Tarih:
07.11.2017
Yılmaz Özdil: Beton kutu
Yılmaz Özdil: Başımıza gelenlerin suçla muçla alakası olmadığını bildiğimiz için, kimseyi hukuka filan davet etmiyoruz…
Lütfen ayağa kalkın, kollarınızı iki yana açın, ölçün… Üç metreye dört metre, o kadar bir odada kalıyor. Beton kutu.*
Koyu kahverengi üç demir kapı var, biri banyoya açılıyor, sadece bunda kilit yok, biri avluya açılıyor, öbürü giriş çıkış kapısı.
Giriş kapısının göz hizasında 10 santime 15 santim ebatında cam var, koridora bakabiliyor, koridor dediğin bomboş beton duvar… Göğüs hizasında 15 santime 30 santim kapak var, sadece dışardan gardiyanlar tarafından açılabiliyor, kapı mazgalı deniyor, yemek, evrak filan bu delikten veriliyor. En fazla beş saniye, açılıyor, veriliyor, kapatılıyor.
Kapının yanında acil butonu var, hastalanırsa o düğmeye basıyor, gardiyan geliyor, kapıyı açmıyor, kapağı açıyor, meramını dinliyor. Bu konuda yaşadıkları öylesine kötü ki, anlatmak bile istemiyor, sadece şunu söyleyebilirim, artık hastalansa bile revire gitmiyor.
Tek kişilik yatak var, dandik tabii, yamru yumru, uyurken belini sakatlamamak için korse takıyor, karyola demirden, eski tip asker koğuşu karyolası, bir battaniye, bir çarşaf, bir yastık kılıfı veriliyor, ikincisi yasak.
Bir plastik kare masa, bir plastik sandalye, bir plastik kare sehpası var, kantinden satın aldığı 37 ekran televizyonu masanın üstünde duruyor, neyse ki 25 kanalın yayınına izin veriliyor.
Demir parmaklıklı pencere var, manzara beton avlu duvarı.
Gri renk, 50 santime iki metre elbise dolabı var, sınırlı sayıda kıyafet bulundurabiliyor.
Banyoda küçük bir lavabo, eski bir ayna, alaturka tuvalet var. Duş var ama, su kısıtlı, günde 50 litre sıcak, 200 litre soğuk su kullanabiliyor, limiti aşarsa ertesi sabaha kadar suyu kesiliyor.
Yanlış anlaşılmasın, banyonun kapladığı alan, odanın toplam üç metreye dört metrelik alanına dahil… Banyo, yatak, masa, dolap, hepsi bu üç metreye dört metrenin içinde, nerdeyse sadece ayakta durabiliyorsun, hepsi o.
Bir çatalı, bir kaşığı var, kantinden birkaç tabak ve bardak satın aldı, keskin olmayan küçük bir meyve bıçağı alabildi, mutfak malzemesi bu… Kantinden mini buzdolabı ve çaydanlık satın aldı.
Avlu, bir başka beton kutu… 30 metrekare, zemin beton, soluk sarı duvarlar üç katlı apartman yüksekliğinde… Başını arkaya doğru tamamen kaldırdığında anca görebiliyor gökyüzünü ama, kafesin arasından görebiliyor. Beton kutunun tepesi jiletli tellerle kafeslenmiş vaziyette… Telörgüsüz gökyüzü bile yasak.
Avlu kapısı, sabah 8 sayımından sonra açılıyor, gündüz istediğinde çıkabiliyor, saat 18'de kapatılıp, üzerine kilitleniyor.
Avlunun en yüksek noktasında kamera var, 24 saat izleniyor, o kameranın üstünde kuş yuvası vardı, yavru vardı, anne baba sürekli yiyecek taşıyordu, cıvıl cıvıllardı, anne uçmayı öğretti yavrusuna, temmuz ayıydı, tel kafesi aşıp, uçup gittiler, bir daha dönmediler, hayli oyalanıyordu onları seyrederken, gülümsüyordu, artık yoklar.
Günbatımına, ay'a, yıldızlara, bir avuç toprağa, çiçeğe, yeşile hasret… Bir ara çayın demini çay tabağına koydu, biber çekirdekleri ekti, birazcık ot bitti, sayım sırasında gördü gardiyan, alıp çöpe attı, mevzuata aykırıymış, çay tabağında bir tutam çimen bile yasak.
Avlunun ışıkları hiç söndürülmüyor, uyumak için yatıyor, avlunun ışıkları sabaha kadar yüzüne vuruyor, pencereyi gazete veya herhangi bir şeyle kapatmak yasak… Pencerenin altında kalorifer peteği var, ısınma sorunu yok.
Sık sık oda araması yapılıyor, aramalara jandarmalar da eşlik ediyor, içeriye güneş bile zor giriyor arkadaş, ne sokacak odaya, nasıl sokacak… Mevzuat böyle, didik didik ediliyor, odanın altı üstüne getiriliyor.
Çamaşırı leğende yıkıyordu, iki ay önce çamaşırhane devreye girdi, çamaşırları oraya gönderiyor, kurutmak için avluya seriyor.
Öğle yemeğini almıyor, yemiyor, akşam yemeği saat 17'de dağıtılıyor, alıp koyuyor masaya, saat 19 gibi yiyor, erken getirildiği için soğuyor, ocak yok, çaydanlığı kaynatıyor, tabağı üstüne koyuyor, su buharıyla ısıtıyor.
Eskiden bazı haklar varmış, gardiyanlar anlatıyorlarmış, OHAL nedeniyle hepsi yasaklanmış, hiçbirinden faydalanamıyor, halı sahada spor yapması, kurslar falan komple yasak.
Normalde ayda bir olması gereken aile açık görüşü, iki ayda bir yapılıyor, sadece 60 dakika… Görüş salonunda masalar U şeklinde sıralanmış, aile bireyleri karşısına oturuyor, sarılamıyorlar. Görüşme salonunun duvarlarında bir deniz manzaralı, bir de orman manzaralı tablo var. Çalınan hayatlara, yitip giden baharlara yazlara inat sanki.
Kapalı görüş haftada bir saat, daracık bölmede ailesiyle karşılıklı oturuyor, arada ses geçirmez cam var, ahizeyle konuşuyorlar.
Görüşlere gidip gelirken odadan her çıkış ve girişte elle üst araması yapılıyor, odadan herhangi bir şey çıkarması yasak… Bir ziyaret günü mesela, kızkardeşinin doğumgününe denk geldi, bir küçücük kağıda not aldı, “canım kardeşim, doğumgününü burada da kutlamak varmış kaderde, ben iyiyim, umutluyum, sen de iyi ve umutlu ol, mutlu ol, seni çok seviyorum” diye yazdı, “bunu iletir misiniz lütfen” dedi, iletmediler, yasak.
Normalde her hafta olması gereken telefonla konuşma hakkı, haftada bir veriliyor. Sadece iki aile bireyinden birini aramasına izin veriliyor. Sadece 10 dakika. Süre dolunca “hoşçakal” bile diyemeden, pat diye kesiliyor.
Cezaevleri de devlet dairesi ya, her iş dilekçeyle yürüyor. Şikayeti, talebi, ne varsa, mecburen dilekçe yazıyor. Satın almasına izin verilen kantin ürünleri, haftada bir gün, çarşambaları getiriliyor.
Hergün 11 gazete alıyor.
Pek televizyon seyretmiyor. Akşam haberlerini, Halk Arenası'nı ve Güldür Güldür'ü seyrediyor.
Uykuları düzensiz ve sağlıksız maalesef… Kitap okuyarak katlanmaya çalışıyor. 15 kitap bulundurma hakkı var, okuduklarını emanethaneye gönderiyor, yenilerine yer açıyor, en çok dünya klasiklerini okuyor, “edebiyat dünyasına dalmak iyi geliyor tutsağa” diyor.
10 tane aile fotoğrafı bulundurmasına izin veriliyor. Göz görmeyince belki gönül daha kolay katlanır diye, hiç fotoğraf almadı yanına.
Duvarında Atatürk posteri var. 30 Ağustos'ta Sözcü gazetesinin verdiği Atatürk posteri.
Duvarda bir pano yaptı kendine… İlham veren, güç veren, umut veren sözleri bu panoya astı. Atatürk'ün “umutsuz durum yoktur, umutsuz insan vardır, ben umudumu asla kaybetmedim” şeklinde sözleri, panonun en üstünde yeralıyor. Nazım Hikmet'in “içerde on yıl, onbeş yıl, daha fazlası hatta geçirilmez değil, geçirilir, kararmasın yeter ki sol memenin altındaki cevahir” şeklindeki mısraları var. Ataol Behramoğlu'nun “yıkılma sakın” şiiri var, kötü şey uzakta olmak, dostlarından, sevdiğin kadından / yasaklanmak bütün bu yaşantılara, seni tamamlayan, arındıran / kapatıldığın dört duvar arasında, sağlıklı, genç bir adam olarak… Ahmed Arif'in “Anadolu” şiiri var, dayan kitap ile, dayan iş ile, tırnak ile, diş ile / umut ile, sevda ile, düş ile / dayan rüsva etme beni… Müjdat Gezen'in “ilkelerin olacak” şiiri var, ilkelerin olacak, seni satın alamayacaklar / onurunla, kimliğinle, beyninle yaşayacaksın / seni attan, ottan ayıran özelliğin farkına varacaksın / çünkü sen insansın / ve bunu yakaladığın gün, bembeyaz yaşayacaksın… Rudyard Kipling tarafından yazılan Bülent Ecevit tarafından tercüme edilen “eğer” şiiri var. Uğur Dündar'ın kendisine yazdığı “mektup” var. Hayata bunlarla tutunuyor.
Burcu'yu çok özlüyor.
Efe aklından çıkmıyor, burnunun direği sızlıyor.
Giriş kapısının göz hizasında 10 santime 15 santim ebatında cam var, koridora bakabiliyor, koridor dediğin bomboş beton duvar… Göğüs hizasında 15 santime 30 santim kapak var, sadece dışardan gardiyanlar tarafından açılabiliyor, kapı mazgalı deniyor, yemek, evrak filan bu delikten veriliyor. En fazla beş saniye, açılıyor, veriliyor, kapatılıyor.
Kapının yanında acil butonu var, hastalanırsa o düğmeye basıyor, gardiyan geliyor, kapıyı açmıyor, kapağı açıyor, meramını dinliyor. Bu konuda yaşadıkları öylesine kötü ki, anlatmak bile istemiyor, sadece şunu söyleyebilirim, artık hastalansa bile revire gitmiyor.
Tek kişilik yatak var, dandik tabii, yamru yumru, uyurken belini sakatlamamak için korse takıyor, karyola demirden, eski tip asker koğuşu karyolası, bir battaniye, bir çarşaf, bir yastık kılıfı veriliyor, ikincisi yasak.
Bir plastik kare masa, bir plastik sandalye, bir plastik kare sehpası var, kantinden satın aldığı 37 ekran televizyonu masanın üstünde duruyor, neyse ki 25 kanalın yayınına izin veriliyor.
Demir parmaklıklı pencere var, manzara beton avlu duvarı.
Gri renk, 50 santime iki metre elbise dolabı var, sınırlı sayıda kıyafet bulundurabiliyor.
Banyoda küçük bir lavabo, eski bir ayna, alaturka tuvalet var. Duş var ama, su kısıtlı, günde 50 litre sıcak, 200 litre soğuk su kullanabiliyor, limiti aşarsa ertesi sabaha kadar suyu kesiliyor.
Yanlış anlaşılmasın, banyonun kapladığı alan, odanın toplam üç metreye dört metrelik alanına dahil… Banyo, yatak, masa, dolap, hepsi bu üç metreye dört metrenin içinde, nerdeyse sadece ayakta durabiliyorsun, hepsi o.
Bir çatalı, bir kaşığı var, kantinden birkaç tabak ve bardak satın aldı, keskin olmayan küçük bir meyve bıçağı alabildi, mutfak malzemesi bu… Kantinden mini buzdolabı ve çaydanlık satın aldı.
Avlu, bir başka beton kutu… 30 metrekare, zemin beton, soluk sarı duvarlar üç katlı apartman yüksekliğinde… Başını arkaya doğru tamamen kaldırdığında anca görebiliyor gökyüzünü ama, kafesin arasından görebiliyor. Beton kutunun tepesi jiletli tellerle kafeslenmiş vaziyette… Telörgüsüz gökyüzü bile yasak.
Avlu kapısı, sabah 8 sayımından sonra açılıyor, gündüz istediğinde çıkabiliyor, saat 18'de kapatılıp, üzerine kilitleniyor.
Avlunun en yüksek noktasında kamera var, 24 saat izleniyor, o kameranın üstünde kuş yuvası vardı, yavru vardı, anne baba sürekli yiyecek taşıyordu, cıvıl cıvıllardı, anne uçmayı öğretti yavrusuna, temmuz ayıydı, tel kafesi aşıp, uçup gittiler, bir daha dönmediler, hayli oyalanıyordu onları seyrederken, gülümsüyordu, artık yoklar.
Günbatımına, ay'a, yıldızlara, bir avuç toprağa, çiçeğe, yeşile hasret… Bir ara çayın demini çay tabağına koydu, biber çekirdekleri ekti, birazcık ot bitti, sayım sırasında gördü gardiyan, alıp çöpe attı, mevzuata aykırıymış, çay tabağında bir tutam çimen bile yasak.
Avlunun ışıkları hiç söndürülmüyor, uyumak için yatıyor, avlunun ışıkları sabaha kadar yüzüne vuruyor, pencereyi gazete veya herhangi bir şeyle kapatmak yasak… Pencerenin altında kalorifer peteği var, ısınma sorunu yok.
Sık sık oda araması yapılıyor, aramalara jandarmalar da eşlik ediyor, içeriye güneş bile zor giriyor arkadaş, ne sokacak odaya, nasıl sokacak… Mevzuat böyle, didik didik ediliyor, odanın altı üstüne getiriliyor.
Çamaşırı leğende yıkıyordu, iki ay önce çamaşırhane devreye girdi, çamaşırları oraya gönderiyor, kurutmak için avluya seriyor.
Öğle yemeğini almıyor, yemiyor, akşam yemeği saat 17'de dağıtılıyor, alıp koyuyor masaya, saat 19 gibi yiyor, erken getirildiği için soğuyor, ocak yok, çaydanlığı kaynatıyor, tabağı üstüne koyuyor, su buharıyla ısıtıyor.
Eskiden bazı haklar varmış, gardiyanlar anlatıyorlarmış, OHAL nedeniyle hepsi yasaklanmış, hiçbirinden faydalanamıyor, halı sahada spor yapması, kurslar falan komple yasak.
Normalde ayda bir olması gereken aile açık görüşü, iki ayda bir yapılıyor, sadece 60 dakika… Görüş salonunda masalar U şeklinde sıralanmış, aile bireyleri karşısına oturuyor, sarılamıyorlar. Görüşme salonunun duvarlarında bir deniz manzaralı, bir de orman manzaralı tablo var. Çalınan hayatlara, yitip giden baharlara yazlara inat sanki.
Kapalı görüş haftada bir saat, daracık bölmede ailesiyle karşılıklı oturuyor, arada ses geçirmez cam var, ahizeyle konuşuyorlar.
Görüşlere gidip gelirken odadan her çıkış ve girişte elle üst araması yapılıyor, odadan herhangi bir şey çıkarması yasak… Bir ziyaret günü mesela, kızkardeşinin doğumgününe denk geldi, bir küçücük kağıda not aldı, “canım kardeşim, doğumgününü burada da kutlamak varmış kaderde, ben iyiyim, umutluyum, sen de iyi ve umutlu ol, mutlu ol, seni çok seviyorum” diye yazdı, “bunu iletir misiniz lütfen” dedi, iletmediler, yasak.
Normalde her hafta olması gereken telefonla konuşma hakkı, haftada bir veriliyor. Sadece iki aile bireyinden birini aramasına izin veriliyor. Sadece 10 dakika. Süre dolunca “hoşçakal” bile diyemeden, pat diye kesiliyor.
Cezaevleri de devlet dairesi ya, her iş dilekçeyle yürüyor. Şikayeti, talebi, ne varsa, mecburen dilekçe yazıyor. Satın almasına izin verilen kantin ürünleri, haftada bir gün, çarşambaları getiriliyor.
Hergün 11 gazete alıyor.
Pek televizyon seyretmiyor. Akşam haberlerini, Halk Arenası'nı ve Güldür Güldür'ü seyrediyor.
Uykuları düzensiz ve sağlıksız maalesef… Kitap okuyarak katlanmaya çalışıyor. 15 kitap bulundurma hakkı var, okuduklarını emanethaneye gönderiyor, yenilerine yer açıyor, en çok dünya klasiklerini okuyor, “edebiyat dünyasına dalmak iyi geliyor tutsağa” diyor.
10 tane aile fotoğrafı bulundurmasına izin veriliyor. Göz görmeyince belki gönül daha kolay katlanır diye, hiç fotoğraf almadı yanına.
Duvarında Atatürk posteri var. 30 Ağustos'ta Sözcü gazetesinin verdiği Atatürk posteri.
Duvarda bir pano yaptı kendine… İlham veren, güç veren, umut veren sözleri bu panoya astı. Atatürk'ün “umutsuz durum yoktur, umutsuz insan vardır, ben umudumu asla kaybetmedim” şeklinde sözleri, panonun en üstünde yeralıyor. Nazım Hikmet'in “içerde on yıl, onbeş yıl, daha fazlası hatta geçirilmez değil, geçirilir, kararmasın yeter ki sol memenin altındaki cevahir” şeklindeki mısraları var. Ataol Behramoğlu'nun “yıkılma sakın” şiiri var, kötü şey uzakta olmak, dostlarından, sevdiğin kadından / yasaklanmak bütün bu yaşantılara, seni tamamlayan, arındıran / kapatıldığın dört duvar arasında, sağlıklı, genç bir adam olarak… Ahmed Arif'in “Anadolu” şiiri var, dayan kitap ile, dayan iş ile, tırnak ile, diş ile / umut ile, sevda ile, düş ile / dayan rüsva etme beni… Müjdat Gezen'in “ilkelerin olacak” şiiri var, ilkelerin olacak, seni satın alamayacaklar / onurunla, kimliğinle, beyninle yaşayacaksın / seni attan, ottan ayıran özelliğin farkına varacaksın / çünkü sen insansın / ve bunu yakaladığın gün, bembeyaz yaşayacaksın… Rudyard Kipling tarafından yazılan Bülent Ecevit tarafından tercüme edilen “eğer” şiiri var. Uğur Dündar'ın kendisine yazdığı “mektup” var. Hayata bunlarla tutunuyor.
Burcu'yu çok özlüyor.
Efe aklından çıkmıyor, burnunun direği sızlıyor.
*
Türkiye'nin en namuslu gazetecilerinden biri olan, Atatürkçü yurtsever Gökmen, dile kolay 166 gündür bu durumda yaşıyor.
*
Türkiye'nin en namuslu gazetesi Sözcü… Sırf gerçekleri yazdığı için, patronundan muhabirine, bugün hakim karşısına çıkıyor.
*
Sadece Gökmen hapiste zannediliyor ama, patronundan yazarlarına, tüm Sözcü ailesi ruhen o beton kutunun içinde.
*
Aylardır devletin tüm imkanları seferber edildi, MİT, polis, maliye müfettişleri, telefon kayıtları, banka hesapları, ne suç var, ne delil var. Toz zerresi kadar yamuğumuz olsaydı, gizli kalabilmesi, ortaya çıkarılmaması mümkün müydü?
*
Başımıza gelenlerin suçla muçla alakası olmadığını bildiğimiz için, kimseyi hukuka filan davet etmiyoruz… Başta hakimler savcılar, herkesi elini vicdanına koymaya davet ediyoruz.
Yılmaz Özdil: Sözcü
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları