarafından veriliyor. Oysa biz yasalarla düzenlendiğini sanıyorduk. Ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm bir teröristin cezaevinde hangi koşullarda tutulacağının, hücresindeki eşyalarının ne olacağının, hangi haklardan yararlanacağının yasalarda olduğunu varsayıyorduk.
Anlaşılıyor ki İmralı cezaevindeki yaşam koşulları yasalarla değil Başbakan’ın talimatlarıyla belirleniyormuş. Bu durumda insanın aklına ister istemez kuşku düşüyor. Apo’nun odasına TV Başbakan’ın emriyle konuluyorsa, örneğin Mustafa Balbay’ın iki yıl 8 metrekarelik hücrede tutulması emri de Başbakan’dan gelmiş olamaz mı?
Ya da kanser tedavisi gören Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu için “Hastanede çok kalmasın siz onu cezaevinde tutun” talimatı da verilebilir mi?
Başbakan bazen kamuoyunda sempati toplayacağını düşündüğü için “ben emir verdim” türü otoriter açıklamalar yapıyor ama o zaman da bu kuşkulara yol açıyor.
*****
Hani yalanlanmıştı?Medyada yeni yılın ilk bombası başlıklarıyla duyurulan bir haber vardı. Malatya Cumhuriyet Savcılığı Suriye’de düşürülen uçağımızla ilgili MİT Müsteşarı hakkında da soruşturma açmıştı ve ifadeye çağırmak için Başbakan’dan izin bekliyordu.
Doğal olarak “ikinci MİT krizi mi?” soruları zihinlerde oluşmuştu. Ancak haberin yayınlandığı gün, akşam saatlerinde “Malatya Cumhuriyet Savcılığı çevrelerinden alınan bilgi” diye sunulan bir haberde “MİT’le ilgili bir soruşturma yok” deniliyordu. Ertesi gün yandaş medyadaki bazı kalemler söz konusu haberi yayınlayan ve bunu yorumlayan köşe yazarlarını topa tuttular, hatta alay ederek “Nasıl da yanıldılar, bunların amacı başka” dediler.
Ben de “Bakalım bu kez ne olacak?” diye yazanlardandım. Resmi bir yalanlama olmamasına rağmen medya haberi yalanlanmış kabul etti.
Dünkü Hürriyet’te küçücük bir haber vardı iç sayfalarda. “MİT’ten savcılara suç duyurusu” başlığını taşıyordu. Meğer Malatya savcılarının MİT Müsteşarı hakkında soruşturma açtığı ve Başbakan’dan izin istediği doğruymuş.
MİT de bunun üzerine “kontratağa” geçmiş ve Müsteşar hakkında soruşturma isteyen savcıların “planlı bir psikolojik harekâtın parçası olarak davrandığı, savaş kışkırtıcılığı yaptığı” iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuş. Bu koşullarda Başbakan’ın zaten izin vermeyeceğini tahmin etmek zor değil de, benim merakım o savcılara ne olacak şimdi?