Anılar... Anılar... Duygu Asena ile
Melih Aşık: Duygu ile yıllar sonra gazete koridorlarında tanıştık. İyi arkadaş olduk.
Liseli bıçkınlarız... Sene 60’lar... Kadıköy Altıyol’daki evimizin hemen yanında küçük boş bir arsa var. Oradaki gazoz fabrikasının işçileriyle minyatür maçlar yapıyoruz. Çalımlar atılıyor, artistik hareketler birbirini izliyor, goller sıralanıyor. Arsayı çeviren evlerin pencerelerinden bizi izleyenler oluyor. Fakat camın önünde oturan bir abla ile kardeş bize hiç bakmıyor. Abla ile kardeş; Duygu Asena ile kardeşi İnci Asena. Orasının yatak odası olduğu camın kenarındaki ranzadan anlaşılıyor. Günün her saatinde abla kardeş odada çene çalıyorlar. Mevzular o kadar ateşli olmalı ki başlarını çevirip pencereden dışarı birkaç saniye göz attıkları bile vaki olmuyor. Oysa biz mahallenin serserileri onlar için ne atraksiyonlar yapıyoruz sahada. Tek gözümüz topta, tek gözümüz onların penceresinde. İkisi de kızıl saçlı, alımlı kızlar. İnci Asena birkaç yıl sonra güzellik kraliçesi de seçildi malum. Bize gelince... Biz mahalle delikanlılarının kızlarla medeni ilişkiler kuracak cesaretimiz yok. Ne babamız zengin, ne altımızda otomobil var, ne giyim kuşam fiyakalı, ne karizma yerinde. Ne de kızların gözü bizi görüyor.
O gün takımlardan birinde Piç Selçuk da oynuyor. Semt sahalarının kralıydı Selçuk. Bıçkınların da en bıçkını. Bir ara Fenerbahçe A takımında bile oynadı. İşte o Selçuk, penceredeki kızların bir türlü bize dönüp bakmayışına benim gibi içerlemiş olmalı ki, “durun bir dakika” dedi. Durduk. Topu yüksekçe bir yere dikti. Gerildi, gerildi. Anladık ki kafaya koydu, topu kızların o sırada açık olan penceresinden içeri sokacak. Topa hızla yaklaştı, şutu çekti.
Top kızların penceresi hizasında gitti fakat cama yaklaşınca irtifa kaybetti ve “şangırrrr” diye alt katın penceresinden içeri girdi. Kızlar aşağı kata koştu. Selçuk bir şey olmamış gibi sakin şekilde eve gidip kapıyı çaldı. Kapıyı kızların babası açtı. Selçuk önce özür diledi. Topun pencereye kaza sonucu isabet ettiğini anlattı. Sonra ortadan kayboldu. Yarım saat sonra bir camcıyla geldiklerini gördük. Cam o gün takıldı. Sonraki günlerde kızlar yatak odası sohbetini sürdürdüler. Selçuk bir daha mahalleye gelmedi.
Duygu ile yıllar sonra gazete koridorlarında tanıştık. İyi arkadaş olduk. Onun “Kadının Adı Yok” romanını okurken ağlayacak gibi olmuştum. Uzun bir mektup yazdım ona. Duygularını paylaştım. Kitap malum; kadınların esaretini anlatır. Onların tek varlık sebebi vardır, erkeklere kayıtsız şartsız itaat etmek. Bu yüzden ömür boyu türlü çeşitli baskılar altında inler, kişiliklerini bulamaz, hayatın tadını alamazlar. Kız güzelse, varlıklı bir aileden ise durum değişir, onlar şımartılır, zengin çocuklarıyla ilgilenir, bizim gibilere yüz vermezler. O yılların Türk filmleri malum. Senaryo zengin erkek fakir kız veya çoğunlukla fakir delikanlı şımarık zengin kız üzerine kuruludur. Ancak filmlerde mutlu son vardır. Gerçek hayatta ise fakir (zengin olmayan) erkek sap olarak kalır. Delikanlılar o yüzden erkek erkeğe takılır. Mahallenin büyüklerinden Yener Abi bir gün çekti bizi kenara sordu:
- Sizin niye kız arkadaşınız yok, bakın mahallede ne güzel kızlar var?
- Abi teklif ederiz, kabul etmezler diye korkuyoruz.
- Ne fark eder? Öyle de yok, böyle de yok. Belki biri kabul eder.
Abi doğru söylüyordu ama bizde o cesaret yoktu işte. Kızlar bizi beğenmez diye bir ön yargı yalnız bende değil mahalle arkadaşlarında da yaygındı. Duygu boşuna mı”Bu ülkede erkek olmak da istemezdim” demişti?
O yıllara ülkedeki feodal alışkanlıklar, dini gelenekler ve sınıf baskısı damga vurmuştu. Üstelik bu sınıf farkının gayet doğal ve haklı kazançlardan kaynaklandığını ve sonsuza dek böyle sürüp gideceğini düşünürdük. Ne zamana kadar mı? Sosyalizmi öğrenene kadar. O yüzden Mülkiye’nin birinci sınıfında Mümtaz Soysal’ın derslerinde sosyalizmi öğrenir öğrenmez ayıldık, sosyalist olduk. 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlük havası içinde her şeyi yeniden düşünme fırsatını bulduk. Duygu da meğer bizim arsaya bakan pencerenin önünde kız kardeşiyle bunları konuşur, yıllar sonra kitabıyla yaratacağı isyanın hazırlıklarını yaparmış.
Duygu’nun ilk kitabı olan “Kadının Adı Yok” ilk yayımlandığı 1987 yılı içinde tam 40 baskı yaptı. Bir büyük patlamaydı bu.
Hatırımda kalan bir olay da şu... 90’larda, bir gazete toplantısı için bütün yazarlar ve yazı işleri müdürleri Bodrum’a gitmiştik. Tatil köyünde gündüz gazete toplantısı oldu, gece de köyün gazinosunda bir masa kuruldu, pokere oturduk. Masada iddialı ve hırslı oyuncular vardı. Duygu bizi kenardan izliyordu. Poker bilir misin, dedim. Biraz bilirim, dedi. Olsun, gel benim yerime otur, diye yerimi ona verdim. Biraz bilirim diyen Duygu bütün masayı sildi süpürdü. Önünde bir kâğıt para dağı oluştu. Sonunda iddialı oyuncular ütülüp kaçtı. Masanın üzerinde bir para dağı oluştu. Duygu, hepsini garsonlara dağıttı.
Cesur, güvenli, her durumda mütevazı bir kadındı o...
Kadınlara, kimliklerini, kişiliklerini, kadın olmakla doğan haklarını hatırlattı. Yollarını aydınlattı.
Biz erkekler de bilvesile kadınları biraz olsun tanımak fırsatını bulduk.
Yüzünden hüzün hiçbir zaman eksik olmazken kadınların yüzünü güldürdü, mutluluğuna katkıda bulundu.
Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde kadın haklarının bu cesur ve öncü savaşçısını derin saygı ve sevgiyle anıyorum...
ALBÜMDEN
Bir yaş günü buluşması... Yardımcım benden habersiz yaş günü düzenlemiş. Kattaki arkadaşlar toplanmış. Soldan sağa Bedri Koraman, Meral Tamer, Taha Akyol, Hasan Pulur, Haslet Soyöz, Doğan Heper ve Duygu Asena... Bir dilim pasta, bir dakikalık mum alevi... Ömür dediğimiz de böyle bir şey... Gelip geçiyor ne olduğunu anlayana kadar...
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları