loading
close
SON DAKİKALAR

Laiklik neden gereklidir?

Sinan Meydan
Tarih: 12.03.2025
Kaynak: Sinan Meydan - Cumhuriyet

Sinan Meydan; Bugün Türkiye’de ulusal egemenliğin, ulusal birlik bütünlüğün, yurttaşların eşitliğinin, düşünce, din, vicdan ve kadın özgürlüklerinin, insan haklarının, barışın ve demokrasinin güvencesi laik Cumhuriyettir.

Laiklik, sürekli değişen zamanda, devletin ve toplumun, değişmeyen din kurallarıyla yönetilmesinin, toplumsal gelişmeyi ve barışı engellemesi sonunda ortaya çıktı.

Etnik köken, din ve mezhep bakımından paramparça olmuş Suriye’de sondakika Alevilerin katledildiği görüntüler, insan olan herkesi derinden yaralıyor.

Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok! Etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı bölünmüşlükten kurtulabilmek için uluslaşmaya; dinin bağnazlığa, bağnazlığın barbarlığa dönüşmemesi için de laikliğe ihtiyaç vardır.

LAİKLİĞİN DOĞUŞU

“İslamiyet’ten önce Türk devletlerinde tam anlamıyla vicdan ve din özgürlüğü var olmuştur.” Türklerin milli dinlerinden başka birçok diğer dinler de Türkler arasında serbestçe yayılmış ve hanlar kendilerini, “dini lider” olarak görmemiş; hiçbir zaman “dini lider” sıfatını taşımamıştır. (Sadri Maksudi Arsal, Teokratik Devlet ve Laik Devlet, İstanbul, 2024, s.45)

Türkler Müslüman olduktan sonra da devlet başkanlarının uzun süre dini lider sıfatı yoktu. Öyle ki 1055’te İslam dünyasında egemenliği ele geçiren Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, halifenin dini yetkilerine dokunmazken siyasi yetkilerini kendi üzerine aldı. Böylece daha 11. yüzyılda, dinsel otorite ile siyasal otoriteyi birbirinden ayırarak adı konmamış bir “laikliğin” de temellerini atmış oldu.

Avrupa’da ancak 13. yüzyılda, bir Hıristiyan düşünürü Aziz Thomas, devletin insan aklına uygun olarak düzenlenmesi gerektiğini savundu.

Bir yüzyıl sonra, bu kez bir Müslüman bilim adamı İbn Haldun, devletin varoluşunu ve toplumların dönüşümünü Tanrısal iradeye değil, toplumsal-ekonomik nedenlere dayandırarak laik düşünceyi temellendirdi.

Avrupa’da gücünü Tanrı’dan alan “kutsal iktidar” anlayışının yerini, Rönesans, Reform, Aydınlanma Dönemi gibi süreçler sayesinde giderek gücünü toplumdan, hayattan, tarihsel birikimden alan, topluma karşı sorumlu olan ve halkın iradesiyle değişebilen “siyasal iktidar” anlayışı aldı. İşte bu süreçte Papa’nın Katolik mezhebi gücünü kaybetti. Protestanlık gibi yeni mezhepler ortaya çıktı. Dolayısıyla laiklik, her şeyden önce devlet ve toplum yapısında egemen dinsel otoritenin gücünü kaybetmesiyle ortaya çıktı. Bunun için aklın zincirlerinin kırılması, pozitif bilimlerin gelişmesi, düşünce ve vicdan hürriyetinin önem kazanması gerekti. Bu süreç hiç kolay olmadı. Avrupa’da bu uğurda çok kan döküldü.

DİN DEVLETİNİN KAYNAĞI

Hıristiyan Havarilerden Aziz Pavlus, şu sözleriyle din devletinin (teokratik devletin) gerekçesini ortaya koymuştu: “Herkes yüksek otorite sahiplerine itaat etmekle yükümlüdür. Çünkü her otoritenin kökeni ilahidir ve bütün mevcut otoriteleri Tanrı atamıştır. Onun için otoriteye boyun eğmeyen, Tanrı’nın koyduğu düzene karşı hareket etmiş olur.” Aziz Pavlus’un anlayışında, iktidarın kaynağı Tanrı’ya dayanır ve egemenlik ilahidir. Bunun doğal sonucu, din devletinin (teokratik devletin) ortaya çıkmasıdır.

Laiklik; her şeyden önce bir devletin siyasal örgütlenmesinde iktidarın/devlet gücünün kaynağının “ilahi” değil “beşeri” olmasıdır; yani egemenliğin Tanrı’ya değil, insana, insanın özgür iradesine dayanmasıdır.

LAİK DEVLET VE LAİK HUKUK

Devletin egemenlik anlayışını biçimlendiren hukuktur. Laik devlet, insan aklının ve toplumsal tecrübenin eseri “çağdaş hukuku” benimsemiş devlettir.

Çağdaş toplumlarda dinin hukuka kaynaklık etmesi kabul edilemez. Çünkü kutsal ve değişmeyen din kuralları, değişen toplumsal ihtiyaçları karşılamadığı gibi insanın binlerce yıllık toplumsal ilişkileri ve tarihi tecrübesiyle geliştirdiği kurallarla toplumsal hayatını düzenlememesi, insanın aklını kullanmaması anlamına gelecektir ki Kant’ın deyişiyle aydınlanmış (aklını kullanan) insanın bunu kabul etmesi olanaksızdır.

ULUSLAŞMA, İNSAN HAKLARI VE LAİKLİK

“Ulus” ve “ulusal egemenlik” kavramları tepeden tırnağa laik kavramlardır. Laik devlet düzeninde “ümmet” kavramının yerini “millet” kavramı, kul/tebaa kavramlarının yerini de insan/birey/vatandaş kavramları almıştır. Çağdaş devletlerin temel ilkesi durumundaki “insan hakları” da ancak laikdemokratik bir devlet düzeninde söz konusudur. Laik devlette, bireylerin ve yurttaşların düşünce ve vicdan özgürlüğü vardır. Teokratik (dine dayalı) bir devlet düzeninde, bu düzenin mantığı gereği, egemen dine dayanmayan düşünceler ve vicdani tutumlar özgür değildir. Bu konudaki görece özgürlüğün dinsel hukuktan kaynaklı bazı bedelleri vardır. Bu düzende gücünü Tanrı’dan aldığı düşünülen egemenin; sultanın/halifenin/şahın/kralın dokunamayacağı herhangi bir kişisel özgürlük alanı olmadığından, “insan hakları” kavramı da yoktur. Dinsel hukukun egemen olduğu devletlerde farklı inançtan olanlara hoşgörülü davranılması, çağdaş hukuktaki “insan haklarının” değil, “egemenin, dinin ve mezhebin yorumuna bağlı ihsanının” sonucudur. Bu nedenle laiklik ve insan hakları birbirini tamamlar; biri olmadıkça diğeri de olmaz. (Zeki Hafızoğulları, “Laiklik”, https://erdem.gov.tr/tam-metinpdf/726/tur) Bununla birlikte laik devletlerde de zaman zaman seçilmiş liderlerin -yasaları çiğneyerek- insan haklarına aykırı davrandıkları da görülmüştür.

Laiklik olmadan özgür düşünce, insan hakları olmayacağı gibi bunların paydaşı durumundaki demokrasi de olmaz. “Çünkü düşünce özgürlüğü, düşündüğünü söylemek, düşündüğünü savunmak ve düşüncesini yaşama geçirmek” ancak demokratik düzenlerde söz konusudur. (Ahmet Taner Kışlalı, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, İstanbul, 1995)

Durum böyle olunca din devletinde, egemen dinin ve mezhebin kabul ettiği “doğrular” dışında başka doğrulardan söz etmek veya bunlara göre hareket etmek olanaksızdır. Aksi halde dinsel egemenliği temsil edenler “öldürme” dahil her türlü yaptırımı uygulama yetkisini kendisinde görür. Böyle bir ortamda düşünce, din ve vicdan özgürlüğünden, dolayısıyla demokrasiden söz edilemez.

EŞİTLİK VE LAİKLİK

“Ulusal egemenliğin” doğal sonucu kanun önünde eşitliktir. Laik devletin anayasasında, yurttaşların, ırk, dil, din, siyasal düşünce, toplumsal ve kişisel şartlara bakılmaksızın kanun önünde eşit olduğu belirtilir. Laik devlette, devlet, eşit hukuka sahip yurttaşları arasında dinlerine göre, mezheplerine göre bir ayrım yapmaz.

Eşitlik derken kadın-erkek eşitliğini de unutmamak gerekir. Din devletinde kadın-erkek ilişkileri dinsel katı kurallarla belirlenmiştir. Kadın hakları sınırlandırılmıştır. Bu nedenle din devletinde kadınerkek eşitliğinden söz edilemez. Buna karşın laik devlette medeni ve siyasi haklara sahip kadın-erkek eşittir. Bununla birlikte laik devletler de bu eşitliği sağlamakta oldukça zorlanmıştır.

DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ

Laik devlette birey, düşünce, din ve vicdan özgürlüğüne sahiptir. Laik devlette bireylerin özgür düşünmesi, bir dine inanması veya inanmaması, ibadet etmesi veya etmemesi, dini törenlerde bulunması veya bulunmaması kendi özgür iradelerine bağlıdır ve bu konudaki tutumları yurttaşlık haklarını “olumlu” veya “olumsuz” yönde etkilemez.

Din, insana özgüdür. İnsan dışındaki varlıkların dininden söz edilemez. Bu nedenle laik devlette devletin dini olmaz.

Dinler teolojik ve tarihsel olarak çatışma halindedir. Tarih boyunca din ve mezhep savaşları eksik olmamıştır. Bu nedenle din devletinde laiklik yaşamaz, yaşatılamaz. Ancak laik devlette, her dine, diğeriyle birlikte yaşama olanağı sağlandığından, dinler yaşamaya devam edebilir.

Bütün bunların yanında laiklik, bazılarının sandığı gibi sadece din ve vicdan özgürlüğünden ibaret de değildir. Ahmet Taner Kışlalı’nın dediği gibi sadece din ve vicdan özgürlüğünün olması, o devletin laik olduğu anlamına gelmez. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nda dinsel hoşgörü vardı ama laiklik yoktu. Laik devlet, hiç kimseye dinine, mezhebine göre ayrıcalık tanımayan devlettir. “Laik bir devlet, dini yadsıyan, dine karşı olan bir devlet değildir. Din adına insanlara baskı yapılmasına izin vermeyen bir devlettir.”

Laik devlet, din ve vicdan özgürlüğünü korumakla birlikte bu özgürlüğün, devletin laik ve demokratik yapısını değiştirecek biçimde kullanılmasına, yani devlet yapısının bir dinin egemenliğine girmesine, toplum üzerinde dinsel baskı kurulmasına asla izin vermez. Çünkü böyle bir durumda artık laik ve demokratik devletten söz edilemez.

DİN DEVLETİNİN SAKINCALARI

Laiklik, sürekli değişen zamanda, devletin ve toplumun, değişmeyen din kurallarıyla yönetilmesinin, toplumsal gelişmeyi ve barışı engellemesi sonunda ortaya çıktı.

Ahmet Taner Kışlalı’ya göre “Tarihsel evrim içinde laiklik, iki gereksinmenin ürünü olarak doğmuştur: Birinci gereksinme, değişen koşullara -kilise dogmalarından bağımsız- aklın ve bilimin ışığında çözümler arayabilme yolunun açık tutulmasıdır. İkinci gereksinme ise farklı inançlara sahip toplum kesimlerinin, barış içinde, bir arada yaşayabilmesidir.” (Kışlalı, 1995)

Din devleti, aklını kullanan, özgür düşünen insanın doğasına, değişen zamana, toplumsal gelişmeye ve çağdaş yaşama uygun değildir. Sadri Maksudi Arsal, “bir devletin teokratik (din devleti) olmasının sakıncalarını” şöyle sıralamıştır:

1. Devlet kurumu, kökeni ve amacı bakımından tamamıyla insani ve dünyevi bir kurumdur. Onun için devlet, dinlerin etkisinden ne kadar kurtulmuş olursa insani ve dünyevi görevlerini yerine getirmede o kadar özgür olur.

2. Teokrasiler (din devletleri) başka bir tehlikeyle de daima karşı karşıyadırlar: Milletler, hem dini hem dünyevi reisliği şahsında birleştiren hükümdarlardan -firavunlardan, halifelerden- Tanrı’dan korkar gibi korkarlar. Teokrasi yönetim biçimi tarihten alınan deneyimler sonucunda zararlı olduğu anlaşıldığından, çağdaş insanlık tarafından terk edilmiş bir egemenlik yöntemidir.

3. Teokrasi, vicdan ve din özgürlüğünü yadsımaya dayalı bir yönetim biçimidir. Tarih sayfaları, din uğruna yapılan zulüm ve haksızlıklar, şiddet ve cebir ile anlatılmaz işkencelerle doludur.

4. Teokrasinin en önemli sakıncası, en zararlı sonucu da milletleri çöküşe sürüklemesidir. Devlet yönetiminin dini reislerin elinde bulunduğu ülkelerde, yaşamın herhangi bir alanında başarılı olmak, hatta geçimini sağlayabilmek için dini reislerin “hüsnü teveccühünü” kazanmak gereklidir. Buna ulaşmanın en emin yolu ise dindar görünmektir. Bu gösteriş sonunda ülkede üretim güçleri zayıflar, ekonomik yaşamda durgunluk ortaya çıkar. Genel refah gittikçe azalır. Bunun sonucunda da yaşamdan keyif alma, ilerleme ve gelişme, atılımlara girişme yok olur. Böylelikle de yavaş yavaş milletin hem maddi hem manevi yaşamı söner. Onun için teokrasi ile yönetilen milletler ancak bundan kurtulma koşuluyla milli ve siyasi varlıklarını kurtarabilmişlerdir. (Arsal, 2024, s. 56-59)

***

İşte bu nedenle yüzyılın başında Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’de laik bir Cumhuriyet kurdu. Egemenliğin saraydan alınıp ulusa verilmesi, dinsel hukukun yerine çağdaş hukukun benimsenmesi, akılcı, bilimsel eğitim sisteminin kurulması, kadına medeni ve siyasi hakların verilmesi, çağdaş kurumların açılması, çağdaş değerlerin benimsenmesi, düşünce, din ve vicdan özgürlüğünün anayasal güvence altına alınması ve sonuçta ümmetin ulusa, kulun bireye, tebaanın yurttaşa dönüşmesi laik karakterli devrimlerle mümkün oldu.

Bugün Türkiye’de ulusal egemenliğin, ulusal birlik bütünlüğün, yurttaşların eşitliğinin, düşünce, din, vicdan ve kadın özgürlüklerinin, insan haklarının, barışın ve demokrasinin güvencesi laik Cumhuriyettir.

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları