Kara para ''ak''lamak
Can Ataklı; İster misiniz İbiş vergisi de gelsin?
ACAİP YAZILAR
İster misiniz İbiş vergisi de gelsin?
Geçen hafta Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in istifa ettiği ama araya giren Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın bunu önlediği haberi ortalığı sarstı.
Haberin kaynağı benim de yakından tanıdığım sevgili dostum Erol Mütercimler’di.
Haber Cumhurbaşkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi tarafından yalanlandı.
Açık söyleyeyim ben yalanlamaya değil Erol Mütercimler’e inanırım.
Bilgiyi nasıl aldığını anlatıyor YouTube konuşmasında, ayrıca güvenmediği bir kişiden alacağı bilgiyi de paylaşmaz.
Neyse, Mehmet Şimşek görevine devam ediyor.
Büyük sermaye sahiplerinin paralarını kurtarmak için canla başla çabalıyor, zenginin vergisini silerken açığı vatandaşın cebinden yeni vergilerle çıkarmaya uğraşıyor.
Şimşek’in sürekli yeni vergiler icat etmesi, belki çoğunuzun bildiği bir öyküyü getirdi aklıma.
İnşallah Mehmet Şimşek bu yazıyı okumaz da “Yaaa, iyi aklıma getirmiş, sahi bundan da vergi alabiliriz” diye düşünmez.
Öykü şöyle;
Eski zamanlardan birinde padişahın hazinesi yine boşalmış...
Har vurup harman savunmaktan, saraya düzinelerle at almaktan, çalgı-çengi yiyip içip coşmaktan her zamanki gibi beş para kalmamış koca hazinede.
Padişah, vezirlerini çağırıp “Ne yapacağız?” diye sormuş; vezirlerden biri “Yine halktan vergi toplayacağız, başka yolu yok sultanım” diye düşüncesini açıklamış.
Padişah hem kızgın, hem üzgün bir tavırla yanıt vermiş: “Vergi koymadığımız bir şey mi kaldı a koca vezir; ota da b.ka da vergi saldık. Hadi bulun vergi koymadık bir şey!”
Divandaki vezirler uzun uzun düşünmüşler, bir türlü işin içinden çıkamamışlar.
Sonunda yaşlı bir vezir, “Buldum” diye bağırmış, padişah merakla “Nedir?” diye sormuş:
“Adı İbiş olandan, başı kel olandan, pazarda horoz satandan, bir de kılıbık olandan 1 akçe vergi alalım!”
Padişahın pek hoşuna gitmiş, emir vermiş, uygulama başlamış.
O ülkenin epey uzak bir dağ köyünde yaşayan İbiş isimli vatandaş, bu durumdan habersiz, evin ihtiyaçlarını karşılamak, karısına da bir çift pabuç almak için kümesteki çilli horozu koltuğunun altına alıp, kasabanın pazarına inmiş.
Daha pazara varır varmaz besili hayvanı gören bir müşteriyle sıkı bir pazarlığa tutuşup, sonunda 4 akçeye satmış horozunu. Kârlı bir satış yapmanın mutluluğu ile yürürken padişahın vergi memuru kesmiş yolunu.
“Horozunu sattın değil mi?” diye sormuş vergici.
İbiş “Evet” deyince vergi memuru “Ver bakalım 1 akçe horoz satma vergisi!”
İbiş şaşırmış, diklenmiş memura, “Horoz satmanın da vergisi mi olurmuş!”
Tartışma uzayınca ahali de toplanmış etraflarına; Kalabalıktan biri seslenmiş: “İbiş efendi, boşuna uğraşma bunların elinden kurtulamazsın, öde 1 akçeyi gitsin!”
Memur bunu duyunca “Aha” demiş, “Adı da İbiş’miş, vergi borcu 2 akçeye çıktı!..”
İbiş bunu duyunca iyice delirmiş, “İbişlik vergisi de neymiş” diye karşı koymuş, kaçmaya çalışırken takkesi düşüp kel kafası ortaya çıkınca memur gürlemiş: “Kafası da kel bunun, 1 akçe de kellik vergisi!”
Adamcağız bunun üzerine kendini kaybedip ağlamaya, yalvarmaya başlamış “Yapma ağam, ben eve gidince karıma ne derim? Vallahi eve sokmaz, maşayla gelir üstüme!” demiş
Memur, bu kez üzüntülü, sıkıntılı bir sesle son darbeyi vurmuş: “Birader, sen üstüne bir de kılıbık çıktın, bir akçe de kılıbıklık vergisi!”
KISSADAN HİSSE: Yakında hepimiz İbiş olabiliriz ona göre.
HOŞUMA GİDEN ŞEYLER
Kara para “ak”lamak
Gazeteci yazar Erdem Beliğ Yazar’ın bu haftaki özlü cümlelerini bakalım beğenecek misiniz?
Kara para aklama suçundan hüküm giyen Dilan Polat apar topar tahliye edildi... AKP’yi eleştiren Dilruba K hâla hapiste. Demek ki bu memlekette kara para aklamak, “Ak” Parti’yi karalamaktan büyük bir suç değilmiş!
★★★
Milliyet yazarı Hakkı Öcal, yavru kedileri itlaf etmek için kürekle öldürmeyi vahşi bulup; onların daha gözleri açılmamışken su dolu bir kovaya atılmasını önermiş! Belki şaşıracaksınız ama tavsiye ettiği bu yolun en “insanî” itlaf şekli olduğunu savunmuş! Aslında şaşırmamalı; insandan kastı kendiyse önerdiği metot insanî sayılabilir...
★★★
AKP’li eski büyükşehir belediye başkanının Denizli’nin 50 yıllık su ihtiyacını karşılayacağını iddia ettiği baraj bir sene içinde kurumuş! Şu AKP’lilerin dediklerinin tersinin çıkma ihtimali 2+2’nin 4 etme ihtimaline denk maşallah!
★★★
Güzel İzmir yanıyorken ne yazık,
Dediler, “Oh, gavur İzmir yanıyor!”...
Söyleyenler ya Yavuz’dur, ya Kaan;
Okuyan onları insan sanıyor!
★★★
AKP’ye geçeceği konuşulan Gelecek Partisi Ankara Milletvekili Nedim Yamalı’ya göre muhafazakâr camianın toparlanmaya ihtiyacı varmış... Muhafazakâr camianın ihtiyacı olan aslında başka bir şey de haydi neyse!
★★★
Hürriyet gazetesinden Fuat Bol, Türkiye’yi millîleştirmek için Tayyip Erdoğan’ın elini değil gövdesini taşın altına koyduğunu söyledi! Tam bu satırlarını okurken açık olan TV’de bir haber altyazısı dikkatimi çekti... Atatürk’ün yüz sene evvel millîleştirdiği İzmir Alsancak limanı Birleşik Arap Emirlikleri’ne satılacakmış. Gövdeye bak.
★★★
Tarsus İlçe Millî Eğitim Müdürü, peşine ilçedeki kırk okul müdürü de takıp AKP İl Başkanı’na ziyarette bulunmuş... Ziyaretin adı da “saygı” ziyaretiymiş! Tabii müdür bey, AKP’li başkana “saygı” sunarken işgal ettiği devlet makamına “saygısızlık” yaptığını unutmuş... Bu önemsiz teferruatlar her parti devletinde olur!
★★★
Mantıklı değildir ki siyâsette transfer;
Yanmamdı dönenler politik boşluğa dolsa...
Almıştı puan karşıya geçmek ile onlar;
Başkan ve vekil olmasa, pinpon topu olsa!
NOSTALJİ
Biz böyle çocuklardık işte
Sakın “Aman eski günler ne güzeldi” dediğimi sanmayın.
Gerçi o eski günlerin saflığını, insanların iyiliğini, en azından namussuzların, hırsız ursuzların bu kadar cüretkâr olmadığını hatırlamak da hoş geliyor aslında.
Bugünün gençleri için 60 ve 70‘li hatta 80’li yılların çocukları nelere tanık olmuştu sıralayalım;
Arabaların emniyet kemeri, kafalıkları ve hava yastıkları yoktu. Arka koltuk tehlikeli değil de eğlenceliydi.
Prizlerin, araba kapılarının, ilaç şişelerin ve kimyasal ev temizleyicilerinin üzerinde çocuk kilitleri yoktu...
Kasksız bisiklete biniliyordu.
Steril su şişelerinden değil de bahçe hortumundan sokak çeşmesinden su içiliyordu.
Oyun oynamaya çıkmanın tek şartı hava kararmadan önce eve dönmekti.
Cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde gezdiğimizi bilmiyordu...
Bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırılmış dişimiz vardı, fakat hiçbir zaman birileri bu yüzden mahkemeye verilmiyordu. Kendimizden başka kimse sorumlu değildi.
Bolca tatlılar ve tereyağlı ekmekler yiyorduk, ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk ve hiç kilo sorunumuz olmazdı çünkü hep dışarda oynardık , aktif olarak.
Dört çocuk bir limonatayı paylaşabiliyorduk, aynı bardaktan içebiliyorduk ve kimse bu yüzden ölmüyordu.
Playstation, video oyunlarımız, 99 kablolu kanalımız , Dolby Surround, cep telefonumuz, bilgisayarımız, internetde chat odalarımız yoktu ama onun yerine arkadaşlarımız vardı bolca.
Yürüyerek veya bisiklet ile uzakta oturan arkadaşlarımızı ziyaret edebiliyorduk, kapılarını çalıp hatta çalmayarak içeri girip onları oyun oynamaya çağırabiliyorduk.
Tek kale üzerine maç yapardık ve birisi takıma alınmadığında psikolojik travma oluşmuyordu ya da dünyanın sonu gelmiyordu.
Bazı öğrenciler diğer öğrenciler gibi başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. Fakat bu yüzden kimse psikoloğa ya da pedagoga gönderilmiyordu. Kimsede dislexia, konsantrasyon sorunu veya hiperaktivite yoktu, basitçe o okul yılını tekrarlıyordu.
Özgürlüğümüz, üzüntülerimiz, başarılarımız, görevlerimiz vardı ve bunlar ile yaşamayı öğreniyorduk.
Soru: Nasıl oldu da bütün bunlara rağmen hayatta kalmayı başardık? Ve daha da önemlisi kendi kişiliğimizi bu şartlar altında nasıl oldu da geliştirebildik?
Basit; mutluyduk, yetiniyorduk, seviliyorduk.
ÇOK GÜLDÜM
Bu pazar için 4 güzel fıkramız var
Bu hafta Yıldırım Tuna’dan 4 fıkra geldi.
Haydi okuyalım;
Evdeki kamp
Aralarında hemen her gece sürtüşme olduğunda kadın kocasına bir şeyler fırlatır, yastığını eline verir, çığlık çığlığa da bağırarak kocasını salondaki kanepede yatmaya gönderirmiş.
Ancak bir müddet sonra adamın bundan hayli keyif aldığını öğrenince çok şaşırmış ve sebebini sormuş kocasına;
“Yahu ne yapayım? Aynen kendimi ormanda kamp yapıyor havasına sokuyor ve aşırı heyecanlanıyorum,” demiş adam ve arkasından da karısının duyamayacağı şekilde mırıldanarak eklemiş “Hele etrafımda beni her an parçalayacak o kızgın dişi orman canavarı dolaşırken.”
Kurbağa ve falcısı
Kurbağanın biri gelecekte nelerle karşılaşacağını öğrenmek için telefonla falcısını aramış.
“Senin hakkında her şeyi araştırıp öğrenmek isteyecek nefis bir kızla tanışacaksın!” demiş falcısı..
“Harika” demiş kurbağa.. “Nerede ve nasıl tanışacağım? Diskoda mı, gece kulübünde mi?.”
“Hayır!” demiş falcı, “Önümüzdeki sömestr onun biyoloji dersinde...!”
Fazla mesai
“Hafta sonlarını mangal, balık avı ve havuz partileriyle değerlendirdiğini biliyorum ama senden bir ricam var” demiş patronu, “Bu hafta sonu işe gelmeni rica ediyorum.. Benim için çok önemli. Gelebilir misin?.. “
“Aa.. Ne demek? Sorun değil patron, hiç merak etmeyin” demiş delikanlı, “Yalnız hafta sonları bizim banliyöye toplu taşımayı çok seyreltiyorlar, merak etmezseniz, biraz gecikebilirim.”
“Ne demek?.. Sağ ol. Peki kaç gibi ofiste olursun?..”
“Pazartesi sabah 09.00 gibi bürodayım.!”
Nizamiyedeki bank
Yeni tayin olduğu alayı denetleyen albay, nizamiyedeki bankın başında nöbet tutan iki eri görüp “Neden orada nöbet tuttuklarını” sormuş..
“Bilmiyoruz komutanım, eski komutanımızın emri ile sürekli bu banka nöbet yazılır” diye cevap vermiş askerler..
Merakını yenemeyen albay, bir önceki alay komutanını telefonla aramış ve sormuş, “Valla bilemiyorum” demiş eski komutan, “Epey önceden konulmuş bu nöbet geleneğini biz de devam ettirdik..!”
Israrla üç komutan geriye giderek bu nöbeti ilk koyan 80 yaşındaki emekli generale ulaşılmış,
“Affedersiniz efendim, ben sizin 30 yıl önce başında bulunduğunuz alayın yeni komutanıyım..” diye kendini tanıtmış albay, “Nizamiyedeki bir bahçe bankının başında iki nöbetçi buldum.. Bu nöbeti ilk siz koydurmuşsunuz.. Bu bankın özelliği hakkında bir bilgi lütfeder misiniz?”
Emekli general “Nasıl olur?” demiş, “Boyası hâlâ kurumamış mı?”
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları