Üniter, laik, ulus devletin önemi
Sinan Meydan; BOP kapsamında Ortadoğu’yu şekillendiren ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerinin Irak ve Suriye’den sonra İran’ı ve Türkiye’yi hedef almayacağını kim garanti edebilir?
Ortadoğu’da sorunun kaynağı üç sözcükle özetlenebilir: Emperyalizm, uluslaşamamak ve geri kalmışlık…
Ortadoğu kaynamaya devam ediyor. Irak, Filistin, Lübnan derken şimdi de Suriye. Yaklaşık 13 yıldır devam eden iç savaşın ardından Suriye’de Esad rejimi yıkıldı. Suriye merkezi hükümeti düştü. Suriye, aralarında terör örgütlerinin de olduğuçeşitli grupların kontrolünde parçalara bölünmüş durumda.
Ortadoğu’da yaklaşık 14-15 yıldır devam eden bu yıkım süreci sonunda Ortadoğu paramparça edildi, ediliyor. Önce Irak şimdi de Suriye parçalandı. Sırada başka devletler var.
ORTADOĞU’DA SORUNUN KAYNAĞI
Ortadoğu’da sorunun kaynağı üç kelimede özetlenebilir:
Emperyalizm, uluslaşamamak ve geri kalmışlık. Bölge ülkelerinin demokratikleşememesinin temel nedeni de burada gizlidir.
Ortadoğu’da 100 yıl kadar önce sınırları emperyalizm tarafından cetvelle çizilen devletler, -belki kısa süreler hariçgerçekten tam bağımsız olamadılar. Bu devletler hiçbir zaman din, mezhep, cemaat, aşiret, kabile, ırk aşamasından kurtulup uluslaşamadılar; hep ayrıştılar, bölündüler, hiçbir zaman ulusal birlik ve bütünlüğü sağlayamadılar. Uluslaşamadıkları için de hiçbir zaman ulusal egemenliği gerçekleştirip demokratikleşemediler; ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirledikleri bir çağda, özelde Araplar genelde Ortadoğu halkları hiçbir zaman kendi kaderini kendi eline alamadılar, hep birilerinin, emperyalizmin ve eli kanlı diktatörlerin ağzına baktılar. En önemlisi de aklın zincirlerini kırıp, bilime dayanıp, laik bir devlet kurup gerçekten çağdaşlaşamadılar. Bilgi üretemediler. Toplumun yarıdan fazlasını oluşturan kadınlara temel haklarını vermediler. Uygar dünyanın bir parçası olamadılar. Kısacası yüzyılın başında Türklerin, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde başardığı büyük dönüşümü, (bağımsızlık, çağdaşlaşma) Araplar başaramadılar. Ortadoğu’da, Arap-İslam dünyasında Atatürk rolüne soyunan liderlerin hiçbiri kendi halkının Atatürk’ü olamadı.
ORTADOĞU’NUN GÖRMESI GEREKEN GERÇEK
Ortadoğu’nun artık şu gerçeği görmesi gerekir: Din ve mezhep bağı, aşiret, kabile aidiyeti, cemaat kültürü, dinmezhep temelli çeşitli örgütler, akıl ve bilim dışılık “kurtuluşu” sağlamadı, sağlamayacak; “din kardeşliği”, “mezhep bağı”, “ümmet olmak” yetmedi, yetmeyecek; uluslaşma, ulusal egemenlik, demokratikleşme, laiklik ve akıl ve bilim eşliğinde çağdaşlaşma olmadan, uluslararası saygınlığa ve caydırıcılığa sahip bağımsız ve güçlü devlet kurmak asla mümkün olmadı, olmayacak. Petrol ve maddi zenginlik; kalkınma, barış, refah ve kurtuluş için yetmedi, yetmeyecek. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sonrasında “Biz barış istiyoruz dediğimiz zaman tam bağımsızlık istediğimizin bilinmesi gerekir” demişti. Tam bağımsızlık derken de siyasi, ekonomik, hukuki, kültürel... Her alanda bağımsız olmayı kastettiğini söylemişti. Türkiye, Kurtuluş Savaşı sonrasında Lozan Antlaşması ile bunu başardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin, şimdilik 100 yılı aşan barış ikilimi, “tam bağımsızlık” temelli bu kuruluş felsefesinin eseridir. Emperyalist işgale ve sömürüye başkaldırmadan tam bağımsız olunamaz, uluslaşmadan da demokratik ve çağdaş bir devlet kurulamaz, kalıcı barış sağlanamaz. Gerçek şu ki, Ortadoğu’nun asıl talihsizliği, Atatürk’ün yaklaşık 100 yıl önce gördüğü bu evrensel gerçeği 100 yıl sonra bile görebilen bir lider çıkaramamış olmasıdır.
Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı şöyle diyor: “Çağdaş yaşayabilmek için önce ulus olabilmek gerekiyor. Uluslaşma aşamasını geride bırakmamış hiçbir toplum çağdaşlaşamamıştır, demokratikleşememiştir. Ne demek uluslaşmak? Aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanlar arasında bir biz duygusunun, bir dayanışma duygusunun uyanmış olması demek. Başka bir deyişle kabile düzeninin, aşiret düzeninin geride kalmış olması demek. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın öncülüğünü yapmaya başladığı zaman 1920’ler Anadolu’sunda 24 etnik kökenden gelen insan vardı, ama bir ulus yoktu. Ve ulus olmadan da çağdaşlaşılamayacağının bilinci Atatürk’te çok belirgin olarak vardı…”
Aşiret, kabile, din ve mezhep bağlarının çok güçlü olduğu Ortadoğu’da uluslaşmayı başarmak hiç de kolay değildir. Bunun için büyük bir zihniyet devrimine ihtiyaç vardır. Kışlalı’nın dediği gibi uluslaşmadan, çağdaşlaşmak ve demokratikleşmek olanaksızdır. Ortadoğu’yu eli kanlı diktatörlere mahkûm eden kısırdöngünün kırılması bu gerçeğin görülmesiyle olanaklıdır.
ATATÜRK ETKİSİ DEVAM EDİYOR
Emperyalizmin yöntemi pek değişmedi; hâlâ böl, parçala, yönet formülü geçerli. Emperyalizm, 104 yıl önce aynı formülle Türkiyeyi de paramparça etmek istemişti. 10 Ağustos 1920’de Osmanlı yöneticilerine imzalatılan Sevr Antlaşması ile Türkiye’yi etnik ve dinsel temelde parçalanmak istenmişti. Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki Türk Bağımsızlık Savaşı ile (Doğu Trakya’dan Anadolu’ya) Türkiye’nin bölünüp parçalanması engellendi. Lozan Barış Antlaşması ile Edirne’den Ardahan’a toprak bütünlüğüne sahip tam bağımsız, üniter, laik ulus devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlam siyasal zemini oluşturuldu.
İşte BOP çerçevesinde Ortadoğu’nun bölünüp parçalandığı günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük güvencesi, tam bağımsız, üniter, laik, demokratik ulus devlet ve onun da garantisi Lozan Barış Antlaşması’dır.
Suriye’nin parçalanmasını da gördükten sonra, yüz yıl kadar önce Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde; emperyalizme ve yerli yabancı işbirlikçilerine karşı kazanılan Türk Bağımsızlık Savaşı’nın ve onu tamamlayan Lozan Barış Antlaşması’nın değeri; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” parolasıyla önce TBMM’nin açılmasının, sonra saltanatın kaldırılmasının, daha sonra da cumhuriyetin ilan edilmesinin ve halifeliğin kaldırılmasının, böylece saray saltanatına son verilmesinin ve bir hazırlık döneminin ardından, çok partili demokratik düzene geçilmesinin önemi; din ve devlet işlerinin ayrılmasının; devlet yönetiminde din kurallarının değil, aklın ve bilim ilkelerinin esas alınmasının değeri; din ve ırk farkı gözetilmeksizin “yurttaşlık temelinde” yapılan ulus tanımının, anayasadaki “Türklük” vurgusunun gerekliliği ve Türkiye’yi çağdaşlaştıran Atatürk Devrimlerinin zorunluluğu her halde daha anlaşılmıştır.
Son 14-15 yılda Ortadoğu’da yaşananları gördükten sonra, Mustafa Kemal Atatürk’ün, 101 yıl önce kurduğu tam bağımsız, üniter, laik, ulus devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin önemini ve bu devletin güvencesi Lozan Barış Antlaşması’nın değerini çok daha iyi kavramış olmak gerekir.
TÜRKİYE’YE YÖNELİK TEHDİTLER
BOP kapsamında Ortadoğu’yu şekillendiren ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerinin Irak ve Suriye’den sonra İran’ı ve Türkiye’yi hedef almayacağını kim garanti edebilir?
Türkiye Cumhuriyeti bu emperyalist yıkım planına “Yeni Osmanlıcı”, dinci, mezhepçi, İhvancı hayallerle değil, Atatürk’ün yönetimiyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesiyle; yani tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, laiklik, uluslaşma, akıl ve bilim eşliğinde çağdaş uygarlık, “Yurtta barış dünyada barış” formülüyle; Atatürk’ün kurduğu tam bağımsız, üniter, laik ulus devlete sahip çıkarak, ulusal birlik ve bütünlüğü koruyarak, bunun için de her şeyden önce laikliği, sosyal hukuk devletini, demokrasiyi ve adaleti güçlendirerek karşı durabilir.
Tarih-bilimsel olarak değerlendirdiğimde Türkiye Cumhuriyeti için bugün en büyük tehditleri şöyle sıralayabilirim:
1. Başkanlık sistemi sonrası TBMM’nin, kurulduğundan beri ilk kez, bu derece zayıflatılmış olması… Parlamenter sistem yerine Saray rejiminin kurulmasıyla gücün meclisten Saraya kayması… Atatürk’ün Türk Bağımsızlık Savaşı’nı bu Meclisle kazandığı, bu Cumhuriyeti bu Meclis’te kurduğu, çağdaş Türkiye’yi yaratan tüm devrimleri bu Meclisle yaptığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasiye bu Meclisle geçtiği ve Türkiye’nin en zor krizleri bu Meclisle çözdüğü dikkate alındığında Türkiye’nin bulunduğu bölgenin bugünkü durumunu da göz önüne alınca TBMM’nin zayıflamış olmasını Türkiye için en büyük tehdit olarak görüyorum.
2. Etnik, dinsel, hatta mezhepsel temelde ayrışmayı körükleyen siyasetin üniter, laik, ulus devleti her geçen gün daha fazla yıpratması… Son dönemdeki anayasa değişikliği isteğinin de bu amaca yönelik olduğunu düşünüyorum. Siyasal İslamcı ve ona eklemlenmiş gerici-bölücü siyasetin üniter, laik ulus devleti hedef aldığı çok açık.
3. Zaten çok güçlü olmayan demokrasi ve adaletin her geçen gün daha da zayıflaması ve halkın her geçen gün demokrasiye ve adalete olan güvenini daha da yitirmesi… Bu durum, devlete ve ulusa aidiyet duygusunu zayıflatmakta, ulus bilincine zarar vermektedir.
4. Eğitimin dinselleştirilmesi… Kurumların tarikatlara, cemaatlere teslim edilmesi… Bu durumun laik sisteme zarar vermesi ve akılcı, bilimsel düşüncenin akademide bile giderek mevzi kaybetmesi…
5. Ekonomik çöküş… Yüksek enflasyon, yatırım ve üretimin azalması, Türk parasının değerini kaybetmesi, bir taraftan gelir dağılımındaki adaletsizliğin diğer taraftan yoksulluk ve açlık sınırında yaşayan insanların sayısının her geçen gün artması aileden başlamak üzere toplumsal çözülmeye yol açarak ulusal birlik bütünlüğü ve hatta devletin bağımsızlığını tehdit ediyor.
Ancak, bütün bu tehditlere rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin, çok zor bir coğrafyada, 101 yıldır, yeni bir savaşın parçası olmayarak tüm iç ve dış saldırılara rağmen, etnik, dinsel, mezhepsel temelde bölünmeyerek, her şeye rağmen üniter, laik, demokratik ulus devlet yapısını koruyarak ayakta kalabildiği göz ardı edilmemelidir.
Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin ve yönetme iddiasında olanların bu 101 yıllık üniter, laik Cumhuriyet birikim ve tecrübesini iyi okuması, bu süreçteki doğrulardan ve yanlışlardan dersler çıkarması gerekir. Türkiye’yi yönetenlerin ve yönetme iddiasında olanların üniter, laik, ulus devleti zayıflatmak yerine (ulus devlet olmayınca neler olduğunu görmek için Suriye’ye, Irak’a bakılabilir) toplumda, tam da Atatürk’ün kurduğu laik Cumhuriyetin kuruluş felsefesine uygun olarak, dinsel ve etnik ayrım gözetmeden yurttaşların eşitliğini, ulus bilincini, devlete aidiyet duygusunu artırmak gerekir. Bunun için de her şeyden önce adaleti, sosyal hukuk devletini ve demokrasiyi güçlendirmek gerekir. Ancak siyasal İslamcı iktidar ve ortaklarıyla sahte muhalefetten bunu beklemek zaman kaybından başka bir şey değildir. Bu durumda üniter, laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinden endişelenen muhalefete ve özellikle de Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran CHP’ye tarihi bir sorumluluk düşmektedir.
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları