loading
close
SON DAKİKALAR

Atatürk'ün 'ulusal egemenlik' yemini

Sinan Meydan
Tarih: 29.01.2025
Kaynak: Sinan Meydan - Cumhuriyet

Sinan Meydan; Batı Anadolu gezisi boyunca “ulusal egemenlik” vurgusu yapan Atatürk, 27 Ocak 1923’te İzmir Karşıyaka’da annesinin mezarı başında ise -benzerine rastlanmadık biçimde- bir “ulusal egemenlik yemini” etmişti.

“Annemin kabri önünde Allah’ın huzurunda yemin ediyorum. Bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği ve sağlamlaştırdığı hâkimiyetin korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Milli hâkimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.” (Mustafa Kemal Atatürk, 27 Ocak 1923)

Mustafa Kemal (Atatürk), 14 Ocak 1923’te çok sevdiği annesi Zübeyde Hanım’ı kaybetti. O sırada Batı Anadolu’da uzun süreli bir yurt gezisine çıkmıştı. 15 Ocak 1923 sabahı gezisinin ilk durağı Eskişehir’de, İzmir’deki annesinin ölüm haberini aldı. Atatürk, Lozan Konferansı’nın çıkmaza girdiği sırada, Cumhuriyetin ilanı ve halifeliğin kaldırması öncesinde, 35 gün sürecek kapsamlı bir yurt gezisine çıkıp Eskişehir, Arifiye, İzmit, Bursa, Alaşehir, Salihli, Turgutlu, Manisa, Akhisar, Balıkesir ve İzmir’de yöneticilerle, komutanlarla, gazetecilerle ve halkla bir araya gelerek soruları yanıtlayıp “yeni Türkiye” hakkında çok önemli açıklamalar yapacaktı.

Atatürk, çok sevdiği annesinin ölüm haberini almasına karşın, çıktığı yurt gezisini iptal etmedi. Programa devam edilmesini emreden Atatürk, İzmir’deki Başyaver Salih Bozok’a şu telgrafı çekti: “…Merhumenin münasip bir şekilde cenaze törenini yapınız. Cenabı Hak milletimize hayat ve selamet versin.”

Atatürk, annesinin cenaze törenine katılamadı. Çünkü o sırada savaştan yeni çıkmış bir ulusu; Türk ulusunu yaşatmaya çalışıyordu. Annesi ölmüştü, ama yaşaması gereken yaklaşık 8 milyon insanın; savaş yorgunu, yaralı, yoksul Türk ulusunun sorumluluğunu taşıyordu. Ulusun geleceğini, kendi kişisel acıları da dahil, her şeyin önünde görüyordu. Bu nedenledir ki Eskişehir’de Mutasarrıflık’ta, taziyeleri değil, halkın sorunlarını dinlemek istedi; kendi acısını değil, halkın sorunlarına çözüm önerilerini dile getirdi.

Atatürk, Türk ulusunun özgür ve bağımsız yaşayabilmesinin ancak “kayıtsız şartsız egemenliğine” sahip çıkmasıyla mümkün olacağını düşünüyordu. “Vicdanında milli bir sır olarak sakladığı” cumhuriyeti ilan etmeden önce çıktığı yurt gezisinde “ulusal egemenliğe” vurgu yapacaktı. O günlerde yazdıkları kitapçıklarla “Halife meclisin, meclis halifenindir” propagandası yapan İskilipli Atıf ile Şükrü hocalara yanıt vererek anayasadaki ifadeyle egemenliğin “kayıtsız şartsız milletin” olduğunu hatırlatacaktı.

ATATÜRK’ÜN ULUSAL EGEMENLİK VURGULARI

Atatürk, 16-17 Ocak 1923 İzmit Basın Toplantısı’nda, halifeyi “devlet başkanı” olarak görmek isteyenlere halifelik tarihinden örneklerle yanıt verdikten sonra şunları söyledi:

“Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda birkaç noktaya işaret edebiliriz. Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir. ‘Kayıtsız şartsızı’ buradan kaldırmadıkça Türkiye Devleti herhangi bir kişiye ya da makama egemenliğe uymayan hiçbir yetki veremez… Milli egemenlik devredilemez. İnsanın, hâkimiyetini vermesi için milli iradesinin felç olmasını kabul etmesi gerekir. Bu, ölmeyi kabul etmek demektir. Bundan dolayı bir millet, hâkimiyetini veremez. (Hâkimiyet) Yalnız alınır ve zorla alınır. Millet hâkimiyetini elinde tutuyor ve ancak hâkimiyetinin icabı kadarını uygulamak üzere Millet Meclisi’nin genel kurulunu görevlendiriyor. Fakat bir tek adama bu yetki verilemez.”

Atatürk, 18 Ocak 1923’te yine İzmit’te İstanbul gazetecileriyle yaptığı ikinci toplantıda da “ulusal egemenlik” konusunda şunları söyledi:

“Anayasanın gerçek ruhu ise bu kanunun kitaplara geçmesinden önce, milletin beyninde ve vicdanında toplanmış olmasıyla ve ancak bunun ifadesi olmak üzere kurduğu Meclis’e verdiği asıl görev ile ortaya konmuştur. (…) Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Ve gerçek milli istek ve iradeyi uygular ve ancak bununla millet alınyazısına sahip olur. Tarihi olaylarımız ve tecrübelerimiz bize milletin koyun sürüsü halinde olduğu görüşünün, keyfi, arzu ve hırsların, hiçbir şekilde karşılanmayan çıkarların, elde edilmesine sürüklemekle milletin yok olmasına neden olan idare şekillerinin, artık memleketimizde uygulanmasının kalmadığını göstermiştir.”

Atatürk şöyle devam etti:

“Millet, egemenliğin değil, egemenliğin bir zerresini bile bir başkasına terk etmenin neden olabileceği felaketin, yok olmanın, hüsranın acısını her an kalbinde ve vicdanında duymaktadır…”

Atatürk, 19 Ocak 1923’te İzmit Sineması’nda halkla yaptığı toplantıda da “Egemenliğimiz için tehlike var mıdır” sorusuna şu yanıtı verdi:

“Efendiler, egemenliğimiz için tehlike yoktur ve olamaz. Çünkü milletimiz asırların çok acı darbelerle, çok acı felaketlerle vermiş olduğu derslerden tamamıyla uyanmıştır ve uyanışı eylemli olarak ispat etmiştir. Artık bu milleti gaflet çukuruna, cahillik çukuruna götürmenin maddi imkânı kalmamıştır. Milletimiz en gerçek kuralını en sonunda bizzat eline almıştır ve bu karara dayanan hükümet biçimini tespit etmiştir.”

“Efendiler! Milletimiz kurduğu yeni devletin yazgısına, işlerine, bağımsızlığına, ismi halife olsun, ne olursa olsun hiç kimseyi karıştırmaz…”

“Meclis yalnız milletindir ve ancak milletin seçtiği vekillerden oluşur. Dolayısıyla yalnız ve yalnız milletindir. Ve meclis ancak milletin emrine bağlı kalmak zorundadır. Yoksa ismi, makamı ne olursa olsun kimseden emir almaz, emir almayı kabul etmez bir Meclis’tir.” (Bkz. Alev Coşkun-Işık Kansu, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, 100. Yıl, İstanbul 2022)

Görüldüğü gibi Atatürk, Türkiye’de, Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndaki “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” cümlesindeki “kayıtsız şartsız milli egemenlik” vurgusuyla, Meclis’te beliren “millet egemenliği” dışında başka bir egemenlik tanınmayacağını; Meclis’in, “ismi ve makamı ne olursa olsun kimseden emir almayı kabul etmeyeceğini” belirtmiştir. Atatürk o günlerde bu açıklamasıyla, “Meclis halifenindir, halife Meclis’indir” diyen hilafetçilere yanıt veriyordu. Ancak Atatürk’ün bu yaklaşımı, bugün ve yarın Meclis üstünde egemenlik kurmaya çalışan -ismi ve makamı ne olursa olsun- herkes için geçerlidir. Atatürk’ün deyişiyle “Meclis ancak milletin emrine bağlı kalmak zorundadır.”

ATATÜRK’ÜN ANNESİNİN MEZARI BAŞINDAKİ KONUŞMASI

Atatürk, vatanın bağımsızlığı ve ulusun egemenliği için mücadele ederken çok sevdiği annesiyle yeterince ilgilenememiş, cenazesine bile katılamamıştı. Annesinin İzmir’deki mezarını, 12 gün sonra, 27 Ocak 1923’te kalabalık bir grupla birlikte ilk kez ziyaret etti. Sabah saatlerinde İzmir’e gelir gelmez Karşıyaka İstasyonu’nda trenden inerek annesinin Karşıyaka Ferik Osman Paşa Camisi’ndeki mezarına gitti; orada büyük bir saygı, kararlılık ve adanmışlıkla şunları söyledi:

“Zavallı annem, bütün millet için mefkûre olmuş İzmir’in kutsal topraklarına vücudunu vermiş bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm yaratılışın en doğal bir kanunudur. Fakat böyle olmakla beraber bazen ne hazin tecelliler arz eder.

Burada yatan annem zulmün, cebrin; bütün milleti felaket uçurumuna götüren keyfi bir saltanatın kurbanı olmuştur.

Bunu açıklamak için müsaade buyurursanız, ıstıraplı hayatının kesinlikle bariz birkaç noktasını belirteyim:

Abdülhamit devrinde idi. 1905 tarihinde okuldan henüz kurmay subay olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımımı atıyordum. Fakat bu adım hayata değil, zindana tesadüf etti. Gerçekten bir gün beni aldılar ve müstebit idarenin (baskıcı yönetimin) zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Annem bundan ancak ben hapisten çıktıktan sonra haberdar olabildi. Ve derhal beni görmeye koştu. İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç beş gün görüşmek nasip oldu. Çünkü tekrar müstebit idarenin hafiyeleri, casusları, cellatları ikametgâhımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Annem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Beni sürgün yerine götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmesi engellenmiş olan annem gözyaşlarıyla Sirkeci rıhtımında elemler ve kederler içinde terk edilmiş bulunuyordu. Sürgün içinde geçirdiğim mücadeleler onun hayatını ıstıraplar ve gözyaşları içinde geçirtmiştir.

Başka bir nokta daha: Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğim zaman annemi yine kaygılı ve kuşkulu olarak yine İstanbul’da bırakmak zorunda kaldım. (…) Annem halife ve padişah tarafından benim hakkımda verilen idam kararının infaz edildiğini zannetmiş, bu zan kendisini felce uğratmıştı. Ondan sonra bütün mücadele seneleri onun hayatını elem, ıstırap içinde geçirtmişti. Padişah ve hükümetinin ve bütün düşmanların daima baskı ve işkencesi altında kalmıştı. Evi, bin türlü sebep ve nedenlerle basılır ve aranır, kendisi rahatsız edilirdi. Annem üç buçuk senelik bütün gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi. Nihayet pek yakın zamanda onu İstanbul’dan kurtarabildim. Ona kavuşabildim ki o artık maddeten ölmüştü, manen yaşıyordu.

Annemin kaybından şüphesiz çok üzgünüm. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni teselli eden bir konu vardır ki o da anamız vatanı mahveden ve haraplığa götüren idarenin artık bir daha geri dönmemek üzere yokluk mezarına götürülmüş olduğunu görmektir. Annem bu toprağın altında, fakat milli hâkimiyet ilelebet (sonsuza dek) devam etsin. Beni teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, milli hâkimiyet ilelebet devam edecektir.

Annemin ruhuna ve bütün ecdat ruhuna, üzerime almış olduğum, vicdan yeminimi tekrar ediyorum. Annemin kabri önünde Allah’ın huzurunda yemin ediyorum. Bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği ve sağlamlaştırdığı hâkimiyetin korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Milli hâkimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.14, s.393-394)

ULUSAL EGEMENLİK KARARLILIĞI

Atatürk, 14 Ocak 1923’te başlayan Batı Anadolu gezisinde, Eskişehir’den İzmir’e kadar, ziyaret ettiği hemen her yerde saltanat yönetimini eleştirerek “ulusal egemenlik” kararlılığını gözler önüne sermişti. Anayasaya göre kayıtsız şartsız millete ait olan egemenliğin “bir tek adama verilmeyeceğini” belirtmişti.

Batı Anadolu gezisi boyunca “ulusal egemenlik” vurgusu yapan Atatürk, 27 Ocak 1923’te İzmir Karşıyaka’da annesinin mezarı başında ise -benzerine rastlanmadık biçimde- bir “ulusal egemenlik yemini” etmişti.

Atatürk, annesinin mezarı başındaki konuşmasında, “Burada yatan annem, zulmün, cebrin; bütün milleti felaket uçurumuna götüren keyfi bir saltanatın kurbanı olmuştur” diyerek sevgili annesinin çektiği acıların ve onu ölüme götüren hastalıkların sorumlusunun “keyfi saltanat” olduğunu belirtmişti.

Atatürk, bu iddiasını örneklerle açıklamış; annesinin, Sultan II. Abdülhamit’in ve Sultan Vahdettin’in “keyfi saltanatının” ve “istibdat idaresinin” kurbanı olduğunu bazı olaylarla örneklendirmişti.

Atatürk, konuşmasında, annesinin ölümüne neden olan saray saltanatının (baskı idaresinin) da öldüğünü görmekten mutlu olduğunu belirterek “Annem bu toprağın altında, fakat milli hâkimiyet ilelebet (sonsuza dek) devam etsin… Milli hâkimiyet ilelebet devam edecektir” demişti.

Atatürk, konuşmasını “Milli hâkimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun” diyerek bitirmişti. Atatürk’ün, cumhuriyetin ilan edilmesinden yaklaşık 9 ay önce, annesinin mezarı başında ettiği bu “ulusal egemenlik yemini”, ulusal egemenliğin gasp edildiği her dönemde hatırlanması gereken bir demokrasi çığlığıdır.

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları