loading
close
SON DAKİKALAR

Sosyolog Sevinç Doğan: AKP iktidardan düşerse kaybedeceği şey çok

Mehveş Evin
Tarih: 15.10.2016

Mehveş Evin; Sosyolog Sevinç Doğan, ‘AKP’nin toplumsal alanda sağlayabildiği onayın ya da sessizliğin arkasındaki dünyayı’ anlayabilmek için İstanbul’un Sanayi Mahallesi’nde saha araştırması yaptı.

Sosyolog Sevinç Doğan, ‘AKP’nin toplumsal alanda sağlayabildiği onayın ya da sessizliğin arkasındaki dünyayı’ anlayabilmek için İstanbul’un Sanayi Mahallesi’nde saha araştırması yaptı. Bu çalışmasını kitaplaştırdı; ‘Mahalledeki AKP-Parti İşleyişi, Taban Mobilizasyonu ve Siyasal Yabancılaşma’ İletişim Yayınları’ndan çıktı. Kitabı merakla okudum ve çok şey öğrendim. Şimdi, AKP’ye oy veren kesimi biraz daha anladığımı düşünüyorum.

Zira makro düzeyde AKP iktidarıyla ilgili pek çok çalışma var; ancak bu kitap, mahalledeki parti örgütlenmesini, ilişkiler ağını incelemesiyle çok büyük bir boşluğu tamamlıyor. Doğan’la hem AKP tabanını neyin motive ettiğini, hem de 15 Temmuz sonrası değişen/değişmeyenleri konuştuk. Lafı çok uzatmadan sözü genç ve parlak sosyoloğumuza bırakalım…

AKP, bunca baskıya, eleştiriye, gelir dağılımı uçurumuna rağmen tabandan onay almayı nasıl sürdürüyor?

Kitabı yazarken beni motive eden temel bir merak vardı: Nasıl oluyor da serbest piyasa tahribatına ve giderek artan otoriter görünümüne rağmen AKP, toplumsal alandaki desteğini kaybetmiyor, tüm bu olan bitenler karşısında neden sessiz kalınıyor? Bunun bir çırpıda verilecek tek bir cevabı bulunmuyor.

Fakat araştırma yaparken fark ettim ki, AKP her şeyin tek sebebi bir özne değil; tam da varolan toplumsal eşitsizlik biçimlerinin kendisi AKP’yi güçlü kılıyor aynı zamanda… Etnik farklılıklar bunun başında geliyor. Toplumda bir yarılma var. 90’lardan miras kalan ırkçı ve milliyetçi söylemler bugün hala mevcut. Derinleştirilen mezhepsel bir yarık var. Azınlıklara karşı bariz ayrımcılıklar var. Bunların hepsini AKP, bir biçimde içine alıp eritiyor. Ve kendi siyasal söyleminde yeniden ifade ediyor.

Bu farklılıkları, ayrımcılıkları nasıl eritiyor?

Sınıfsal eşitsizlik meselesini açalım. Refah Partisi’nin doğrudan sınıfsal göndermeleri olan söylemleri vardı. Yoksulluk, haksız kazanç, adaletsizlik gibi. AKP’ye gelince bir dönüş olduğunu görüyoruz. AKP’de doğrudan ya da dolaylı sınıfsal eşitsizlikleri imleyen söylemlere hiç yer yok. Hikayesini anlattığım kişilerden biri; köyde doğup büyümüş, yoksul, bir şekilde şehre gelmiş, üniversite bitirmişti ve inşaat sektörüyle alakalı bir şirkette yöneticilik yapıyordu. “Ben niye AK Partili oldum?” sorusuyla anlattığı hikaye, onun sınıfsal yükseliş hikayesi aslında. Ve AKP, tarikat ya da yeşil sermayeden farklı olarak, yerellerde sıradan kesimler arasında sermaye grupları yarattı. Yeni bir orta sınıftan bahsediyoruz artık. Ve AKP sınıf meselesini, eşitsizlikler üzerinden değil, sınıf atlama hülyası üzerinden mevzu yapıyor. Yerel parti elitleri eski köylü ve gecekondulu kesimlerden geliyor, onlar gibi “Bir gün siz de yükselebilirsiniz” umudu veriliyor ve bu sürekli canlı tutuluyor.

Çalışmanızda İstanbul Sanayi mahallesini seçmenizin nedeni neydi?

AKP’nin İstanbul’daki seçim oranlarına baktığımız zaman emekçilerin, yoksulların yoğun olduğu yerlerden oy aldığını görüyoruz. Sanayi Mahallesi de, kentin eski gecekondu mahallelerinden biri. Fabrikalarla çevrili, oto sanayiye yakın eski bir işçi semti. 1.5 yıl önce adı Sultan Selim Mahallesi olarak değiştirildi. Tam da bu değişimin nasıl gerçekleştiğine bakmış oluyordum. AKP nasıl oluyor da Sanayi gibi İstanbul’un eski işçi-emekçi mahallelerinden onay almayı başarıyor? Arkasında hangi dinamikler var, oradaki örgütsel yapı nasıl kuruldu ve bugün nasıl işliyor, tabanda nasıl bir ilişkiler ağı var? Katılımcıların motivasyonları neler, gibi sorular içinde gelişen bir bakış oldu.

Neoliberal azgınlık döneminde neden AKP’li olunur?

Muhalif seçmenin AKP tabanına yönelik küçümseyici bir bakışı var: Makarnacılar, çıkar için oy verenler, cahiller gibi. Siz ne gördünüz? AKP tabanını anlama çabası neden önemli?

Bourdieu’nün çok güzel bir ifadesi vardır; “Ben kendime bile katlanmak için anlamak gerektiğini düşünüyorum”, der. Galiba benimkisi de kendi katlanma kapasitemi artırmak ve her şeyin içinde sıkışmış olma hissinden kurtulmak içindi. Gerçekten de çalışma sonrası öyle oldu. İnsanların motivasyonlarını dinlediğinizde, bilinçli olsa da belli yapısal koşulları içinde partide bulunduklarını fark ettiğiniz zaman, pek çok şey daha anlaşılır duruyor.

Mesela konuştuğum 17 yaşındaki bir genç -annesi tekstilde çalışıyor, babası marangoz- meslek lisesine gidiyordu ve üniversiteye gitme ihtimali çok azdı. Ama milletvekili olmak istiyordu. Bu gencin, AKP Gençlik kollarına girmesi ve geleceğini oradan kotarmaya çalışması bir yerden baktığınızda çok şaşırtıcı değil. Çünkü bulunduğu düzlemde başka bir çıkış yolu görmüyor, neoliberalizmin kendini yakıcı biçimde gösterdiği iş koşullarında, bu da arayış ya da çıkış kapısı gibi görülüyor aynı zamanda.

Tam da AKP iktidarıyla neoliberalizmin bu kadar azdığı bir dönemde, ücretli ve yoksul kesimde tersine bir tepki olması beklenmez mi?

Bu noktada parti örgütü içinde ve genel olarak yarattığı kültürel kodlamalar içinde sınıf temsilleri meselesi çok önemli bir yerde duruyor. Parti ‘markalı’, ‘kravatlı’ ve ‘cazip’ bir siyasal alan olarak görülüyor. İşçi ve gecekondulu kimliği yadsınıyor. Yükselme, ilerleme, başarı, kariyer gibi söylem ve motivasyonlar yaşam tarzlarını ifade etmede öne çıkıyor. Bugün özel üniversitelerin reklamlarına bakın; kariyer yapacaksın, başarıyı garanti edeceksiniz yani sınıf atlayacaksınız diyorlar. Bu açıdan neoliberalizmin diskurları, AKP’yle fazlasıyla örtüşüyor.

AKP’yle neoliberalizm nasıl örtüşüyor?

AKP tam da bireysel kurtuluş umudunu güçlü tutarken, güç ve rekabet ilişkilerini, herkesin ‘arkasını kollaması gerektiği’ bir siyaset yapma biçimini ve siyaset kültürünü olağanlaştırıyor. Muhalif, sol bir alternatif siyaset ise; en başta dar grupsal çıkarları değil ayrıcalıksız kesimlerin dahil olduğu geniş kesimlere hitap eden evrensel bir hattı ve dayanışmayı savunuyor… AKP ise toplumun belli kesimlerine hitap etmeyi seçerken, diğer kesimleri kesip atıyor. Alevilerin ya da Kürtlerin devlet kurumlarında bulunmaması, onlara giriş hakkının tanınmaması bu anlayışın sonuçlarından biri. Liyakat meselesindeki tartışmalar tam da budur. Oysa parti habitusuna sahipseniz, bir şekilde devletin ve iktidarın olanaklarından yararlanma imkanı buluyorsunuz.

Yoksullar için tepeye tırmanmak zor… O halde AKP’lilik bir kimlik meselesi mi? Bir ait olma hikayesi mi bu?

Bence öyle bir yönü var. Bu tutum kadınlarda çok daha barizdi. Ev kadınlarından biri ‘çıkarcılık’ meselesi üzerine, sormadığım halde ısrarla konuştu. “Çıkarcı değiliz biz” diye. Kadınlar partide emek harcadıklarını, fedakarlıklarda bulunduklarını fakat aynı zamanda partili olmanın da onlara çok şey kattığını vurgulamışlardı. Mesela ev kadınları, parti bağıyla Ankara’da toplantıya gidebiliyor. Normal şartlarda bir ev kadının Ankara’ya gitmesi, sosyalleşmesi ya da toplumda kültürel ya da ekonomik sermayeleri açısından dikkate alındıklarını söylemek çok zor… Ama partili kimlikleriyle sosyalleşiyor ve güçleniyorlar. Yani siyasal, sosyal aktivitelerin kendisi onları güçlendiriyor. Mesela ‘kadın mı bayan mı’ tartışmasının yapıldığını bile duydum. Partide kadınların varlığı ve çalışmalara katılımları çok önemli etkiler yaratıyor. Fakat güçleriyle ve yereldeki etkileriyle ters orantılı olarak kadınların görünürlükleri çok az.

AKP’li kadınlar: 15 Temmuz sonrası ne değişti?

mahalledeki-akp

AKP’li kadınlar, harcadıkları emeğe rağmen siyaseten ‘görünmez’ olmayı nasıl kabulleniyorlar?

Çelişkili bir konum var gibi. Onların da zımmni olarak katıldığı, aile ve kadınlık rollerini önceliğe aldığı ve bir yerden sonra siyaset hakkında son sözü erkeklerin (liderin) belirlediğiyle ilgili bir kabul. Kadın kolları üzerinden yapılan çalışmalar, yerel siyasal faaliyetlerin büyük parçasını oluşturuyor ve bunun genel siyaset üzerinde etkisi var. 15 Temmuz’dan sonra görüştüğümüz Çengelköy’deki mahalle teşkilatından bir kadın, şunu söylemişti: “Cumhurbaşkanımız söyledi, 15 Temmuz sonrası bütün kadınlar sahaya çıkacak diye.” Hatta özellikle kadınların daha görünür olması istenmiş. Partili bu kadın, üç hafta boyunca hiç evde oturmadığını söyledi. Bu çok önemli. Kadınlar sokak sokak dolaşıp, her kapıyı çalıyorlar. Kadınlar siyasetin ‘temiz yüzü’. Partililer, 17-25 Aralık sonrasında halktan yolsuzlukla ilgili çok fazla geri dönüş aldıklarını ve taban çalışmasında çok zorlandıklarını itiraf etmişti. Bu süreçte özellikle yine kadınların sahaya çıkması ve görünür olması istenmişti. Kadınlar çok aktif çalıştıklarını anlatmışlardı. Dolayısıyla aslında kadınlar siyaseti belirlemiyor olsa da iktidarın kaybettiği meşruluğunu, yeniden üretimini sağlıyorlar.

Kadınlar güçlerinin farkında mı peki?

Farkındalar, “Biz olmasak hiçbir kapıyı çalamazlar” diyorlar. Ama bir taraftan da Tayyip Erdoğan’ın onlara bu gücü verdiği kanısındalar. Refah Partisi döneminde İslami kimliğini öne çıkaran kadınların ise daha görünür eleştirileri vardı. “İslamcı erkekler bizim sırtımızdan yükseldiler” dediler. Böylesi bir aktarım yok AKP kadın kollarında. Sirkülasyon çok fazla. Doğumlar, çocuk bakımı, hasta ve yaşlı bakımı… Bir kadın parti faaliyetlerinde aralıklarla çalışıyor ya da 3-4 yıl duruyor, sonra bırakıyor. Ama bir erkek, partide kesintisiz olarak kendine kariyer çizebiliyor. Kadınların kazanımları, prangalı konumlarıyla yan yana. Erkek egemen bakışın ima ettiği aile merkezli, muhafazakar-dini değerlerle örülü bir anlayış var.

Kadınların bu kadar yükü, sorumluluğu varken yerelde siyaset hobi gibi bir şey galiba?

45 yaşlarındaki ilçe kadın kolları başkanı anlatmıştı; 20’li yaşlarında iki oğlu için gün içersindeki parti işlerini bırakıp eve gidiyormuş ve onlara sofra hazırlıyormuş. Ben bunu duyunca çok şaşırmıştım. Kendisi, tam da ‘kadının öncelikli işinin ailede olduğu’ düsturunu tamamen yerine getiriyordu. O rolleri kendisi benimsemişti. Oysa bu kadın partide siyaset yapmasını engelleyen kocasıyla uzun süre çatışma yaşamıştı. Yani çelişkili, karmaşık süreçler var ama son kertede, bizim gördüğümüz, kadınlar iktidarı üreten ilişkilere dahil oluyor ve sorgulamıyor.

‘Görmediğimiz, farkında olmadığımız kadınlar sokağa çıktı’

15 Temmuz sonrası sokağa çıkanların arasında kadınların olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

KONDA’nın araştırmasına göre sokağa çıkan katılımcıların neredeyse yarısı kadındı. Ve bunlar arasında ev kadınları önemli bir yer tutuyordu. Tam da bizim görmediğimiz, farkında olmadığımız kadınlar sokağa çıktılar. Evet katılımcılar arasında takkeli, sakallı olanlar dikkatimizi çekiyor ama, oradaki ev kadını da çekmeli. Bana kalırsa meydan mobilizasyonuna canlılık katan, kitlesel bir vehçeye büründüren kadınların varlığıydı. Sokağa çıkan kesimler, ister parti tabanını oluştursun ister farklı siyasi kulvarlarda yer alsın, AKP iktidardan düştüğünde kazanımlarını kaybedecek kesimlerdi ve motivasyonlarında bu korku da vardı. AKP iktidardan düşerse hayat biçimleri değişecek, bugüne kadarki birikimleri, kazanımları gidecek… Dolayısıyla sahiplendikleri kendi hayatlarıydı ve örgütsel ya da bireysel olarak akıbetleriyle ilgili kaygı duymuşlardı.

Demokrasi mitinglerine katılanların arasında kadınlardan çok daha radikal kesim gündeme geldi…

Burada katılımcılar arasında belli kesimleri cımbızlayıp, din ve şeriat hedefi olduğunu söylemek fazla zorlama oluyor gibi. En azından bugüne kadar olanlardan anladığımız, sokağa çıkmaktaki dertleri, şeriatı veya İslami yaşam biçimi değildi -ki darbe girişiminde bulunan cemaat de iktidarı paylaşan İslami bir yapıydı. Toplumsal belleklerde çok fazla yüklü anlamlara sahip görsellerin, temsillerin ve sloganların ötesindeki şeylere bakmak anlamlı olabilir. Özellikle maddi koşulların, yani sınıfsal kazanımlar ve dönüşümlerin kendisi belirleyici görünüyor. Aynı zamanda özgün bir irade olarak, örgütsel ilişkilerin sürekliliğine bakmak lazım… Çünkü AKP yerellerde, mahallelerde sürekliliğini kurmuş örgütsel bir yapıya sahip.

Sokağa çıkma, hükümetin iddia ettiği gibi kendiliğinden bir hareket miydi?

Bunu söylemek çok zor. Bu noktada örgütsel bütün olarak parti (belediye ve bürokasi kadroları da dahil) yöneldirici bir işlev yürüttü. AKP, yaratmaya çalıştığı yeni bir siyasi pradigma etrafında kitleleri kendi anlatısına inandırmayı başardı. Fakat bunun arkası ve öncesi olan bir süreci var. Partide yapılan eğitimlerde ve partinin propaganda ve söylemlerinde ikitdarı elde tutmaya yönelik sürekli teyykuz halinde olma ve geçmiş mağduriyetleri canlı tutma havası bu işleyişin bir parçası.

‘Parti kendi tarihini yeniden üretiyor, kırılma noktaları farklı’

sevinc-dogan1

Yerel örgütlenmede nasıl eğitimler veriliyor? Mesela Türkiye tarihi neye göre anlatılıyor?

Partide Türkiye siyasi tarihine, ekonomik krizlere ve darbe dönemlerine dair eğitimler veriliyor. Sultanbeyli’nde ya da Kağıthane’de yer alan partililerden benzer kavramları duyabilirsiniz. Kendi tarihlerini yeniden üretiyorlar ve geçmişe yönelik olarak kendi paradigmalarını oluşturuyorlar. Kriter aldıkları dönemler de farklı bu anlamda. Örneğin 12 Eylül hem sol tarihte çok belirleyicidir hem de sermaye rejimi değişimleri açısından ama AKP için 1960 Darbesi ve 28 Şubat süreci belirleyici oluyor. 12 Mart’tan bahsetmiyorlar. Kırılma noktaları farklı hatlardan çiziliyor.

Tek parti iktidarı lehine, durmadan koalisyon hükümetlerinin ne kadar kötü pratikler gösterdiği aktarılıyor. Geçmişte olanlar mağduriyetlerle yeniden yazılarak, bugünle arasında bir bağ kuruluyor.

Bugünle geçmiş arasında nasıl bir bağ kuruluyor?

“Menderes’i astınız, Özal’ı zehirlediniz, Erdoğan’ı yedirmeyiz” bunun bir örneği. Süregelen bir siyasi okuma üzerinden bir şekilde geçmişte yapılmayanların pişmanlığı da ifade ediliyor.

Mesela “Solcu kızlar, polis müdahalesinde bile zafer işareti yaparken biz 28 Şubat’ta hiçbir şey yapamadık” gibi. Ya da 60 darbesinde atıl kalındığıyla ilgili hayıflanmalar… Dolayısıyla AKP iktidarına yönelik her şey darbe, teşebbüs ya da komplo olarak niteleniyor ve iktidarı sahiplenme çağrısı yapılıyor. Çünkü aynı zamanda iktidardan düşüldüğünde kaybedecekleri çok şey var. Statü, sınıf, kazanım…

Yaşam tarzını kaybetme endişesi de var mı bu kaygıda?

Şu paranoyayı sürekli sorguluyorlar: Biz gidersek başörtüsü üzerinden tekrar baskı olacak. Bu Türkiye siyasi tarihinde açılmış bir yara. Ve AKP bıktırıcı düzeyde bu yarayı gündemde tutuyor ve kullanıyor. Aynı şekilde diğer toplumsal kesimler üzerindeki darbe yaralarını da kullandı. Dersim katliamı üzerinden yaptığı gibi. AKP, toplumsal alanda huzursuzluk yaratmış, vicdani izler bırakmış olayları siyasi propaganda malzemesi yapmasını biliyor. Bunlarla yüzleşilmediği sürece, AKP gibi bu yaraları deşen, kullanan partiler hep olacak.

‘Partililer birebir inşaat ve ticaret sermayesinin içinde’

Kitapta vurguladığınız başka bir nokta, parti örgütlenmesinde yer alan neredeyse herkesin, inşaat/ticaretle uğraşan yerel sermaye grupları arasında olması. Bunu biraz açar mısınız?

Belediye Meclis üyelerine baktığımızda, çoğunun inşaat ve ticaret sermayesiyle ilgili işler yaptığını ya da ona yakın sektörlerde çalıştığını gördük. İlçe teşkilatları ve mahalle yönetimlerinde yer alan insanlar arasında “Ne iş yapıyorsunuz” sorusuna ya da ikinci iş olarak ne yaptığına ‘müteahhitlik’ cevabını veren pek çok kişi vardı. Emlak sektörü de bu anlamda öne çıkıyordu. 20 yıl fırıncılık yapan belediye meclis üyelerinden biri, 2008’den sonra fırınlarını kapatarak inşaat alanına yönelmişti. Dolayısıyla sermaye grupları ve parti arasında çok organik bir ilişkinin olduğunu görmek şaşırtıcı geldi. Çünkü parti ağlarıyla yükselme yaşayan kadroların kendisi inşaat ve ticaret sermayesini sadece destekliyor değil, birebir içinde!

İnşaatla bu kadar iç içe olma halinin oy vermeye etkileri nedir?

7 Haziran seçimleri sonrasında MHP’li bir müteahhitle görüşmüştüm. AKP siyasetini beğenmiyordu. Ama “Biz kendi ayağımıza kurşun sıktık” dedi. Tanıdığı diğer MHP’li müteahhitler gibi o da süreçten rahatsız olmuştu. Ocak 2015’ten beri inşaat işleri durmuştu çünkü. Koalisyon hükümeti kurulursa ne olacağı belli değildi, onlar için. Kasım seçiminde ise kararlaştırıp AKP’ye oy vermişlerdi. Nitekim, 1 Kasım seçiminde MHP tabanından AKP’ye ciddi bir destek gittiğini biliyoruz. Dolayısıyla bana göre, mesele sadece ideoloji -milliyetçi-muhafazakar hat- değildi. Gerçek hayattaki maddi koşullar ve tabanın bunun içindeki pratiklerini de göz önünde tutmak gerekiyor.

Sanayi mahallesi örneğinden yola çıkarak, oransal olarak inşaattan geçinen, beslenen ‘nüfusu’ çıkarabilir miyiz? Nalburundan müteahhitine, AKP tabanının ne kadarına tekabül ediyor?

Pimapenci, nalbur, mobilyacı gibi ilişkili iş kollarında faaliyet yürüten dükkanlar, Sanayi Mahallesi’nde çok görünür. AKP’nin mahalledeki oy oranı ortalama olarak yüzde 40’lara yakın. İlişki ağlarına bakarak konuşalım: Diyelim ki ben Gümüşhaneliyim. Mahallenin kuruluşundan beri Gümüşhane’li hemşehrilerin etkinliği var ve dernekleri nüfuzlu. Ben dernek yönetimindeyim ve aynı zamanda partiyle de ilişkilerim var. Hem semtteki hem İstanbul’daki dernek faaliyetlerine katılıyorum, yani sosyal sermayem güçlü. Ve ben müteahhitim, işim de Sanayi’de. Herkesi tanıyorum, herkes beni tanıyor. İş ağlarım, çevrem geniş… Benim nüfuzum, etki alanım çok daha fazla. Bir piknikte 500 Gümüşhaneliyi toplayabilirim. Belki bir kişiyim, ama nüfuz alanım çok. Dolayısıyla bir insanın ilişkiler ağı çok geniş olabiliyor.

Hemşehrilik kriterinde mahallede en çok kim varsa (Karadenizli, Sivaslı) temsiliyetine ve Meclis üyeleri arasında, yönetimlerde yer almasına dikkat ediliyor. Geçmişten gelen bir siyaset tarzı bu; ANAP’ta da CHP’nin taşra ilçelerindeki örgütlenmesinde de öyleydi. Çok konuşmadığımız, unuttuğumuz ama çok etkili siyasi bir gelenek.

‘Parti için çalışmak ‘dava’ değil, görev ve sorumluluğun gereği’

AKP’nin yarattığı siyasal alana, yereldeki işleyişe dair örnek verir misiniz?

Yoksul bir mahalle olan Şirintepe’de, haftalık yapılan mahalle toplantılarından birine katılmıştım. Toplantı çok resmiydi, kağıt kalem çıkarıldı, yoklama yapıldı, mahalle başkanı ajandasını çıkarttı, yoklamalar ve imzalar alındı. Konuşulacak şeyler ilçe yönetimi tarafından aktarılıyordu, tüm gündemler belliydi. Haftalık olarak yapılan ilçe toplantılarında, konuşulacak gündemler il yönetiminde oraya da genel merkez Ankara’dan geliyordu. Yani çok fazla hiyerarşik, bürokratik bir işleyiş vardı.

Bu çok katı bir yapı değil mi? Katılanlar hiç mi itiraz etmiyor, kendi gündemini belirlemek istemiyor?

Evet çok hiyerarşik bir yapı. Benim de merak ettiğim buydu, şunu anladım: Oradaki toplantı -ki tam 2014 yerel seçimi öncesiydi- bir iş, bir görev olarak yapılıyor. İGDAŞ’daki bir birimde müdürlük yapan birinden, belediyede temizlik işçisi olarak başvuracak birine kadar, bir şekilde partinin seçimi kazanması için çalışmayı, bir sorumluluk ve bir görev olarak görüyorlar. Parti faaliyetleri, bir dava motivasyonuyla değil, hep birlikte kazançlı çıkılacak bir oyunun kuralları yerine getirilir gibi yapılıyor. Böylesine bir görev ve yükümlülük hissini çok net hissettim. Bir mahalle başkanı “Biz sürekli rapor veriyoruz konuştuklarımızla ilgili, kaç eve, hangi eve, gittiysek, üye yaptıysak yazıyoruz, yukarıya bildiriyoruz, sıkı bir denetim var” demişti. Tıpkı bir bir şirket gibi. “Performansını beğenmediğimiz kişiyi alıyoruz” diyorlar, ilçe yönetiminin oluşturulmasında, mahalle başkanlarının belirlenmesinde de bu ifade edilmişti.

Erdoğan da ülkeyi şirket gibi yönettiğini açıkça söylemiyor mu?

Neoliberal bir şirket yönetimi tam olarak. İlçe gençlik kollarında mesela, “CV’nizi bırakın, biz değerlendireceğiz” diyorlar. Ardından mülakatlar yapılıyor. Sonra performansa yani toplantı mesaileri, kaç üye yapıldığı, oy oranında ne gibi bir katkı olduğu gibi çok somut şeylere bakılıyor. Oldukça rasyonelleştirilmiş, pragmatik bir siyaset anlayışı. Fakat aynı zamanda güven birinci kriter.

Güven kriteri nasıl belirleniyor?

Hemşehrilik, arkadaşlık ağları partideki güven bağlarına etkiliyor. Ama bunlar üzerinden yerelde, il ve ilçe yönetimine karşı hizipler de oluşturulabiliyor. O yüzden böylesi şeyleri kırmaya çalışıyorlar. Fakat ekipleşmeler ve onların güç savaşları parti işleyişinin merkezinde duruyor. Fakat gittikçe, özellikle kongrelerde görünür olan ayrışmalar, farklı sesler kısıldı. Artan bir biçimde Tayyip Erdoğan’ın belirleyiciliği öne çıktı. Erdoğan, AKP’nin kurucu ekibinde yer alanların parti içindeki gücünü kırdı. Parti içinde eleştiri yapacak, kulis oluşturacak herhangi bir oluşumun imkan bulması çok zor. Çok net biçimde Erdoğan’a bağlılık tartışmasız bir kural haline geldi. Ve partinin kaderi Erdoğan’ın kaderiyle özdeşleşti. Pek çok kişi “AKP’yi birarada tutan Erdoğan, o olmazsa parti parçalanır” diyor ve buna canı gönülden inanıyor.

İyi de bu ne kadar sürdürülebilir? Erdoğan gittiği zaman ne olacak, partide sorgulanmıyor mu?

Sonrasını düşünmekten çok bugüne bakıyorlar. Aslında bir noktadan sonra sahiplenilen şey; kanı, canı, eti, bedeni olan bir varlık değil. Erdoğan figüründe simge bulan şeyler var. Hayat biçimleri mesela… AKP ile birlikte uzun yıldır siyaset yapan birini düşünün. Bütün gündelik hayatı parti aktiviteleriyle geçmiş. Sınıfsal dönüşüm yaşamasının sebebi de parti ağları. Bu insan için AKP’nin iktidardan düşmesi veya koalisyon hükümeti kurulması, bütün yaşamının değişmesi demek aslında. Dolayısıyla sadece üst düzey liderler değil, partiyi oluşturan gövdenin kendisi de var olan düzenin sürdürücüsü. Erdoğan’ı Erdoğan yapan, onun lider olarak kalmasını isteyen ya da bunun imkanına dahil olanlar da onlar. Tek başına liderin belirlediği bir süreç gibi görünmüyor. Ve lider-taban ilişkisi bir yerden sonra tahakküm ilişkisine dönüyor. Bu da sürekli, döngüsel. Burada belki önemli olan şey, bahsettiğimiz siyasal alanda katıldıkları aktiviteler, onları siyasal özne yapıyor mu? Özgürleştirici bir etki, kendilerini gerçekleştirdikleri, toplumun geneline sundukları anlamda bir özgürleştirme yaratıyor mu? Hayır.

’15 Temmuz sonrası ‘milli irade’ geniş kitlelere iade edildi ama…’

Peki böyle bir arzuları var mı? Siyasi bir özne olmak istemiyorlar, özgürleşmek istemiyorlar belki…

Ben tam da 15 Temmuz gecesi, kısa bir an da olsa böyle bir siyasal özne olma halinin yaşandığını düşünüyorum. Gezi’de gördüğümüz şey, temsil siyasetinin ters yüz edilmesiydi: Çoğunluk adına kurulan diktaya karşı, farklı ve geniş kesimler söz aldılar. Siyaset sadece sizin işiniz değil ve herkese de açık olmalı. Siyaset bizim gündelik hayatımızı çok somut etkileyen, otobüs ücretlerinden, yaşadığımız mahallelerdeki dönüşüme kadar pek çok alanı etkileyen birşey… Biz de burada varız ve söz sahibiyiz, dendi Gezi’de. Parklarda ya da sokaklarda yapılan forumlarda herkesin çıkıp konuşması, kendini ifade etmesi bu anlamda çok önemliydi. Oysa millet iradesine sandığa, oy oranlarına referansla temsiliyet üzerinden bir anlam veriliyor. Çoğunluk adına olduğu iddia edilen bir temsiliyet…Burada millet iradesi neredeyse metafizik bir güç haline gelmiş durumda. Bir mit, kutsal gibi.. Sürekli her şey millet iradesi adına yapılıp, meşru görülüyor ya da temize çıkarılıyor.

‘Millet İradesi’nin içinde Aleviler yok, laikler yok, solcular yok, biat etmeyen Kürtler yok… Nasıl bir ‘Milli İrade’ bu?

Millet iradesiyle, mutlak bir güç anlayışı büyütülüyor ve yapılanlar meşrulaştırılıyor. Yüzde 50 mevzusu. ‘Azınlığa’ karşı bir ‘çoğunluk’ yaratılmaya çalışılıyor. Üstelik ‘Milli İradesi’nin kendisi, temsil ettiği varsayılan kesimlerle gerçek bir muhataplık ilişkisi göstermiyor. AKP ya da Erdoğan o ‘Milli İrade’yi simgelemiyor. Tersine, onlardan bağımsız ayrı bir ‘güç’ ifade ediyor millet iradesi. Devlet alanı içerisinde bir siyasal alan var ve kitlelere ‘bana oy verin, destekleyin yeter’ diyor. Seçmen olarak kalın. “Ben sizin adınıza orada eylerim. Burada işler sizin anlayamayacağınız kadar karışık.” Komploların döndüğü, büyük güçlerin hain planlar yaptığı, dava arkadaşlarının birbirini sattığı, son derece eril bir siyasi ortam… “Siz yapamazsınız, ben yaparım. Sizi temsilen varım” demek, demokrasiyi ifade etmiyor. Öte yandan, sokaktaki genç “Biz burada hükümeti temsil ediyoruz” diyor. Gidip mahallerindeki okul müfredatına karışma hakkını kendilerinde görüyorlar. “Ben iktidarı temsil ediyorum” anlayışa sahipler.

15 Temmuz’da bu anlamda ne değişti?

Tersi bir şey oldu bence. Temsil siyasetinde ifade bulan millet iradesi denen şey, ilk defa geniş kitlelere iade edildi. Onlarla özdeşleştirildi.Geniş kesimler siyasal süreçlere doğrudan müdahale etme, siyasal alana doğrudan katılmada deneyim gösterdiler. Darbeyi gerçekten neyin durdurduğundan bağımsız olarak, kitleler ‘belirleyici’ olma rolünü hemen sahiplendiler. Oradaki kısa süreli siyasal özneleşme hali, coşkunun sebeplerinden biri gibi görülebilir: “Biz siyasal süreçlere müdahale edebiliriz, darbe gibi kötü bir gidişata dur diyebiliriz, aktif olarak sürece dahil olabiliriz.”

Devlet alanı içerisinden olan bitenler hakkında, darbe girişimi sırasında olanlar hakkında tam olarak ne oldu bilmiyoruz. Ancak önemli olan şeylerden bir tanesi şu: İnsanlar süreci sahiplendi. Büyük bir coşkuyla “Evet darbeyi ben durdurdum” dediler. AKP iktidarı boyunca ilk defa böylesi bir siyasal öznelleşme hali ortaya çıkmış görünüyor. Fakat kısa sürede neye tanık olduk? Siyasal özneleşme hemen soğuruldu. ‘Millet iradesi’ tekrar temsil ilişkisi içinde egemenin elindeki bir güce dönüştü. Referans gösterilen, kendisinden güç alınan, otoriterleşmeye giden eğilimi güçlendiren bir şeye dönüştü.

‘Cemaatle aynı platformda, yan yana ama mesafeliydiler’

Araştırmayı yaptığınızda ortada darbe girişimi yoktu. AKP ve cemaat, ittifaktı. Peki Kağıthane- Sanayi örneğinde, cemaat nasıl algılanıyordu?

Görüşmeleri yaparken AKP-Cemaat kavgası patlak vermemişti. Hatta Fetullah Gülen’in biyografileri okutuluyordu parti içi eğitimlerde. Necip Fazıl gibi Fethullah Gülen de okunuyordu. 2013’tü, “Cemaatle ilişkiniz nasıl?” diye sormuştum. Cevap “Elhamdulillah, onların yanına gittiğimizde nasıl konuşmamız gerektiğini biliyoruz. Birşey sorarız, kabul ederlerse ederler. Etmezlerse gideriz..” Bariz biçimde mesafeli bir halden, ilişkiden bahsediliyordu ve buna şaşırmıştık.

Bu mesafe, Gülen cemaatinin yerelden ziyade bürokrasi, iş dünyası, askeriyede yapılanmasından mı kaynaklanıyordu?

Partinin kendisi, devlet alanının ve toplumsal alanın kesişiminde bir alan gibi görülebilir. Ama cemaatin daha çok devlet alanı içinde yer aldığı anlaşılıyor. Mahalle ve ilçe yönetiminde cemaatten bir-iki isim söylenmişti. Onlar da yerelden çıkan, hemşehri veya akraba ilişkileri üzerinden gelenlerdi. Kavga patladığında da AKP’den yana tavır göstermişlerdi. Cemaatin devletin üst kademelerinde yer aldığı biliniyordu. Zaten mahallede abi-abla evleri ayrıydı, yani parti-cemaat örgütlenmeleri tamamen farklıydı. AKP’yi bir platform gibi düşünürsek, Gülen cemaati de onu destekliyordu. Dershanelerin kapatılması meselesi ortaya çıktığında, gerginlikler artmıştı. Ama sanıyorum işlerin bu boyuta geleceğini kimse öngöremezdi. Cemaatin Milli Görüş geleneğine eleştirel yaklaştığı bilinen bir gerçekti yine de pragmatik bir yan yana olma hali vardı.

AKP’nin örgütlenmesi yaygın, peki kırılganlıkları neler?

Çok pragmatik bir ilişkiler bütünü üzerinde. Aynı zamanda hiyerarşik ve bürokratik bir yapıya sahip. Burada ‘parti memurluğu’ meselesi ifade edilebilir. Parti içinde karar alma ve denetim mekanizmalarının ayrı olması, performans ölçümleri, iş bölümleri siyasetin bir şirket işleyişi gibi uzmanlaştırıldığını gösteriyor. Ama başarı, herkesin hep birlikte kazançlı çıkılan bir oyunda aynı tarafta durmaları.

İlişkileri bu kadar pragmatizm üzerinden kurarsanız çözülmeler de o kadar kolay olur. AKP’nin isim değiştirmesi, dağılması çok fark etmeyecek. Çünkü iktidara odaklı, dar bir siyasetin aracılığını yapan kadroların siyaseti kısırlaştıran, sınırlayan bir mirası edindikleri söylenebilir. Ve böylesi bir siyaset yapma biçiminin uzun vadede kazandıracağı bir şey yok. Türkiye siyasetine ve toplumuna yararı yok.

Nasıl yok?

Alternatif bir siyasetin nasıl yapılması gerektiğini düşünüyoruz? Benim, senin kişisel olarak kim olduğumuz önemli değil. İlkeler, geleceğe dair siyasi projeler, eleştirelliği canlı tutan ütopyalar çerçevesinde yan yana durmaktan bahsediyoruz. Daha evrensel bakıyoruz. Daha sürdürülebilir bir siyasi duruş, direnişten bahsediyoruz. AKP ise siyaseti dar gruplara hapsetmeye, geleceksizliğe hapsetmeye mahkum. Kendi ömürlerinin yettiği sürece varolacaklar ve ileriye taşıyacakları olumlu bir şey olmayacak.

‘Bugünü kurtarma’cılık tam da bu değil mi?

Evet bence de öyle. Kendi biyolojik ömürleriyle varlar. Alternatif bir siyaset biçimine sahip solun, kendi biyolojik ömrünü aşan bir bakışla durması çok değerli. O anlamda bizim de bedenlerimiz, geniş bir temsili ve kolektifi ifade ediyor. Bambaşka kıtadaki bir insanın sembolünü taşımakla (Che) gurur duyuyorsunuz. Ezilenlerin mirasının sahiplenilmesi ve böylesine sürdürülmesi, tarihi ve mekanı aşıyor. Bırakılan miras çok önemli… Bugün akademisyenlerin, gazetecilerin yaşadıklarına bakınca, 10 yıl sonra sadece büyük bir saygı duyulacak yaptıklarına. Herşeye rağmen, ‘varım’ demek çok önemli. Tam da bunu elimizden almaya çalışıyorlar. Benim kişisel olarak 10 Ekim saldırısında hissettiğim duygu şuydu: Benim gibi, bizim gibi düşünen insanlardı öldürülenler… Birbirimize, kendimize çok iyi bakmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Birbirimize hoyrat davranmamız gerekiyor. Sembolik gücümüz olduğunu düşünüyorum, bunu kaybetmemek gerekiyor.

‘AKP’nin kurduğu her şey, eleştirileri yutmaya, yok etmeye yönelik’

Son seçimlerde bağımsız grupların gönüllü olarak denetlemesi çok konuşuldu. Ancak AKP yerelde seçime aylar değil, bir yıl öncesinden hazırlanıyor. Bununla siyaseten baş etmek çok zor değil mi?

Ben, biraraya gelmenin, örgütlü olmanın kendisinin önemli olduğunu düşünüyorum. Kanalların nasıl oluşturulacağı belki ayrı bir konu. Örgütlü iş yapmanın kendisi çok besleyici, motive edici, sizin-benim tek tek potansiyelimizi aşan birşey. AKP’de ise iktidara odaklanmanın kendisini görüyoruz. Kısmi grup çıkarları dediğimiz bu. Bunun karşısına çıkıp evrensel değerleri ön plana çıkaran, çok daha kapsayıcı bir düzlem ve dil kurmak çok önemli. Aslında onlar da farkındalar sınırlarının. Bakın 15 Temmuz sonrası yazılanlara, görsellere… Aşağıdan ve kendiliğinden gelişen bir ‘halk hareketi’ imajı yaratılmaya çalışıldı.

Öyle, ama bir liderin emriyle sokağa çıkıp yine emriyle eve dönmek ‘halk hareketi’ değil…

Evet, bir taraftan da… Böyle bir gelenek yok ki! Yani kitlesel eylemler, sokak hareketliliği… Yetkin olmamak anlamında değil, deneyim anlamında bilmiyorlar. Sokakta olma, slogan atma…15 Temmuz sonrası eylemliklerde ise her şey belirlenmişti. Atılan sloganlar, taşınan semboller tek tipti. Kitleyi bıraksanız, belki biri gitarını alıp gelecek. Belki sokak gösterileri beş gün sürecekti, bilmiyoruz. Ama orada atılan tek slogan tekbir, ya da tek taşınan şey Türk bayrağı veya Erdoğan figürü olmayacaktı. Partinin baştan aşağı belirlediği bir alan vardı: Ne zaman sokağa çıkacağınız, ne zaman çekileceğiniz, ni diyeceğiniz… Platformlarda kimin ne konuşacağı, herşey belli.

20 gün boyunca, iktidarın kazanımlarını kaybetmek istemeyen parti örgütleri, vs, sorumluluk bilinciyle, görev icabı sokağa çıktı. Cemaatten değilim demek isteyenler de oradaydı. Organik, iç içe geçmiş bir kesimden bahsediyoruz. AKP yönetiminde olan birinin akrabası cemaatten olabilir, oraya özellikle gidiyor “Ben onlardan değilim” demek için. Aynı habitusta, akraba, arkadaşlık, iş ilişkileri iç içe geçmiş bir yapı.

Mehveş Evin - Diken

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları