loading
close
SON DAKİKALAR

'Kenan Evren, Atatürk'ü azıcık anlasaydı, ülkenin evlatları FETÖ'ye teslim edilmezdi'

'Kenan Evren, Atatürk'ü azıcık anlasaydı, ülkenin evlatları FETÖ'ye teslim edilmezdi'
Tarih: 11.08.2017 - 19:58
Kategori: Söyleşi

Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, 12 Eylül 1980 darbesinde TSK'da yüzbaşı rütbesi ile henüz genç bir subaydı. Kenan Evren'in 1982 Anayasası'na 'Hayır' oyu veren azınlık içinde yer aldı.

Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, Hürriyet Gazetesinden Tolgun Atilla ile “Vesayet Savaşları / İleri Demokrasi Hayalinden Darbe Gerçeğine” adlı kitabını konuştu...

Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, 12 Eylül 1980 darbesinde TSK'da yüzbaşı rütbesi ile henüz genç bir subaydı. Kenan Evren'in 1982 Anayasası'na "Hayır" oyu veren azınlık içinde yer aldı. 2011'de Harp Akademileri Kurmay Başkanı görevindeyken Balyoz kumpasıyla tutuklandı, emekli edildi. 3,5 yıl cezaevinde kaldı. 15 Temmuz'da ise FETÖ'cü darbecilere karşı, darbe girişimini önlemeye çalışanlarla aynı saftaydı. Ahmet Yavuz, “Vesayet Savaşları / İleri Demokrasi Hayalinden Darbe Gerçeğine” adında bir kitaba imza attı. Ahmet Yavuz, Kırmızı Kedi yayınlarından çıkan yeni kitabında, Türk tarihinden örnekler vererek Cumhuriyet ve sonraki süreçte ordu-siyaset ilişkilerini inceledi, 2017 Türkiye'sinde "vesayet savaşlarında" gelinen son noktaya parmak bastı. Yavuz, kitabında TSK içine yerleşen ve kendilerini gizlemek konusunda son derece hünerli olan FETÖ'cülerle ilgili çarpıcı bilgilere de yer verdi.

Kitabınızda, askeri vesayetin temellerinin atıldığı tarih olarak 27 Mayıs'ı gösteriyorsunuz. Askeri vesayetin Türkiye'deki süreci ile ilgili kronoloji yapıyorsunuz. Sizin değerlendirmenize göre 27 Mayıs'ta başlayan "askeri vesayet" en üst noktasına ne zaman ulaştı, hâlâ mevcut mu?

“Askeri vesayeti inşa etme süreci 27 Mayıs'ta başladı. 12 Mart'ta önemli bir zıplama yaptı. 12 Eylül 1980 darbesi ise en önemli köşe taşlarından birisiydi. 12 Eylül, askeri vesayetin en üst noktasına ulaştığı dönemdir. Ancak psikolojik etkileri bakımından 28 Şubat'ı da dikkate alabiliriz. Onun için tarihsel bir derinlik içinde konuyu ele almayı uygun buldum. Osmanlı’nın III. Selim'den itibaren modernleşme tarihini doğru bir yere oturtmak gerekir. Devleti ayakta tutmanın yolu olarak ordunun modernizasyonu merkeze konmuştur. Bu sayede Osmanlı devletinin ömrünü uzatmıştır. Aynı Ordu, önce ülkeyi işgalden kurtarmış, ardından da Cumhuriyeti kurmuştur. Askeri vesayeti bu tarihsel olgu içinde ele almalı ve sadece demokrasi karşıtlığı olarak algılamamalıyız. Çünkü asker millet kavramı vardır. Bu millet askerini sever ve ona güvenir. Bu olguyu bir kenara iterek davranamayız. Geleneksel ve psikolojik boyutları da olan bir kavramla karşı karşıyayız. Nesnel bir gözle incelemeye çalıştım.”


28 Şubat'ı biraz açalım. Kitabınızda, 28 Şubat'ın amaçlarından saptığına vurgu yapıyor, "darbe" olmaktan ziyade "siyasete karışma" olarak nitelendiriyorsunuz. Bunu açarmısınız ?

“O noktada bir sorun var. 28 Şubat'ta yola çıkış maksadı ile gelinen nokta arasında farlılıklar var. Kullanılan araçlar açısından doğru olmayan bir noktaya varma var. Yapılan yanlışın mihenk taşı ordunun siyasete karışmış olmasıdır. Ordu içinde oluştuğu saptanan irticai yapılanmaları engelleyecek sistemleri kurmak ve ordunun içerisinde hiyerarşi dışında emir alan yapıları tamamen temizlemekle sınırlı kalmalıydı. Biraz amacını aştı. Asker bir anlamda siyasete karışmış oldu. Ama benim ölçülerime göre bu bir darbe değildi. Çünkü siyasi kadrolar ve komutanlar MGK’da birlikte toplandılar. Ortak karar aldılar. Kararların altında dönemin Başbakanının, bütün bakanların imzası var. Sürecin sonunda, önce Başbakan istifa etti sonra Cumhurbaşkanı bu istifayı kabul etti. Ancak burada askerin hiçbir rolü yoktur diyemeyiz. Rolü vardır. Bunu inkâr etmiyoruz. Ama asker darbe yaptı diye insanları yargılarsanız, bu da çok doğru bir yaklaşım olmaz. Bence ‘askerin siyasete karışması’ suçlaması yapılabilirdi. O da çok sınırlı sayıda kişi için geçerli olurdu. Bir elin parmakları kadar az sayıda… Oysa birçok subay yargılanıyor. Yanlış olduğunu düşünüyorum.”

Kitabınızda " 'askeri vesayet' ortadan kaldırılırken hileli yöntemlere başvuruldu" diyorsunuz. Bu yöntemler neydi ve sonuç ne oldu?

“Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk, Şemdinli, Kafes, Poyrazköy… Tüm bu davalarda bütün suçlamalar sahte belgelerle, sahte delillerle yapıldı. Bu hileli yöntemlerle askeri vesayete son verdiler. Türkiye'de demokrasinin ve hukuk devletinin temelleri zayıf… Bundan yararlandılar. Siyasi iktidar, tehdit kendisine uzanıncaya dek ordunun itibarsızlaştırılmasına seyirci kaldı ve destek verdi. Sonuç olarak subaylar korkutuldu. Bu itibarsızlaşmanın sonucu olarak TSK komuta heyeti, güvenlik konularındaki görüşlerini siyasi iktidarın dikkatine yeteri kadar sunamadı. Sunmuş olsa da dikkate alınmamışa benziyor. Eskiden siyasi iktidarlar ile ordu farklı istikametlere bakardı, şimdi de yapışık bir durum söz konusudur. İlki yanlıştı, ikincisi de yanlıştır. Ülkenin bekası için tehlikeli bir durum.”

Bir dönem siyasilerle el sıkışmaktan imtina eden, karşılama törenlerinde yer almaktan kaçınan komutan fotoğrafları görürdük. Şimdi ise askeri kıyafetleri ile camiye giden, bunu fotoğraflatan komutanlar görüyoruz. TSK'nın verdiği eski ve yeni bu fotoğrafları nasıl değerlendiriyorsunuz ?

"Önceki fotoğraf da yanlıştı, bu fotoğraflar da... El sıkmamak, yan yana gelmemek fotoğraf çektirmemek gibi insani olmayan hiçbir şeyi kabul etmememiz lazım. Bir kadının özelliği, başındaki örtüsü veya başka bir şey değildir. Onun ilk vasfı insan olmasıdır. Kadın olması ayrıca hiçbir nezaketsizliğe maruz bırakılmamasını gerektirir. En temel konu budur. Bugün gelinen noktada ise insanların neye inandığı veya inandığı gibi yaşamasından ziyade, siyasi iktidarın hoşuna gidecek şekilde topluma bir mesaj verildiğini gözlüyoruz. Yani insanlar gidip camide namaz kılamaz mı? Tabii ki kılar, çok da saygı duyarım. Ama oraya, resmi elbiseyle ve kuvvet komutanları hep beraber gidiliyor. Orada başka bir şey vardır. Komutan, bayram namazına gider, namazını askeriyle kışlasında kılar. Orada resmi elbise ile de namaz kılınır. Cenaze namazını resmi elbisesiyle kılar. Ancak asker dışarıda camiye gittiği zaman sivil elbiseyle gider. Asker, mecbur değilse hastaneye de, mahkemeye de, camiye de sivil elbise ile gider. Askeri etiğin birtakım temel kuralları vardır. Siz bunu bozamazsınız. Ben bu hareketleri böyle görüyorum. Yoksa insanlar gitsinler camide de cem evinde de ibadetlerini yapsınlar. Kimse engel olamaz buna. Öyle bir hakkı da yok. Ancak siz bunu gösterişe dönüştürürseniz, kendi taraftarlarınıza mesaj veriyorsanız; bu bir zorlama olur. Hiçbir zorlamada sonuna kadar gitmez. Yarın diyelim ki, kuvvet komutanlarından biri böyle bir konuyu reddetse ne olacak? Sizin çok sağlıklı bir komuta yapısına mı ihtiyacınız var, yoksa birilerinin hoşuna giden şeyleri yapanlara mı ihtiyacınız var? Bu tercihi yapacaksınız. Devletin kadrolarını, ‘benden’ ‘ondan’ ‘ötekinden’ diye nitelerseniz, uygun kurumlar kurup, işletemezsiniz. Uygun olmayan kurumlar da ülkeye refah, güvenlik, huzur ve hürriyet getirmez. 2009 yılı ya da 2010 olabilir. Gelibolu’da muhabere sahasını geziyoruz. Orda bir genç kız yanıma yanaştı, benimle fotoğraf çektirmek istediğini belirtti. Baktım, türbanlı. Bu gayet normal yaklaşımdı. O esnada başka bir genç kız daha geldi. O da başı açık. İkisinin de arasına girdim fotoğraf çektirdim. İkisi de benim milletimin ferdi. Benim birini önceleyip, diğerini ötelemem doğru tutum olmaz. Öncesinde yanlış yapılıyordu, şimdi de yanlış yapılıyor. Bu yanlışı biz yapıyoruz. Kendimi de eleştiriyorum bu konuda. Bunu yapmazsak, dün nasıl 15 Temmuz’u gördüysek yarın da başka felaketleri görebiliriz"

'Kenan Evren, Atatürk'ü azıcık anlasaydı, ülkenin evlatları FETÖ'ye teslim edilmezdi'

Nasıl bir felaketten bahsediyorsunuz ?

“Liyakatı bir kenara bırakır, grup aidiyetiyle devleti yönetirseniz olmaz. Devlette o grup egemen olduğunda, diğerlerini sinek gibi görür. Ezmeye başlar. Yoksa sadece iç mücadeleyle, iç egemenlik kavgaları ile mücadele eden ülke durumuna düşeriz. Önümüzdeki dönemde çok daha geriye gideriz. Çok açık ve nettir. Çözüm, yönetenlerin ayrım gözetmeksizin herkesi kucaklamasından; çağdaş hukukun ve bilimin rehberliğinin egemen kılınmasından geçmektedir. Reçetesi bu. Cumhuriyeti kuranlar böyle kurdu, sonra bu bozuldu. Başka istikametlere gidildi. Ama bugün bunu tekrar tesis eder, kurarsak yaşarız. Kuramazsak çok ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalırız. Bölgedeki jeopolitik gelişmeler bu tehlikeyi her gün daha çok hissettiriyor. 16 devlet kurduk diye övünüyoruz. 15'ini de biz yıktık. Bu hatalarımız yüzünden yıktık. 16.’ncının da böyle bir kaderle karşı karşıya kalmaması için çaba göstermeliyiz. Benim çabamın merkezinde bu var. Başka da hiçbir kaygı içerisinde değilim. Ülkemize sahip çıkmak zorundayız."

Kitabınızda TSK'da komuta kademesinin Atatürk'ü sevdiğini ama doğru anlamadığını söylüyorsunuz. Bunun sonuçları ne oldu ?

"Biz Atatürk'ü doğru anlamadık. Atatürk'ü sevdik ama anlamadık. Cumhuriyeti de anlamadık. Cumhuriyet’in kıymetini de bilmedik. Cumhuriyet bir anlamda Batı ile aramızdaki 200-300 yıllık mesafeyi kapatmanın reçetesiydi. Biz bunu doğru kullanamadık. Atatürk'ü doğru anlamayanlar sadece komutanlar değildi. Siyasi liderler de Atatürk'ü doğru anlamadı. Mesela, hem siyasi hem de askeri şapkası olan, Türkiye'nin kaderinde çok önemli bir role sahip olan Kenan Evren... Atatürk'ü mutlaka çok seviyordu ancak hiç anlamadığını gözledim. Eğer azcık anlamış olsaydı, bu ülkenin evlatları FETÖ'ye teslim edilmezdi. Üstelik de 1982-1986'da Gülen’in ne yapmak istediğini net bir şekilde görmüşler. Bunu gördükten sonra o çocuklarımız yurtlara verildi. Oysa Türk ordusu bu ülkede üniversitede okuyan çocuklarının yurt sorununu 1 ayda çözerdi. 12 Eylül milattır. Çünkü ABD'nin Yeşil Kuşak projesi birebir uygulanmıştır. Tabii şunu da ifade etmek lazım; hem Yeşil Kuşak’ı uygula hem Gülen’i karşına al! Bu, olamazdı. O nedenle dağa taşa Atatürk yazdırdılar ama ülkeyi de Atatürk’ün yolundan uzaklaştırdılar. Açık ki, O’nu hiç anlamamışlar. Sonuçları da vahim olmuştur."

TSK'daki FETÖ sorunsalı 15 Temmuz darbe girişimi ile iyice gün yüzüne çıktı. Bu kadar FETÖ'cü TSK'ya yıllar içinde nasıl yerleşti, neden kimse görmedi, göremedi?

“Aslında 28 Şubat'ın öncesinde tehlike fark edildi. Bir sürü iddianamede var. Sayılar ortada. Geçmişte TSK’dan atılanların çoğunun FETÖ'cü olduğunu biliyoruz. Ancak o dönemde, 28 Şubat ve devamında laikliğin uygulamasında laiklikle türbanı özdeş kılan bir yaklaşım sergilendi ve bu çok pahalıya mal oldu. İki türlü pahalıya mal oldu. Birisi vatandaşla askerin arasının açılmasına neden oldu. Çünkü, insanların kıyafeti askerin ilgi ve yetki alanına giren bir konu değildi. Lüzumsuz bir şekilde asker bu konuya karıştı ve soyutlandı. İkincisi FETÖ bütün adamlarına ikinci bir maske taktırdı. Atatürkçü maskesi taktırdı. Yani, "Atatürkçü yaşam biçimini sergileyen insanlar olun" dedi. Dolayısı ile insanlar kendilerini hem çok iyi gizlediler hem de çift kimlikli oldular.
Bir de bu dönemde TSK’nın devletin diğer unsurlarıyla daha önceden organik biçimde kurulmuş bağları zayıfladı, kopartıldı. Mesela MİT ile Silahlı Kuvvetler’in bağı bu dönemde çok zayıfladı. Haber alma imkân ve kabiliyeti daraldı. Öte yandan FETÖ'nün devlette palazlanması 2002'den sonradır. O dönemde de, askeri vesayeti kaldırma bahanesi ile atılan adımlar çok pahalıya mal oldu. Askerin eli kolu bağlandı. Asker her şeydi, hiç haline geldi. İkisi de ülke için tehlikelidir...”

"Hiç haline gelmiş TSK" 15 Temmuz'da darbe yapmaya nasıl cesaret etti?

“Bir defa darbeye Silahlı Kuvvetler kalkışmadı. Darbeye, sivil imamlar, bütün devlet kurumlarına ajan olarak yerleşmiş unsurlarla birlikte subay, asker elbisesi giyen hain bir grup girişti. Başarılı olamadılar. TSK’nın gövdesi karşı çıktı. Engelledi. Onların başarısızlığının çeşitli sebepleri var. Dış desteğe dayalı olarak bir darbeyi yapabileceklerini zannettiler. Türk ordusu içerisindeki her zaman devletten yana olan, herhangi bir siyasi saik ile hareket etmekten uzak duran vatansever, milli, meşrutiyetçi, Atatürkçü karakterdeki askerlerin varlığını küçümsediler. Doğru değerlendirme yapmamışlardı. Küçük dokunuşların da büyük sonuçlara neden olacağını dikkate almadılar. Ayrıca iç kamuoyunu, ortamını doğru değerlendiremediler. Halkın direncini, siyasetin direncini, medyanın direncini hesaplayamadılar.

Bununla ilgili söyleyebileceğim bir şey daha var. O da şu: Bu grup, içinde demokrasi barındıran bir grup değil. Yukarıdan birisi emir veriyor, aşağıdakiler uyguluyor. Belki garip gelecek ama bu insanların önemli bir özelliği biat ederek örgüt içinde konum elde etmiş olmaları. Öte yandan doğru değerlendirmeyi yapsalar bile onu söyleyememişlerdir. O medeni cesaret onlar da yoktu. ‘Yanlış yaparız, bu girişim bizim yıkımımıza neden olur’ diyememişlerdir. Yapı buna uygun değil.”

Kitabınızda TSK'daki en büyük yıkımı "Güven" duygusunun tahrip edilmesi olarak nitelendiriyorsunuz. Bu tahribatı FETÖ mü yarattı ?

"Sadece FETÖ ile ilgili değil. FETÖ'nün Silahlı Kuvvetler’den temizlenmesi tek başına bir güven unsurudur. Onun altını çizeyim. Ben FETÖ'nün hiçbir ferdinin kalmayacak şekilde TSK'dan temizlenmiş olmasından mutluluk duyarım. Bunun Türkiye'nin varoluş mücadelesi olduğu kanaatindeyim. Ancak, 15 Temmuz'dan sonra siyasi iktidarın attığı kimi adımlar doğru da değildi. Siyasi iktidar Silahlı Kuvvetler’i böldü, parçaladı. İlk yaptığı şey kuvvetleri ayrı ayrı Milli Savunma Bakanı'na bağlamak oldu. Genelkurmay Başkanı'nın çok boşta kaldığını görünce harekât ve istihbarat yönünden kuvvetleri yeniden bağladı. Genelkurmay Başkanı, Türkiye'de Fevzi Çakmak ile birlikte başlayan bir itibara sahiptir. O yapı ortadan kaldırıldı. Şu anda Genelkurmay Başkanı’nın rolü son derece zayıftır. Yeni bir yapılanmaya gidilebilirdi. Yapılmadı. Askeri sağlık sistemi bozuldu. Öte yandan okullar kapatıldı. Okulların kapatılması, içlerinin boşaltılması doğruydu. Okulların bir kısmı açılmadı. Açılmayacak. Açılmaması yanlış. Ayrıca okullara yeni alınan öğrenciler üzerinde siyasi iktidarın nüfuzunun olduğunu duyuyoruz. Torpille iş görülürse ülke ve TSK için kötülüktür. Çünkü bu, Ordu’yu uzun vadede siyasetin aynasını haline getirir. Mesela bazı subayların siyasi iktidarın gözüne girmek maksadı ile bazı tavırlar içinde olduğunu duyuyoruz. Bazı isteklerde bulunuyorlarmış. Siyasi iktidarın gözüne girmek amacıyla hareket ediyorlarmış. Asker komutanından emir alır. Başkasından emir alırsa ondan asker olmaz. 15 Temmuz’un dersidir. İnsanlar terfi, tayin yani ikbal için gözünü siyasete dikerse tehlikeli sonuçlara yol açar. Yanlıştır."

Kitabınızda "Karanlık Savaş" yöntemlerinin yakın geçmişte TSK'ya karşı uygulandığına değinmişsiniz. Bu uluslararası güç odaklarının benzer "Karanlık Savaş" yöntemlerini hükümet için de uygulandığı söylenebilir mi ?

“Türkiye'ye büyük bir saldırı var. Bunu büyük bir Karanlık Savaş girişimi olarak nitelendirebiliriz. Özellikle güneyimizde, Suriye’deki jeopolitik gelişmeler geleceğimizi tehdit etmektedir. Bu oyunu çok geç de olsa Cumhurbaşkanının gördüğünü ve tedbir aldığını düşünüyorum. Ama hem kendi hatalarının ortaya çıkardığı bir durumdur hem de geliştirilen politikalar yetersizdir. Bütün Türkiye'yi arkasına alan politikalar geliştirmediği takdirde bu karanlık savaşta kazanmanın zor olduğunu görüyorum. Kitapta bu konuya sebep ve sonuçlarıyla çok geniş olarak yer verdim.”

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları