Her kim bir halkın özgürlüğünü elinden almak isterse önce ifade özgürlüğünü bastırmakla başlar, demiş Benjamin Franklin (Silence Dogood, The Busy Body, İlk Yazılar).
Cumhurbaşkanına hakaretten kitap yasaklamaya, gazetecilerin tutuklanmasından tiyatro oyunlarını yasaklamaya, sosyal medya operasyonlarından kültür sanat merkezlerini kapattırmaya... Sansür ve yasakçılığın binbir türü Türkiye’de öylesine derin, yaygın ve sistematik hale geldi ki birçoğundan haberdar bile olamıyor, vehametin farkına varamıyoruz.
Üstelik ifade özgürlüğünün önündeki engeller, devletin yasakçılığı ve cezalandırmalarıyla kısıtlı değil: Şirketler, kurumlar ve kişiler, kendi çıkarlarını korumak ve devletle başını belaya sokmamak adına otosansür uyguluyor.
Susma Platformu’nun bu yıl üçüncüsünü hazırladığı ifade özgürlüğü ihlalleri raporu, artık otomatiğe bağlanan sansür ve otosansürü teşhir ediyor. Sansürün, yasakçılığın keyfiliği dudak uçuklatıcı boyutta diyebilirim. Çoğu zaman neyin, neden yasak veya ‘suç’ olduğu bile belli değil. Belirsizlik ve kişiye/pozisyona özel uygulamalar, sanattan edebiyata, medyadan sıradan vatandaşın sözüne, her alanı ve herkesi daraltıyor, sıkıştırıyor.
CB’YE HAKARET DAVALARI 60 BİNE ULAŞTI
Prof. Dr. Yaman Akdeniz’in Susma panelinde verdiği bilgilere göre; Cumhurbaşkanına hakaret davalarının sayısı 60 bine ulaştı, pek çoğu ceza davasına çevrildi. Engellenen web sitelerinin sayısı 245 bini buldu. Mevzuatta olmayan ‘kişilik hakları ihlalleri’ adı altında yapılıyor bunlar.
Pek çok içerik sağlayıcı, kaldırma zorunluluğu olmadığı halde kendilerine tebliğ edilen yasakları sorgusuz uyguluyor. Çoğunluk itiraz etmekle uğraşmıyor; zira en basit bir hak arama eylemi dahi onlarca, belki yüzlerce kez itiraz dilekçesi vermek, madden ve manen yıpranmak anlamına geliyor.
Ancak bu çabaların hayati olduğunu söylemeliyim: Haksız, hukuksuz uygulamalara rağmen vazgeçmeden, ısrarla hakkını savunmak her zaman sonuç vermese de kesinlikle etkili oluyor. Sansürün virüs gibi her yere yayılmasının ve daha da keyfileşmesinin, alışılmasının önündeki tek engel bu.
Genelde siyasi içerikli sansür ve yasakçılığa yoğunlaşıyoruz ancak cinsiyetçilik bazlı yasaklamalar, özellikle LGBTİ grupların her türlü etkinliğine, her yerde çıkarılan engeller; müstehcenlik ve dini hassasiyetler adı altında yapılan sansür, aynı zihniyetin sonucu.
AMED’DEN İZMİR’E SOKAK VE SANAT ENGELLERİ
HDP’nin kazandığı Kürt illerine atanan kayyım, kamuoyunda yer bulabildiği kadarıyla siyasi bir hak ihlali olarak tartışılıyor. Oysa kayyım yönetimleri, Kürt halkının tiyatro, sergi, panel gibi etkinliklerine erişimine de engel. Düşünsenize, Van’daki arkeoloji kazısı dahi belediye desteğinin çekilmesiyle durduruldu.
Bölgede kültür sanat etkinlikleri belediyeler aracılığıyla yapıldığı için kayyımların atanmasıyla hepsine son verildi. Diyarbakır’da kültür sanat kafelere hapsolmuş vaziyette.
Başka yer kalmamış gibi camiler, parkların içine yapılıyor. Viranşehir’de düğün şarkıcıları dahi Kürtçe şarkı söyledikleri için tutuklanıyor.
‘Kesintisiz eylem yasakları’ denen şey, yani Anayasal bir hak olan toplantı ve yürüyüş hakkının toptan kaldırılması Kürt illerinde artık genel bir kural. Fakat görece özgür kentlerimizde de yürüyüş ve protesto yapmak neredeyse imkânsız. Misal; İzmir’de 200 metreden fazla yürüyüş yapılamıyor. 9 Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi’nin yıktırılıp şehrin alakasız bir yere taşınması gibi doğrudan olmasa da sanatı, öğrenciyi şehrin bağrından ve özünden koparan planlar cabası.
BELGESELCİLİK, GAZETECİLİK KADAR ‘TEHLİKELİ’
Sinema ve özellikle belgeselcilik, örtülü/açık yasakların yanı sıra hapis cezalarıyla şekillendiriliyor. Belgesel yönetmeni Veysi Altay ve Dicle Anter, Nu Jin belgeseli afişi nedeniyle örgüt propagandasından 2 yıl 6 ay hapis cezası aldı. Bakur filminin yönetmenleri Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu, propagandadan 4 yıl 6’şar ay hapis cezası aldı. Demirel, geçirdiği felç yüzünden yüzde 99 engelli fakat ceza indirimine dahi gerek görülmedi.
Belgesel çekmek, başlı başına bir dert. Diyarbakır’dan Malatya’ya, belgeselcilerin çekim yapması dahi engelleniyor. Sanatçıların görsel malzemelerine el koyarak çalışmasını engellemek de başvurulan yaratıcı (!) önlemler arasında.
Yayıncılıktaki acayip sansürlerden de birkaç örnek vereyim. Cezaevine keyfi biçimde sokulmayan kitapların yanı sıra yıllar önce yayımlanmış kitapların ‘propaganda’ gerekçesiyle toplatıldığına, basım, yayın ve hatta her türlü tanıtımının yasaklandığına şahit olduk. Dergi, yayınevleri ve dağıtım şirketlerinin uyguladığı otosansür de dehşet verici.
Avesta Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Abdullah Keskin, aralarında Çaldıran Savaşı ve bir doktora tezinin de bulunduğu dokuz kitaplarının ‘yasaklandığını’ bu yıl öğrendiklerini aktardı. Kürt mitolojisini anlatan ‘Meleklerin Küllerinden-Günahkar bir Irkın Yasaklanmış Mirası’ adlı kitabın toplatılmasına ne buyrulur?
Susma Platformu’nun sansür raporundan sadece bazı örnekleri yazabildim. Tiyatrocuların işten atılmasından görsel sanatlar alanında yapılan ‘iç müdahaleler’e sansürün binbir şekli ay sonunda yayınlanacak 2019 raporunda ayrıntılarıyla yer alacak.
Eğer iyi işler üretmek, geniş kitlelere ulaşmak istiyorsak, sansür ve otosansürü teşhir etmemiz şart. Sinemacıdan tiyatrocuya, yayıncıdan şarkıcıya, gazeteciden ressama, İzmir’den Diyarbakır’a, hep birlikte sansürü aşmanın yollarını aramaktan başka çare yok. Daha fazla boğulmak istemiyorsak, otosansüre teslim olmamakla başlayabiliriz.