Gökhan Günaydın; 'CHP Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu’ndan ibaret değil, tartışma daraltılmamalı'
CHP Grup Başkanvekili Doç. Dr. Gökhan Günaydın, CHP'deki liderlik tartışmalarını Sözcü'den Ruhat Mengi'ye verdiği röportajda değerlendirdi.
HATAY, GAZİANTEP GİBİ İLLERDE SURİYELİ ORANI NÜFUSUN YÜZDE 25'İNE ULAŞMIŞ VAZİYETTE!
Sayın Günaydın, son zamanlarda göçmenler konusu giderek toplum güvenliği açısından daha da önemli hale gelmeye başladı. Kocaeli Dilovası, Mersin'de ve arkasından Bodrum'da Suriyeli göçmenlerin başlattığı ve yaralanan Türklerin olduğu olaylar ve yaşanan gerilimler konusunda ne düşünüyorsunuz? Bütün kurumlar sessiz, muhalefet olarak ne yapacaksınız?
Almanya'da Merkel 1 milyon civarında mülteciyi seçerek aldı ve şöyle bir açıklama yaptı; “Geçmişte Türkler, sonra
Polonyalılar Alman sanayiinin kol gücü ihtiyacını karşılamışlardı, şimdi sıra Suriyelilerde dedi ve 1 milyon mülteciyi kabul
etti. Bu Merkel'in stabil, istikrarlı yönetimini en çok sarsan olaydı. Almanya nüfus açısından ve yüzölçümü açısından
Türkiye'ye çok benzer bir ülkedir, Avrupa Birliği sanayisinin ise lokomotifidir. Buna rağmen 1 milyon mülteciyi alma
meselesi Alman toplumunda sanayinin ihtiyacı olmasına rağmen önemli ölçüde reaksiyonla karşılandı. Şimdi gelelim
Türkiye'ye, Türkiye'de en iyimser tahminle işsizlik rakamları yüzde 10'un üzerinde ve Türkiye'nin kabul ettiği mülteci
sayısını bilebilen yok. İçişleri Bakanlığı'nın açıklamaları hiç kimseyi tatmin etmiyor, bu insanlar Türkiye'nin 78 ilinde
deniyor ama 81 iline yayılmış durumdalar ve şu anda Türkiye'nin nüfusunun kabaca yüzde 10'una ulaşmış haldeler. Bazı
illerde, özellikle; Hatay, Gaziantep, Osmaniye, Kilis gibi bazı il ve ilçelerde oranları nüfusun yüzde 25'ine ulaşmış
vaziyette.
ŞU ANDA SURİYE'DE OLAĞAN BİR YAŞAM VAR, DÖNMEMEKTE ISRAR EDEN BİR YAPI SÖZ KONUSU!
Bu oran sadece Suriyelilere mi ait yoksa Afganlar da dahil mi?
Şüphesiz bu yüzde 10'a ulaşmış olan Afganlar dahil. İyi bir hatırlatma yaptınız, elbette AKP'nin Amerika'nın tetikçiliğini
yaparak giriştiği Suriye savaşı sonrasında elimizde yalnızca mülteciler kaldı ve şunu da ifade etmek gerekir ki şu anda
Suriye'de olağan bir yaşam var, bu olağan yaşama dönmesi için herhangi bir yaptırıma uğramayacakları garanti edilen
ve af çıkartılmış bir hükümet var, buna rağmen ülkelerine dönmemekte ısrar eden bir Suriyeli mülteci yapısı söz konusu.
Bunun yanında özellikle Afgan meselesine atıf yapmak lazım, 2000 kilometre mesafeden getirilip sınırımıza bırakılan,
sınırımızdan rahatça elini kolunu sallayarak geçen, turizm firmalarına bağlı otobüslerle, TIR'larla Türkiye'nin
metropollerine gelen ve buralardan yaşama dağılan, sayısını ve suç geçmişini bilmediğimiz bir yapı var. “Suç geçmişini
bilmediğimiz” sözcüğünü özellikle kullanıyorum, çünkü sözü edilen Suriye ve Irak coğrafyası tarihin en kanlı savaşlarına
konu edilmiş ve ithal cihatçı savaşçıların rol aldığı, insanların öldürülüp ciğerlerinin yenildiği bir savaş düzeninden söz
ediyoruz. Bunların hepsi yaşandı ve bunlardan kaçının yasal veya yasal olmayan yollarla Türkiye'ye girdiğini bilmiyoruz.
Şimdi, bütün bu toplumun Türkiye'nin metropollerinde yarattığı tahribat orta yerde. İstanbul'a geldiğinizde Fatih'te başka, Esenyurt'ta başka, Zeytinburnu'nda başka bir gerçekle karşı karşıyasınız. Beyoğlu'nun durumu ortada. Bu tabloyu görmezden gelmek mümkün değil, çünkü bugün olduğundan çok daha ağır bir tablo Türkiye'yi beklemektedir. Avrupa Birliği diyor ki; “Ben size para verdim ve bu parayla bu mültecileri kendi sınırlarınızda tutacaksınız ve Türkiye dışına gönderilmelerine izin vermeyeceksiniz. Bu parayı alan AKP hükümeti, AKP hükümeti de gündeme göre bir gün “mültecileri göndereceğiz” diyor, bir gün de “Onlar bizim kardeşlerimizdir, burada kalmaya devam edecekler” diyor. O halde soru basit; sınırımızdaki bir kargaşadan öte, 2000 Kilometre uzaktan (Afganistan) eğer birileri gelip bizim ülkemize elini kolunu sallayarak girebiliyor ise bu ancak yapılan gizli anlaşmalarla mümkün olabilir. “Bu mülteci görüntüleri Türkiye'nin görüntüleri değildir” laflarına hiç kimse inanmıyor, çünkü hem sınırlarımızdan giren kaçakları, hem metropollere dağılanları sosyal medya çekimleri üzerinden hepimiz biliyoruz.
EĞER BU “İNSAN HAKKI” İSE AB BU İNSANLARIN KENDİ SINIRLARINDAN GİRMESİNE NEDEN ŞİDDETLE KARŞI
ÇIKIYOR?
Yaptıkları anlaşmalarla aldıkları paralar nedeniyle bu kontrolsüz, sınırsız mülteci girişine izin veren bir AKP var, bu çerçevede ortaya çıkmış bir demografik işgal var ve bütün bunları bize “insan hakkı” diye anlatmaya çalışan da çevreler var. O halde soralım; eğer bu yasal hak ise Avrupa Birliği bu insanların kendi sınırlarından içeri girmesine neden şiddetle karşı çıkmakta ve hiçbir şekilde mülteci kabul etmemektedir? Bu insan hakkı değerlendirmesini sadece Türkiye mi yapacak?
İnsan hakkı denilerek yapılmaya çalışılan şey şudur; Avrupa Birliği'nin fonladığı medya organları bütün bunları bize son derece olağanmış gibi anlatmaktadır, oysa şu çok açıktır ki Türkiye'nin sadece bugünü değil, özellikle geleceği gerçekten çok büyük bir tehlike altında bırakılmaktadır. Dolayısıyla, bütün bunları doğru şekilde ele alan bir göç ve mülteci politikasına ihtiyaç vardır. Bunun da 3 boyutu olmak zorundadır;
1-Burada herhangi bir çatışmaya meydan vermeksizin bu ülkede yaşayan herkesin barış içinde yaşayabileceği bir ortamı oluşturmak ve bir iç çatışma görüntüsüne izin vermemek,
2- Eş zamanlı olarak özellikle Suriye hükümetiyle yapılan anlaşmalar çerçevesinde bu insanların özgür bir şekilde, barış içerisinde, güvenliklerinin sağlanarak kendi ülkelerine geri dönmelerinin sağlanması.
ZAMAN TÜRKİYE AÇISINDAN ÇOK KRİTİK BİR NOKTADA
3- Türkiye coğrafyasına tümüyle yabancı, bizim ortak kaderimizin belirlediği coğrafyanın tümüyle dışında olan Afgan mültecilerin Türkiye'ye girişine yönelik legal, illegal uygulamalara da derhal son vermek gerekmektedir. Bir süre sonra Türkiye bunu başaramayacak noktaya gelir, zaman Türkiye açısından son derece kritik bir noktadadır, burada iktidarının, muhalefetinin tüm bileşenlerin birlikte davranma zorunluluğu vardır. Davranmanın yolu da ‘otobüslere bindirip göndereceğiz'den öte uluslararası anlaşmalarla, Türkiye'nin bir çağdaş egemen ülke olmasından kaynaklanan onurlu duruşunu Avrupalılara da kabul ettiren, buna aykırı olan anlaşmaları da derhal iptal ettiren bir bakışa Türkiye'nin mutlaka ihtiyacı vardır.
Konuştuğum Suriyeliler seçimde en az 500-600 bin Suriyelinin oy verdiğini tahmin ediyor, bu rakamın 1.5 milyon olduğu da söyleniyor, bu kadar çok Suriyeli vatandaş yapılmışsa ve oy alıyorlarsa iktidar Suriyelileri de göndermeye yanaşır mı?
Türkiye'deki toplam mülteci sayısının iyimser rakamlara göre 7-8 milyon civarında olduğunu kabul edelim. Bunu yalanlayanlar aslında kendilerini yalanlıyorlar, birinci söyleyeceğimiz bu. İkinci söyleyeceğimiz; burada mülk satın alan yabancılara vatandaşlık verilmesi sonrasında Türkiye'ye belki de hiç gelmemiş, yurt dışındaki büyükelçiliklerde “satın aldığı mülk” çerçevesinde kazandığı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliğiyle oy kullanan, bizim kültürümüze tümüyle yabancı, Türkçe konuşamayan, Türkiye'ye ilişkin herhangi bir iz taşımayan kişilerin oy kullanabiliyor olması “iktidarlarını sürdürme uğruna” bu memlekete yapılan en büyük ihanettir.
Peki, şöyle söyleyelim, bazı ülkelerde mülk aldığınız zaman vatandaşlık kazandırma sistemi olabiliyor ama Türkiye'deki kadar ucuz, özellikle kur ve enflasyon düzlemi sonrasında iyice ucuzlatılmış memlekette bu işler Türkiye'nin siyasi, kültürel, demografik kodlarını değiştirecek boyuta geldiyse buna biz “AKP'nin uygulaması” ve kazanılmış hak olarak bakabilir miyiz?
Hayır, Türkiye'nin egemenliğini ve geleceğini korumak her şeyden önemlidir. Dolayısıyla egemenlik haklarımıza aykırı ve sadece siyasi düşüncelerle iktidarlarını korumak amacıyla yapılan vatandaşlıkların da gözden geçirilebileceği bir hukuk sisteminin var olduğuna yürekten inanıyorum, bunların tamamının araştırması yapılır, hak eden ve etmeyen ayrılır. Bu vatandaşları alırsınız, Türk diline sahip olup olmadıklarını görürsünüz, Türkiye'de yasal olarak çalışıp çalışmadıklarına, vergi verip vermediklerine bakarsınız, eğer bütün bu veriler yoksa demek Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre kazanılmış bir vatandaşlıktan değil, gasp edilmiş bir vatandaşlıktan söz etmek gerekir. Bu doğrultuda elbette işlem nasıl kurulduysa, hukuk ilkeleri uyarınca o şekilde de ortadan kaldırılabilir. Biz, AKP'nin kendi iktidarını korumak ve devam ettirmek için Türkiye'ye kurduğu tuzakları kabul etmek zorunda değiliz.
BAZI ÜLKELERDE HUKUK VARMIŞ GİBİ GÖRÜNÜR AMA OTOKRATİK YAPILANMALARDA HUKUK YOKTUR!
Sayın Günaydın, siz hukukçusunuz ve bu vatandaşlıklar geri alınabilir diyorsunuz ama hiç kimsenin başvuracağı bir merci yok artık, bu konuda muhalefetin nasıl bir gücü var, ne yapacak?
Bakın, Türkiye'de bugün kast ettiğiniz Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay'ın üstünde olduğu iç hukuk düzeni ise burada neredeyse yok hükmünde olacak bir şekilde önemli ölçüde bir yozlaşmanın olduğunun ben de farkındayım, elbette bunu kabul ederiz. Bazı ülkelerde hukuk varmış gibi görünür, oysa otokratik yapılanmalar altında burada bir hukuk yoktur. O halde ben ne yapacağım, ben mahalleme, sokağıma sahip çıkacağım, siyasetime, Meclis'ime sahip çıkacağım, yani sokağa gerekirse çıkacağım ve bütün bu örgütlenme tarzımı AKP'nin karşı örgütlenmesini yıkacak ve yerine Türkiye'nin asıl unsurlarının egemen olabileceği bir örgütlenme tarzını sokağa, mahalleye, fabrikaya indirebilecek bir siyaset tarzını izleyeceğim ya da seçimden seçime oy kullanıp kazanmayı bekleyeceğiz. Ayrıca AKP'nin atadığı Yüksek Seçim Kurulu'ndan, Anayasa Mahkemesi'nden yarar bekleyeceğiz. Bunun Türkiye'de çok işlemediğini gördük, dolayısıyla yeniden siyasete ağırlık vermek ve siyaseti de bilinen kalıpların dışına taşıyarak gerçekten yaşamın tüm kanallarında yeniden örgütlenen, dayanışmayı açığa çıkartan bir anlayışa ihtiyaç var.
Zaten mahallelerde insanlar Suriyelilerin yaptıklarına tepkisini gösteriyor, yaralanmaların olduğu kavgalar izliyoruz. Meclis'e sahip çıkalım diyorsunuz ama çoğunluk Cumhur İttifakı'nın elinde ve muhalefete izin verilmiyor. Nasıl sahip çıkacaksınız?
İlginç olan şu; Kocaeli'nde gösteri yürüyüşü yapanların ya da başka bir yerde mülteci sorunu nedeniyle tepki gösterenlerin acaba yüzde kaçı AKP'ye oy vermiştir? Bu soru siyasetin son derece can alıcı bir sorusudur. Yani, biz yaşadıklarımızı bilince çıkartabildik mi ya da yurttaşın yaşadıklarını bilince çıkartabileceği bir siyaset tarzı izleyebildik mi?
Kocaeli Dilovası'ndaki oy oranlarına bakarsanız tepki gösterenlerin çoğunun AKP'ye oy verenler olduğunu görürsünüz. Sadece mülteci konusunda değil, Türkiye'de ekonomiyi, iç barışı bu hale getirenler aynı zamanda bu süreçten ezilen yurttaşlardan oy alıyorlar, soruyu bu halde sormalıyız. AKP öyle bir gri politika izliyor ki adeta AKP'nin yaptıklarının en büyük muhalifi Recep Tayyip Erdoğan oluyor ve bunun üzerinden yurttaşı ikna edebiliyor. Sorun; siz tam tersine mülteci sorununun kaynağının AKP olduğunu, iktisadi sorunların kaynağının AKP olduğunu farklı bir dille yurttaşa anlatabilen ve onu yanınıza katabilen bir siyaset tarzını neden yapamıyorsunuz?
Her zaman söylemişimdir, sokaktaki adamın iyiliğini kötülüğünü tartışmanın hiçbir anlamı yoktur, onu yanınıza çekip çekememe meselesinin, bu kalitede siyaset üretip üretememe meselesinin bir anlamı vardır. Sorunuza gelecek olursam; Meclis'te çoğunluk onlarda, yargı da onlar da, polis, jandarma da onlarda olduğunu söylersek geriye yapacak bir şey kalmamıştır, Türkiye'nin bütün demokrasi güçleri teslim bayrağını çeksin. Bunu kabul edemeyeceğimize göre geriye kalan üst yapı kurumlarına bağlı, onlardan medet uman bir anlayıştan derhal çıkarak Türkiye'de siyaseti yeniden dizayn etmek ve dizayn ederken de AKP politikaları nedeniyle gelecekleri çalınan ama AKP'ye oy vermeye devam eden milyonlarca insanı; işçiyi, köylüyü, beyaz yakalıyı, işsizi “yaşadığının farkına varacak” bir siyasi atmosferi yaratabilmek.
BAŞTA CHP OLMAK ÜZERE TÜM MUHALEFETİN YEREL SEÇİMLERDE AYAĞA KALMASI GEREKİR!
Belirttiğiniz gibi iktidar kendi yaptıklarını muhalefet partilerinin üzerine yıkmayı başarıyor. Yerel seçimlerde de bunu sürdürürse ne olacak?
AKP 21 yıldır iktidarda ve 21 yıldır da benzer şeyleri yapıyorlar. Önümüzde bir yerel seçim var, başta Cumhuriyet Halk Partisi olmak üzere tüm muhalefetin ayağa kalkması ve bu yerel seçim sürecinde elindeki belediyeleri yalnızca korumakla kalmayıp sayısını arttırması gerekir. Bu, Türkiye'de demokrasinin varlığı açısından son derece kritik. Şüphesiz diğer partiler hakkında çok fazla şey söyleme yetkisini kendimde görmem, şık da bulmam ama kendi partim açısından söyleyebileceğim şeyler vardır.
Şu anda öyle görünüyor ki Millet İttifakı tamamen dağılmış durumda, Ali Babacan Meclis'e CHP listelerinden giren 39 milletvekili için bile “Kimseye borcumuz yok” dedi. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 1994 yerel seçimlerini hatırlatmasından sonra “yerel seçimde işbirliği olabilir” açıklaması yaptılar. CHP tek başına seçime girerse illeri kazanabilir mi?
Millet İttifakı'nın bugün içinde bulunduğu duruma ilişkin saptamalarınızı genişletmemiz lazım. Öncelikle ifade edeyim ki “CHP'nin yüzde 25 oyunun içerisinde bizim yüzde 7-8 oyumuz var” laflarını yüreğim kan ağlayarak dinledim, herhalde parti yönetimi buna yönelik bir cevap verecektir. “Bu milletvekilleri anamızın ak sütü gibi helaldir” diyen birinin yüzde kaç oy aldığını görmek gerekir. Örneğin; Gelecek, Deva, Saadet partileri kendilerine teklif edildiği halde milletvekilliği seçiminde neden ayrı bir ittifakla kendi oylarını almadılar? Eğer yüzde 7-8 oyları var idiyse keşke bu teklife evet deselerdi ve bu oyu almalarını hep beraber görseydik.
Onların bunu yapmasını sağlamak yerine kendi listelerinden aday göstererek CHP de hata yapmadı mı? Onlarıayrı ittifak için, HDP'yi de “CHP'yi destekliyoruz” açıklamalarını kendilerine saklamaları için zorlayamaz mıydı?
Şüphesiz hata yaptı, ben yalnızca o partileri demiyorum, oluşturulan mimariye yönelik eleştirimi ortaya koyuyorum ama şunu kabul etmeliyiz; Cumhuriyet Halk Partisi bu partilere “Siz kendi ittifakınızı kurun” dedi ve bunda ısrar etti. Onların bunu kabul etmemesi durumunda dönüp onlarla birlikte ittifak yaptı.
Madem ki oyları düşüktü, ittifak şart mıydı?
Cumhuriyet Halk Partisi bu ittifakı yaptığı zaman o partilerin gerçek oylarını siyaset biliminin verdiği olanaklarla ölçmek ve katkıları oranında onlara milletvekili sayısı vermek doğru idi, bunun çok ötesinde milletvekili sayısı verilmişken şimdi vefa duygusundan çok uzak olan bu açıklamaları bütün Cumhuriyet Halk Partililer gibi ben de çok üzülerek izliyorum. Burada o 39 milletvekili yerine hayatı boyunca bu memleketin taşına toprağına alın terini dökmüş ama sıralamaya girememiş arkadaşlarımızın hakları var. Dolayısıyla, birinci olarak bunu saptayalım. 39 milletvekili konusunda CHP Türkiye'ye karşı da sorumlu değil mi, şimdi istedikleri partiye destek verebilirler. Hiç kuşkusuz, bu ikisi birbiriyle çelişen şeyler değil. Çünkü orada CHP kökenli arkadaşlarımız milletvekili olmuş olsalardı CHP'nin politikaları doğrultusunda davranacaklardı. Bizim ifade etmeye çalıştığımız şey kişisel haklardan ibaret değil. O
kişisel durumların Türkiye'de yaratacağı etkiden bahsediyorum. Bu üç parti grup kurabilseler muhalefetin yararlanabileceği olanaklar artacak, üstelik bir tane değil, iki tane bile grup kurabilme durumları var ama grupta bile anlaşamıyorlar, bu doğru bir tutum olabilir mi? Siz kendi parti yararınızı düşünüyorsunuz ve bunu düşünürken muhalefetin Meclis'teki toplam varlığından ve onun temsiliyet biçimini çok da önemsemiyorsunuz, bu kabul edilir bir şey değil.
“En demokrat parti biziz” diyen bir partinin içinde bu kararları örgütün vermesi gerekmez mi, sizin gibi düşünen çok kişi var ama 39-40 milletvekili kararı farklı çıkabiliyor?
Bu kararlar Parti Meclisi ve MYK'da veriliyor, o halde dönüp MYK'nın ve Parti Meclisi'nin nasıl oluşturulduğuna yeniden dikkat çekmek lazım, bu da CHP'de yaşanan demokrasi açığına işaret eder. Biz şunu söyleriz; CHP'deki demokrasi açığını eleştiren bir AKP'li gülünç duruma düşer, çünkü CHP'deki demokrasinin varlığı AKP ile kıyaslanmayacak kadar yukardadır ama bu hala CHP'de önemli bir demokrasi açığının varlığından söz etmemizi engellemez.
Kısaca ifade edeyim; Kurultayda Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanı çarşaf liste der ama bir anahtar liste çıkarır ve o anahtar listeye yazılanlar Parti Meclisi üyesi olur. Anahtar listede olmadığı halde listeyi delebilen insan sayısı çok azdır kiben onlardan biriyim, 2018 ve 2020'de listede olmadığım halde kurultay delegelerinin oylarıyla listeyi delerek girdim.
DELEGELER TARAFINDAN PM ÜYESİ SEÇİLİRSENİZ ÖZGÜRCE KONUŞABİLİYORSUNUZ!
Böyle olduğunuz zaman özgürce kendinizi ifade ediyorsunuz, çünkü diyorsunuz ki “Ben bu oyu CHP'nin 1300-1400 delegesinden aldım, onları en iyi şekilde temsil etmeliyim.” Genel başkanın listesinden girdiğiniz zaman ne oluyor; arkadaşlarımı tenzih ederim -elbette son derece iyi niyetle ve doğru şekilde siyaset yapmaya çalışan çok sayıda arkadaşımız vardır- CHP'de bir beklenti siyaseti oluşturuluyor, Parti Meclisi'ne girmek ve orada uyumlu olmak milletvekili olmanın bir yolu olarak gösteriliyor. Böyle olduğu zaman da bu kararlara itiraz edebilen, çıkıp orada konuşma yapabilen, açık oylamayı gizli oylamaya çekebilen hiç kimse olmuyor.
Çok önemli bir şey söyleyeceğim; geçen dönemde CHP tüzüğüne göre eğer 13 kişi yapılacak oylamanın kapalı oylamaya çevrilmesi için elini kaldırabilirse, o oylama açık oylamadan gizli oylamaya çevriliyordu. Biz 2018-2020 döneminde 13 arkadaş çok sayıda oylamayı gizli oylamaya çevirebildik. Gizli oylamalarda, Genel Merkez tarafından getirilen teklifler 40-45 kişinin oyuyla reddedildi. Bu neyi gösteriyordu; demek ki açık oylamada el kaldıran 13 kişi var ama gizli oylamaya çevrildiğinde 40 küsur kişi var, bu Parti Meclisi'nin çalışma biçimi hakkında bize yeterince işaret veriyor.
İkincisi; MYK'nın seçilmesi. Genel Başkan, kurultayda anahtar listeyle seçtirdiği PM üyeleri içinden dilediklerini MYK üyesi yapıyor. Onları da arzu ederse kendisi geri gönderiyor. Trafik bu iken, ideal olan ne olmalı; kurultayda anahtar liste olmamalı, genel başkanın beraber çalışmayı arzu ettiği ihtisas sahibi kişiler arasından belki bir 10 kişilik kontenjan olmalı, geriye kalan tüm PM üyeleri kurultayın açık iradesiyle seçilmeli ve onların içinden de MYK'da yine genel başkanın bu kez daha da daraltılmış, 3-4 kişilik kontenjanı dışındakileri kendisi oylayarak seçmeli. Bunlar yapılırsa parti demokratik bir işleyişe kavuşur, siyasetçiler kendi ayaklarının üzerine basarak siyaset yaparlar. Bunu yapmayıp da genel başkanın işaretiyle parti meclisine ve MYK'ya seçilirseniz geriye şu kalıyor; ne kadar uyumlu olursanız siyasetiniz o kadar uzun ömürlü olur. Dolayısıyla itiraz eden insan sayısı azalır, bu yapıyı yıllardır eleştiriyorum. Söylemeye çalıştığım şey; çağdaş bir sosyal demokrat partinin demokratik bir işleyiş tarzına kavuşmasıdır. Bu yalnızca parti içi demokrasi anlamına gelmez, aynı zamanda ülkenin içinde bulunduğu koşullara müdahale edebilmek için parti politikalarının dizayn edilebilmesinde yerelden aldığı gücü ve yerelden aldığı işareti Genel Merkez'e taşıyan dirayetli politikacı tipini de doğurur, arzu ettiğimiz sistem budur.
Listeyi delenleri seçen kurultay, nasıl oluyor da genel başkanın işaret ettiği kişileri PM üyesi olarak seçiyor, orada neden özgür davranamıyor?
Kurultay, Genel Başkan'ı 1200'e yakın oyla seçti, bu ne demektir; Genel Başkan'ı yüzde 95'e yakın bir oyla seçti. “Biz Cumhuriyet Halk Partisi'nin Kemal Kılıçdaroğlu tarafından yönetilmesini doğru buluyoruz” dedi delege. Ama aynı zamanda dedi ki “Sizin gösterdiğiniz anahtar listeyi oyluyoruz ama onların içerisinden 5 arkadaşımızın daha içeriye girmesini istiyoruz”. Bunlar birbiriyle çelişir şeyler değil. Ama mekanizmayı şöyle kurarsanız; mekanizmayı anahtar liste kullanmanın dışına taşırsanız, anahtar listeyi tüzükle yasaklarsanız, kurultay delegesi “genel başkanı kırmayayım” diye oy kullanmaktan vazgeçer, parti için en yararlı kimdir, toplumun beklentilerine en uygun kimdir diye aramaya başlar.
KILIÇDAROĞLU, BAYKAL'IN DELEGELERİYLE SEÇİLMİŞTİR, CHP DELEGESİ “ASKER DELEGE” DEĞİLDİR!
Şu anda büyük bir çoğunluk “genel başkanlar kurultay delegelerini seçiyor, onlar da tekrar aynı genel başkanı seçiyor” görüşünde. Yanılıyorlar mı?
Burada biraz daha ihtiyatlı olmakta fayda var. Deniz Baykal'ın delegeleriyle Kemal Kılıçdaroğlu seçilmiştir, CHP delegesi asker delege değildir. Olağanüstü kurultay olursa mevcut delegasyon ile genel başkan seçimi yapılacaktır, olağan kurultaya gidersek o takdirde mahalle seçimleri sonucunda oluşan delegasyon CHP genel başkanını seçecektir. CHP delegasyonu her zaman “partiyi en iyi kim taşır” tartışmasını yapar. Olağanüstü kurultay için yeterli başvuru olmaz ise Parti Meclisi olağan kurultay için süreci başlatmıştır, il-ilçe kongreleri ve arkasından kurultay yapılacaktır.
EKMELETTİN İHSANOĞLU ADAY OLDUĞUNDA CHP SEÇMENİNİN ÖNEMLİ BÖLÜMÜ ONA OY VERMEDİ!
Tekrar o soruya dönelim, Millet İttifakı dağılmış olduğuna göre, diyelim ki CHP yerel seçimlere tek başına gitti, sonuç ne olur?
Siyaset hem akılla, hem yürekle birlikte yapılır, duygudan arınmış bir siyaseti çok soğuk bulurum ama siyasette matematiği de unutmamak lazım. CHP'nin kazandığı ve şu anda başkanlarıyla yönetilen belediyelerin önemli bir bölümünde CHP dışındaki seçmenin de önemli katkısı vardır. İki tartışmayı bir arada yürütelim; birincisi; HDP dedi ki “Her yerde aday çıkaracağım”, HDP'nin bunu söylemesi “CHP'ye seçim kazandırmayacağım” anlamını da taşıyabilir, kuşkusuz partilerin kurumsal kararlarına hepimiz saygı duymak zorundayız. Soru tam da burada düğümlenir; hangi partinin seçmeni “kendi aklı ve yüreği başka bir yol gösteriyor iken” genel merkezinin işareti doğrultusunda davranır.
Örneğin; Ekmelettin İhsanoğlu aday gösterildiğinde CHP seçmeninin önemli bir bölümü ona oy vermeyerek reaksiyonunu gösterdi. Benzer bir şekilde “Ben başka bir aday çıkartacağım” deyip seçimlere giren, yüzde 3-4'ten fazla oy alamayacağı belli olan partinin hedefinin “CHP'li belediye başkanına seçim kaybettirme” olduğunu bilen seçmen, alternatifin “AKP'li belediye başkanı olduğunu” görürse genel merkezi doğrultusunda mı oy kullanır, yoksa yerel seçimlerde sıkça görüldüğü gibi beğendiği belediye başkanına mı oy verir?
YEREL SEÇİMLER İÇİN RASYONEL BİR İŞBİRLİĞİ İÇİN FIRSAT PENCERESİNİ ARALAMAK GEREKİR!
Seçimlere daha 9 ay var, bugünkü yapılan açıklamaları ihtiyatla dinlemek, duygusal tepki vermemek ve rasyonel bir işbirliği temeli için fırsat penceresini aralamak, kollamak ve kullanmak gerekir diye düşünüyorum. Başka bir deyişle “kaybet, kaybet” anlayışı kimseye yaramaz, bunu birlikte “kazan, kazan” anlayışına döndürmeliyiz, 2019'da bunu yaptık, 2023'te de her türlü zorluğa rağmen, AKP'nin bu alanda uyguladığı devlet politikasının varlığına rağmen bunu başarabileceğimizi düşünüyorum. Hep beraber yaşayacağız ve göreceğiz.
BEL ALTI VURUŞLARLA SİYASET KİMSEYE YAKIŞMAZ!
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu için “CHP genel başkan olmak istiyor, belediye başkan adayı olmayabilir” diyenler var, Kasım'da duruşması yapılacak davaları var, (bu arada konuştuğum bazı kişiler “genel başkan adaylığı için sizin de adınızın geçtiğini” söylediler), acaba Ekrem İmamoğlu nasıl bir karar verecek, hukukçu gözüyle ne yapması gerekir?
Kişilere ilişkin sözleri kişilere yöneltmek daha doğru olur anacak ben yıllar boyunca nasıl Sayın Genel Başkanımızı, Kemal Kılıçdaroğlu'nu tanıyor isem Ekrem İmamoğlu'nu da tanıyorum. Cumhuriyet Halk Partisi'nde seçimle Beylikdüzü ilçe başkanı oldu, ön seçimle Beylikdüzü'nde belediye başkan adayı oldu, sonra orada AKP'li bir belediyeden ilçe belediyesini kazandı, sonra Büyükşehir Belediyesi'ne CHP üzerinden aday gösterildi ve bu seçimi de kazanarak Büyükşehir Belediye Başkanı oldu. Ekrem İmamoğlu'nun belirli görüşlerine katılmayabilirsiniz ama siyaseti bel altı vuruşlarla yapmaya çalışmak bir Cumhuriyet Halk Partiliye yakışmaz, kimseye yakışmaz. Ekrem İmamoğlu CHP'nin öz evladıdır, mücadelesini çabasını CHP içerisinde yapmaya devam edecektir. Ben onun adına konuşmaya yetkili değilim ama onu uzun yıllardır tanıyorum, Sayın Kılıçdaroğlunu'da uzun yıllardır tanıyorum, ne yapacaklarını, ne yapmayacaklarını bilirim, yanlış bir şey yaptıklarında ya da benim doğrularıma uygun bir şey yapmadıkları zaman fikrimi kendilerine açıkça söylerim ama birbirimize haksızlık yaparak, bel altı vuruşlarla siyaset yapmanın kimseye yakışmadığını ifade etmek isterim.
İMAMOĞLU'NA AÇILMIŞ DAVALAR VARSA BAŞKA ARKADAŞLARIMIZA DA AÇILABİLECEK DAVALAR VAR!
Aralık 2022'de Ekrem İmamoğlu ilk derece mahkemesinde siyasi yasak aldı, bu hiç şüphesiz bir kumpas davasıydı. Şu anda istinaf aşamasında, adli tatile girmek üzereyiz, adli tatil 1 Eylül'de sona erecek, o tarihten sonra da istinaf ve temyiz aşamasına bakacağız. İstinaf aşamasında bozulabilir ve ilk derece mahkemesine geri dönebilir, ya da bu istinaf aşamasında onanır ve temyize gidebilir. Şimdi ne yapacağız; Ekrem İmamoğlu hakkında bir dava var, bu dava adalete ve hukuka sığmaz ama böyle bir dava varsa bir yere aday olamaz deyip bunun arkasına mı sığınacağız? Sayın Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu 14 Mayıs 2023'ten bu yana milletvekili değil ve dokunulmazlığı yok, hakkında dünya kadar fezleke var. CHP Genel Başkanı'na bu adamlar fezleke düzenleyip, soruşturma açıp, bunu davaya dönüştürüp siyasi yasaklılık getirirlerse ne diyeceğiz? “Kemal Kılıçdaroğlu'na siyasi yasak getirdiler, o halde sıkıntı var, aday olmasın” mı diyeceğiz? Bu tür kumpas davalarına dayanışma içerisinde karşı çıkmak, siyasetle karşı çıkmak, hukuki mücadeleyi yapmak ve bu arkadaşlarımızı yalnız bırakmamak zorundayız, bu bize yakışan tavırdır.
Dolayısıyla “Ekrem İmamoğlu'nun davaları var” lafı, davaları olan başka arkadaşlarımızın olduğunu, başka arkadaşlarımıza da davalar açılabileceğini hatırlatmakla karşılanmış olsun izin verirseniz.
Sayın İmamoğlu, genel başkan olamazsa partiden mi ayrılır, yoksa tekrar İBB Başkan adayı olur mu?
Ekrem İmamoğlu, İstanbul'un Kurtuluş Günü'nde yaptığı konuşmada kendisine ceket aramadığını açıkça ifade etti, defalarca da söylüyor; “Ben dünyanın en önemli metropollerinden birinin belediye başkanıyım, en demokrat ve en başarılı olmak için de gayret ediyorum”. Peki, bunu söylemesi “CHP'de bir değişim olmak zorundadır” lafına engel midir? Kesinlikle engel değildir, çünkü şunu ifade ediyor; CHP'de bir değişim olmazsa, bu seçim yenilgisinin toplu muhasebesini yapmaz isek bu önümüzde bir seçim yenilgisini bize getirir. Dolayısıyla bunu “mış gibi” yaparak değil, MYK üyelerini değiştirerek değil, toplumun önünde bir özeleştiri sürecini samimi, şeffaf bir şekilde yürütmeliyiz ve olağan kurultay süreçlerine bu işi terk etmeliyiz.
Olağan kurultay sürecinde elbette delegeler aday gösterirse, kendisi de arzu ederse genel başkan adayı olabilir. Bu başka bir arkadaşımızın genel başkan adayı olamayacağını mı gösterir? Yani bu parti Ekrem İmamoğlu ve Kemal Kılıçdaroğlu'ndan ibaret değilse o halde genel başkanlık tartışmasını isimler üzerine daraltmaktan vazgeçmeli, bunu bir ideoloji, partinin demokratikleşmesi, bir kadro yenilenmesi esası üzerinden konuşmaya başlamalıyız. Ekrem İmamoğlu Kasım ayında yapılacak CHP Olağan Kurultayı'nda genel başkanlığa aday olabilir, her CHP'li gibi onun da buna hakkı var ama kuşkusuz, buraya aday olduğunda İstanbul ne olacak sorusu ortadadır ve buna ilişkin bir yanıt verilecektir.
Gökhan Günaydın Kimdir?
Gökhan Günaydın Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunudur.
Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde (TODAİE) kamu yönetimi yüksek lisansı, Mülkiye'de Siyaset Bilimi doktorası yaptı. Makro Ekonomi Doçentidir.
Abant İzzet Baysal Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi'nde hukuk ve iktisat dersleri verdi.
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Genel Başkanlığı görevini yaptı. Cumhuriyet Halk Partisi'nde Parti Meclisi üyeliği, Genel Sekreter Yardımcılığı ve Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu.
2011-2015 döneminde Ankara milletvekilliği yapan Günaydın, 14 Mayıs 2023 tarihinde İstanbul milletvekili olarak seçilmiş olup, Grup Başkanvekili görevini sürdürmektedir.
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları