Hürriyet Gazetesinden Ayşe Arman'a Özgecan'ın Babası Mehmet Aslan verdiği röportajda Bahattin Kabahasanoğlu'nun yazdığı 'Çarşamba Perisi' kitabını ve kızı Özo'yu anlatıyor...
Hürriyet Gazetesinden Ayşe Arman'a Özgecan'ın Babası Mehmet Aslan verdiği röportajda Bahattin Kabahasanoğlu'nun yazdığı 'Çarşamba Perisi' kitabını ve kızı Özo'yu anlatıyor...
Konuşmaya başlayınca bu hisse kapılıyorsunuz. Ve onun alanına giriyorsunuz. Anlattıklarına kendinizi kaptırıyorsunuz. Geçen şubatta vahşice öldürülen Özgecan’ın babası Mehmet Aslan’dan söz ediyorum.O acılı bir babadan öte bir tür ‘bilge’. Size öyle şeyler anlatıyor ki, siz aslında onları bir şekilde biliyorsunuz zaten, ruhunuz biliyor, aklınız değil ama kalbiniz “Evet” diyor, “Evet, doğru söylüyor!” Rüyalar anlatıyor, müthiş metaforlar var içinde, hep sembollerle konuşuyor, işaretlere dikkat ediyor. Mesela kızının öldüğü tarih 11.02, yani ikinci ayın 11’i eşinin doğum günü ise tam tersi 02.11 yani 11’inci ayın 2’si. O bunun bir tesadüf olmadığına inanıyor. Kızının katilinin adının Suphi olması da ona göre bir tesadüf değil. Kendini iyi ifade eden biri, çok okumuş biri. Yavaş yavaş, tane tane konuşuyor, bazen dalıp gidiyor. Kızından, Özo’sundan söz ederken derin bir acı geçiyor gözlerinden. Ben her konuşmamızda kendisinden bir şeyler öğreniyorum, ona saygı duyuyorum, duruşuna da hayranlık... Kızı gibi o da bize bir şeyler öğretiyor. Kızının katilinin öldürülmesine bile sevinmiyor, çünkü göze göz, dişe dişe karşı, intikam peşinde değil. Bir araya gelmemizin vesilesi bu sefer, Özgecan kitabıydı, adı ‘Çarşamba Perisi’. Bahaettin Kabahasanoğlu tarafından yazıldı, hem aile fertlerini yakından tanıyorsunuz hem de cinayetin ortaya çıkış hikâyesini detaylı okuyorsunuz. Sizi Mehmet Aslan’la baş başa bırakıyorum...
Elimde bir Özgecan kitabı tutuyorum: ‘Çarşamba Perisi’. Çok sarsıcı, çok etkileyici... Kızınız Özo’yu daha yakından tanıma fırsatı buluyoruz. Nedir bu? Bu kitap nereden çıktı? Bir aile romanı mı? Hepimizi derinden sarsan bir cinayetin öyküsü mü?
- ‘Çarşamba Perisi’ kendiliğinden, doğal şekilde ortaya çıkan bir kitap. Yazarı Bahaettin Kabahasanoğlu, “Özgecan’ın romanını yazmak istiyorum, müsaadeniz var mı” diye sordu, biz de “Müsaade sizin” dedik. Doğru, bir aile romanı. Yazar, bütün aile fertleriyle tek tek konuştu. Ama aynı zamanda bir Özgecan kitabı. Türk halkı, Özom’un başına gelenleri, gazetelerden, televizyondan bölük pörçük okudu, şimdi her şeyi okuyabilme şansları olacak.
Roman olması sizin tercihiniz miydi?
- Hayır, biz, yazara bizden istediği bilgileri aktardık. Nasıl bir kurguyla yazacağına karışmadık. Belirli bir edebi üslup kullanmış, romanın edebi değeri beni birinci derecede ilgilendirmiyor. Ama paylaşılan bilgiler tamamıyla doğru.
Kızınız Özgecan’ın başına gelenler bu ülkede bir milat oldu...
- Evet öyle. Bu topraklarda kadına şiddet, eziyet, zulüm uzun zamandır yaşanıyor. Özge’nin şahsında bir sürü şey vücut buldu. Yüzlerce, hatta binlerce kadının uğradığı haksızlığın, insafsızlığın, vahşetin sembolü oldu Özge. Bu vesileyle, Allah hayatını yitiren bütün çocuklara, kızlara, kadınlara gani gani rahmet eylesin. Her ailenin acısı kendine, ne kadar zor olduğunu biliyorum. Benim yavrumun, meleğimin başına gelen, adeta masumiyetin katledilişiydi. Ama ben bu vahim olayın, Allah’ın takdiriyle ve Allah’ın takdir ettiği biçimde gerçekleştiğine inanıyorum. Ve içerisinde onlarca hikmet barındığına...
BAZI ERKEKLER HÂYÂSIZCA NEFİSLERİNİN PEŞİNDE KOŞUYORLAR
Nasıl yani?
- Özge, evine dönmek için toplu taşıma aracına binen bir genç kızdı. Okuldan çıkmış, bir alışveriş merkezine uğramış, sonra kafasında babaannesinin ördüğü bere evine dönüyordu. Özge, sizin de çocuğunuz olabilirdi, hepimizin çocuğu olabilirdi. Onun başına gelenler bir milat, çünkü insanlar isyan ettiler, “Artık yeter!” dediler. Dahası bu olayda, “Ama o da şunu yapmasaydı” denilebilecek bir yan yoktu. Ve Özge’nin olayında ilk defa bütün kutuplar birleşti. Birinci hikmet bu. Sonra Özge’nin davasında, katiller, indirimsiz ceza aldılar. Bu da ikinci hikmet. Dava sürecinde, Anadolu’nun ve Türkiye’nin neredeyse her ilçesinde benzer acı olaylar yaşandığına dair bilgi sahibi oldum. Analar, babalar aradı. Acılarını, acımızı paylaştılar. Bu da bir hikmet.
Siz, kızınızın başına gelenleri kaderle açıklıyorsunuz o zaman...
- Bakın, kaderin üstünde bir kader var.
Anlamadım...
- Bir cüzi irade var, tercihlerimizle belirlediğimiz kader, bir de külli irade var. Yaşananlar, Özge’nin tercihleri değildi. Dolayısıyla külli irade. Tamamen Allah’tan. Bizim kaderimizin üstündeki kader yani.
Biraz açar mısınız?
- Bu topraklarda, bazı erkekler, kendi iradeleri ve seçimlerinden kaynaklanan bir kaderi, kadınlara yaşatıyorlar. Çünkü cehalet içindeler. Hâyâsızca nefislerinin peşinde koşuyorlar. Sonra şeytanın esiri olup, boyunlarını bükerek cehenneme giden yolu tercih ediyorlar. O yüzden bu kadar gözyaşı ve acı var bu ülkede. Ama unutmamak gerekiyor, her nefis, kendi iradesiyle yapmış olduğu zerre kadar iyiliğin de, zerre kadar kötülüğün de bedelini ödeyecek ve karşılığını alacaktır. İnsanların kaderi olduğu gibi, toplumların, milletlerin, devletin, dünyanın, hatta kâinatın da bir kaderi var. Külli iradenin yazmış olduğu bu kaderin sonunda kıyamet kopacak. Medeniyet tarihi boyunca insanlar belirli dönemlerde ruhsal bunalımlara, buhranlara, çöküşlere uğradılar ve bunun neticesinde dünyada yıkımlar meydana geldi.
ARTIK DOĞUM GERÇEKLEŞECEK ÖYLE BİR SANCI YAŞANIYOR ŞİMDİ
Şimdi de onlardan birini mi yaşıyoruz?
- Evet, öyle bir zamandayız. Ayet-i kerimede, “Ben hikmeti dilediğim kuluma veririm!” diyor, “İlim isteyene ilmi veririm ama hikmeti, dilediğime...” Şimdi bu hikmet boyutu, Kuran’ı hatim etmekle, ezberlemekle, çok okumakla, dinle ilgili 50 tane kitap yazmakla ya da profesör olmakla ilgili bir şey değil. Hikmet ayrı bir şey. Bunu görebilmek, anlayabilmek, yorumlayabilmek ve buna uygun bir şekilde toplumu hazırlamak herkesin harcı değil. Bazı özel kişilere verilmiş bir yetki.
Özge de hikmet verilmişlerden biri miydi?
- Onu anlatmaya çalışıyorum. Bugün insanlık, karanlıkların içerisinde bir ışığın, bir güneşin doğmasını bekliyor. Herkes kalbinde ve düşüncesinde bir tek şeyi istiyor: Artık bu vahşet bitsin! Kötüler ortaya çıksın! At iziyle it izi karıştığından, kimin ne olduğunu göremiyoruz. Benim için işaretler, semboller önemli. Algılar âlemini önemsiyorum. Evladımın canına kıyan Ahmet Suphi Altındöken’in isminin ne anlama geldiğini biliyor musunuz?
Hayır bilmiyorum...
- Suphi’nin anlamı ‘şafak vakti’ demek. Bütün insanlık, aslında şu anda bir gece yolculuğu yaşıyor. Bu gece yolculuğunun son noktası, şafak vaktidir. Şafak vaktinden sonra, güneşin ilk ışıkları, yeryüzü, karanlığı aydınlatmaya başlar. Biz işte o süreçteyiz. Biliyorsunuz, bir olgular âlemi var, bir de algılar âlemi. Pek çok şey oluyor etrafımızda, biz pek çok konuda iyiyiz, bilimde, teknolojide almış başımızı gitmişiz ama algılar dünyasını çözemiyoruz.
Kızınızın katilinin isminin Suphi olması tesadüf değil o zaman...
- Değil efendim. Şafak vakti ne demek? Artık gün doğacak, güneş doğacak...
Bu tür vahşetler azalacak mı?
- Doğuma yakın anlar, sancıların en çok çekildiği anlardır. Çünkü artık doğum gerçekleşecek. Öyle bir sancı yaşanıyor şimdi.
Artık dünyayı eskisi kadar güzel bulmuyor musunuz?
- Özo’dan sonra sanki renkler soldu, hayat canlılığını yitirdi. Ben de farklı bir boyuttan bakıyorum artık hayata. Çarşıya çıktığım zaman, genç kızlara, genç erkeklere, insanlara bakıyorum. Şaşırıyorum: Sarhoş gibiler. Olayların, yaşananların hiç kimse farkında değil sanki. Bir vakte kadar, güneş doğana kadar insanlar adeta uyutuluyor. Ama neler olup bittiğini bilenler, görenler var. Onlar bir şeyler söylemeye, hakikati anlatmaya çalışıyorlar ama gürültü çok... Kimse seslerini duymuyor!
KIZIMIN BEDENİNİN NEREDE OLDUĞUNU GÖRMÜŞTÜM
Kitaptaki en çarpıcı bölümlerden biri, jandarma trafik ekibinden bir astsubay, karda kışta kapanan yolu açtırmak için, Gülek Boğazı civarına gidiyor... Üstelik karısı hasta ve kendisi izinli... Ama komutanı rica ediyor ve gidiyor... Hiç düşündüğünüz oluyor mu, “O gün, o astsubay gitmeseydi, kızımın cinayeti faili meçhul olarak kalacaktı!” diye...
- Düşünmez olur muyum? Devreye giren de şüphesiz her şeyi belirleyen karar mercii... Materyalist bir insan şöyle bakabilir: “Canım işte, kar yağmış, yollar kapanmış, astsubay açmaya gitmiş, tesadüfen Suphi, babası ve arkadaşının minibüsünü görmüş!” Hayır! Bu sebepler zincirini yaratan kim? Yine Allah! Ben o gece, duru görü olarak kızımın bedeninin nerede olduğunu görmüştüm. Jandarmaya da tarif etmiştim...
MEZHEBİ GENİŞ LAFINA ÜZÜLDÜM
Cansel’in babası sizden özür diliyor, “O öfke ve üzüntüyle kastımı aştım!” diyor. Yine de bilinçaltı kodlar mı bunlar?
- Biraz öyle...
Ne hissettiniz size “Mezhebi geniş” deyince...
- Çok üzüldüm. Ama bugün Cansel’in halası, yani Mustafa Bey’in kız kardeşi aradı. Ben onları da anlıyorum. Mustafa Bey’in yaptığı büyük bir hata var. O da mahkemeye gitmesi. E oraya gitti, düşüncesizce fütursuzca, hoyratça, gerek olan olayları, gerek oluş biçimini, malum kişilerin kendilerini aklama adına uydurdukları bir sürü şeyi dinledi. Haliyle çileden çıktı, sarsıldı. Bu sarsıntıdan dolayı üzüntüsü, kahrı on katına, yüz katına çıktı. Benimle ilgili bir soru sorulduğunda da patladı.
Siz nasıl bu kadar herkese karşı anlayışlı olabiliyorsunuz?
- Anlayışlı olayım diye özel bir çabam yok, ben böyleyim.
Bu bilge kişiliğinizde yetiştiğiniz Alevi kültürünün payı ne kadar?
- Zannettiğiniz kadar çok değil. Ben Aleviliğin de kendini geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Sufiliğin ve tasavvufun bendeki etkisi çok daha fazla. Ama daha önce de ateisttim. Sonra ustamla tanıştım, hayatın aşk boyutunu keşfettim.
KENDİM İÇİN BİR KAZANÇ ELDE ETTİYSEM NAMERDİM
Siz de zamanında birtakım eleştirilerden payınızı aldınız. Müzisyenliğiniz, şiir merakınız eleştirildi. “Hatta ünlü olmak için can atıyor!” bile dediler. Ne hissettiniz?
- Vallahi, eskiden ünlü olmak istiyordum, hatta can atıyordum! Doğru! Hayallerimi kaset yapmak, sahneye çıkmak, konser vermek filan süslüyordu. Ama benim hep bahsettiğim, Allah bin kere razı olsun, mekânı cennet olsun, manevi babam Şerafettin Seyhan Dalyan bana, “Evladım, şöhret afettir. Hiçbir şöhret, şeref payesi olamaz!” dedi ve ben zaman içinde bu sevdadan vazgeçtim. Evet, Yılmaz Özdil hakkımda olumsuz bir yazı yazdı, canı sağ olsun. Doğrudur, işim yoktu, evladımı kaybetmiştim, ruhen kaybolmuş bir vaziyetteyken, Cumhurbaşkanı Erdoğan bana iş verdi. Ekmek verdi. Bunun için kendisine teşekkürü borç bilirim. Sayesinde kimseye muhtaç olmadan işime gidip geliyorum. Ailemi geçindirebiliyorum. Bunun ötesinde eğer kendim için maddesel bir şey elde ettiysem namerdim.
Kitap yazılırken acınız dağlanmadı mı?
- Dağlanmaz olur mu? Bahaettin Bey, elde ettiği dokümanların bir kısmını bilgi vermek için okuduğunda, ayrıntıları duydukça, içim oyuldu, dayanamadım. İşin doğrusunu söyleyeyim, zaten kitabın ancak üçte birini okuyabildim. Gücüm yetmedi gerisini okumaya.
Bu kitapla vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
- Burada tek bir mesaj yok. Ve mesaj, aslında kitabın içinde yazılanlarda değil. Kitabın verdiği en büyük mesaj, o kitabı okuyanın kendi içinde. Mesaj orada. Herkes başka bir şey öğrenecek, herkes başka bir ders alacak.
Adı niye ‘Çarşamba Perisi’?
- Çünkü yavrum, ebediyete bir çarşamba günü intikal etti.
Özge’nin kendi günlüğüne verdiği isim de bu değil mi?
- Evet.
O da sizin gibi sembollere düşkün...
- Evet, çok takıntılıydı. Sizinle daha önce de bir röportaj yaptık, biliyorsunuz ben Özge’nin Hz. Muhammed Efendimizin bana hediye olarak verdiği bir melek olduğunu söylemiştim. Gerçekten de buna inanıyorum. Ben çok dipsiz bir kuyunun içine düştüğümde, bir denizkızı, “Kuyruğuma yapış!” diye seslendi ve beni o dipsiz kuyudan çıkardı. Sonra da “Benim vazifem buraya kadardı! Bundan sonrasında, ışığa yalnız başına yürüyeceksin!” dedi. Böyle bir rüyam var.
O denizkızı, Özge aslında...
- Evet. Vazifesini bitirdi, gitti. Değişik şekilde, birçok farklı sembolle onlarca kez rüyama girdi. Tamam, din adamları, rüya, gerçekleri açıklamaz diyor ama bence rüyalar mesaj. Ben kendimi bildim bileli, içinde geçmiş ve gelecekle ilgili mesajların olduğu rüyalar görüyorum. Hepsini de sonradan hayatımda birebir yaşıyorum.
Kapı çalacak ve Özge gelecekmiş gibi hissettiğiniz oluyor mu?
- İnanın hâlâ daha kavrayamıyorum olan biteni. Bir zaman kayması meydana geldi sanki evrende. Ve bu zaman kaymasının içerisinde benim yavrum da geçici olarak başka bir boyuta geçti.
Sonra tekrar kavuşacaksınız... Öyle mi hissediyorsunuz?
- Öyle olduğuna inanmak istiyorum. Zaten enerji boyutunda, ben onu rüyalar vasıtasıyla görüyorum. Ayrıca onun varlığını hissediyorum. İnanır mısınız evde otururken, dua ederken, konsantrasyon içerisindeyken ya da Özge’yi andığım zaman ya kitaplıktaki kitabın biri düşüyor ya da o esnada şiddetli rüzgâr çıkıyor, perdeler havalanıyor ya da evin içine bir güvercin giriyor. “Ben hep yanınızdayım, duyuyorum, görüyorum, biliyorum her şeyi” dercesine, tanımlayamayacağım, maddesel karşılığı olmayan bir iletişim içindeyim kızımla.
Onu kaybedeli bir yıl, 62 gün oldu... Acısı hâlâ dün gibi mi?
- Hiç azalmadı, hiç eksilmedi. Bu süreci, olup biteni, hissettiğimiz acıyı tarif etmek ve hazmetmek çok zor. Tolstoy, “İnsanlar, bedenlerindeki bir acıyı iyileştirmek için, uyutularak ameliyat edilirler. Ama ruhlarındaki bir acıyı iyileştirmek için, onları uyutmak değil, uyandırmak gerekir!” diyor ya... İşte ben de değişik zamanlarda, belirli aralıklarla uyandırılıyorum. Farklı bir boyutta, farklı bir enerjiyle yıkanıyorum. Zihnim, nefsim, belirli bir boyutta temizleniyor, sonra tekrar, bu maddesel dünyada normal yaşamıma dönüyorum. Bazen uyanık vaziyetteyken de, -hani hipnoz esnasında insanlar başka bir boyuta geçip, geçmişe gidip, farklı cümleler kurar, sonra ne söylediğini hatırlamaz ya- farklı bir enerji boyutuna geçiyorum ve çift boyutu birden yaşıyorum. Hem manevi hem madde boyutunu. İki boyutun tam ortasında olarak ne uyur ne uyanık bir halde, iki tarafla da iletişim halinde olduğum zamanlar oluyor. O anlardan elde ettiğim bilgileri ufak ufak yazıyorum, not ediyorum. Fakat bunları insanlara nasıl anlatacağımı, aktaracağımı işin doğrusu henüz bilemiyorum.
EVLADIMIN KATİLİNİN ÖLDÜRÜLDÜĞÜNE SEVİNEMİYORUM
Kızınızı öldüren adamın, cezaevinde öldürülmesini doğru bulmadığınızı açıkladınız. Gerçekten içinizden bir an bile “Oh olsun!” diye geçirmediniz mi?
- Layıkını bulduğunu düşündüm ama sevinmedim.
Katil, öldürülerek, cezasını çekmeden, her gün ateşlerde yanmadan kurtulmuş oldu... “Her gün ölecekti, bir gün öldü, kurtuldu!” diye düşüyor musunuz?
- Şeytan artık nasıl ele geçirmişse, tövbe etmediğini, pişman olmadığını düşünüyorum. Onurlu bir pişmanlık duymuş olsaydı, her gün, o dediğiniz cehennemin içinde yanıyor olurdu. Bence onda pişmanlık yoktu. Allah affetsin. Sağken, ateş içindeydi. Şimdi nefsi, ateşin içine girdi...
Normal anneler-babalar, intikam fikriyle cayır cayır yanarlar, siz öyle değilsiniz. Bu duruş samimi mi?
- Samimi. Size bir şey itiraf edeyim mi, bazen yalnız kaldığımda, gece bilmem kaçlarda dua ettiğimde ya da kendi kendime deliler gibi konuştuğumda diyorum ki, “Allahım, bütün bu yaşadıklarımdan sonra isyan etmem, lanet okumam gerekmiyor mu? Evladımı aldı benim!” İnsanlar bana diyor ki, “Dünyada bir akıllı sen misin?” Değilim! “Dünyayı kurtaracak olan Davut sen misin, Musa sen misin?” Değilim! Yine kendime diyorum ki, “Ya arkadaş! Bu kadar insanın hata yapıyor olması mümkün mü? Sende bir yanlışlık var!” Düşünüyorum, bulamıyorum. Evladımın katilinin öldürüldüğüne sevinemiyorum.
Neredeyse kızınızın katiliyle empati yapacaksınız...
- Bakın, bütün bir toplum suçlu. Annelerin, babaların, öğretmenlerin, çevrenin, bazı erkek çocuklarının ruhlarının, zihinlerinin yanlış kodlandığını düşünüyorum. Çocukluktaki bu yanlış kodlamalar da kolay değişmiyor. O çocuklar ne yapacak? Hiçbir şey. Ancak kendisi, ruhsal boyutta uyanır, o kodları Allah’ın lütfu ve ihsanıyla tekrar yazarsa o zaman bir değişim olur. Değişim, içeriden olmaya başlıyor. Değişiyorsunuz ve yeni bir hayata doğuyorsunuz. İki türlü doğum var. Bir anadan doğma, bir nebiden doğma. Canlının yaşadığı yumurtayı dışarıdan kırarsanız, hayatı bitirirsiniz. Ama içeriden kırılırsa yumurta, yeni bir hayat doğar. Bu ülkedeki pek çok erkeğin, içeriden tekrar doğması gerekiyor.
Nasıl bu kadar elimden kolayca kaydı gitti
Özom’u kaybettikten sonra anladım ki babalar için kızlarından daha değerli bir mücevher yok! Ellerimin arasından bu kadar kolay kayıp gitmesini aklım almıyor. Hele benden önce ölmesi. En çok da bu koyuyor.
‘Aslan babam’ der, yanağımı öperdi
Bakışlarını unutamıyorum canım Özom’un. Derin derin bakardı. Bir güvercin gibi sessizce yanımdan geçer, “Aslan babam” diyerek yanağımı öperdi...
Nasıl özlediğimi anlatmaya gücüm yetmiyor
Özge, hepimizin ‘kara gözlü ceylanı’ydı. Onu nasıl özlediğimi anlatmaya gücüm yetmiyor, bazen burnumun direği sızladığında, yüreğime tarifsiz bir acı saplandığında anlıyorum ki, artık kızım yok...
Dünya çocuklarımızın sandığı kadar güzel değil
Hayatta hiçbir karşılaşma berabere sonuçlanmıyor, ya kazanıyorsun ya da kaybediyorsun. Dünya, çocuklarımızın sandığı kadar güzel değil. Cennetin buralarda bir yerde olduğunu anlatmaya çalışıyorlar ama buralarda bir yerde olan aslında cehennem! Yakıp yıkan, alıp götüren...
Keşke evden son çıkışında ona sarılıp Özom diyebilseydim
Tesellim; sadece bizim değil, aynı zamanda her evin kızı oldu Özo. Bu dünyadayken yapamadıklarını, buradan gittikten sonra bir bir yapmaya başladı. Onunla gurur duyuyorum. Ama keşke evden son çıkışında ona sımsıkı sarılıp “Özom” diyebilseydim, kokusunu içime çekebilseydim, nereden bilebilirdim geri dönmeyeceğini...
Kör kuyularda merdivensiz kaldık
Özge, bize, kör kuyularda merdivensiz kalmanın ne demek olduğunu öğretti. Güzel kızımı çok seviyorum, her geçen gün daha çok özlüyorum. Ve bir gün tekrar kavuşmayı diliyorum...
Ayşe Arman - Hürriyet Fotoğraflar/Emre Yunusoğlu