Tarih:
04.06.2014
BALKAN GEZİSİNDE KIVILCIMLI'NIN NEFES İZLERİ
Kıvılcımlı'nın son haftalarını geçirdiği yerlerden izlenimler
BALKAN YOLCULUĞUNDA KIVILCIMLI’NIN NEFES İZLERİGeçen aylarda ARNAVUTLUK’TA NELER OLDU? Başlığıyla Balkan gezimin Arnavutluk bölümünden bazı izlenimlerimi, orada o günlerde olan protestoları da eksene alarak yazmıştım. Gezi boyunca beni en çok heyecanlandıran şey, gezdiğim yerlerde Kıvılcımlı’nın ayak ve nefes izlerinin olmasıydı. Gezimizin başlangıcından itibaren, daha önce defalarca okuduğum, iki defa baskıya hazırlamış olduğum, Kıvılcımlı’nın Türkiye’den kaçtıktan sonraki günlüklerinden oluşan “GÜNLÜK ANILAR” kitabının “Yugoslavya: Yolculuğun Sonu” başlıklı bölümü zihnimin derinliklerinden ortaya çıkıp, ete kemiğe değilse bile, mekana bürünüyordu.
Kıvılcımlı, Günlük Anılar’da ayrıntılarını okuyabileceğiniz “kaçış” serüveninin bir bölümü de benim gezdiğim yerlerde geçmişti. 42 yıl sonra onun yaşamının son haftalarını geçirdiği topraklarda, şehirlerdeydim. Dolayısıyla gezim Kıvılcımlı’nın çileli son hafta anılarıyla geçti desem yeridir.
Arnavutluk’ta yaşayan kardeşten ileri kadim dostum ve onun yakınları kendilerini ziyaret etmem için bana bilet yolladıklarında aklımda bir Balkan gezisi yoktu. Tiran ve çevresini gezer, hayatımda ilk kez Türkiye dışında bir hafta geçiririm diye düşünmüştüm. Ama her şeyin en iyisini yapmaya alışkın insan iyisi dostumun bana sürprizi oldu seyahat. Gittiğim gün bana, 3 gün yakın Balkan ülkelerini gezmek üzere plan yaptığını söyleyince sevindim elbette. Balkanlar Kıvılcımlı’nın hem doğduğu, hem de öldüğü yerlerdi. Benim için özel anlamı olacaktı bu gezinin. Zaten dostum da bunu bilerek yapmıştı gezi planımızı sanırım.
Şöyle başlamışım gezi notlarıma:
“Bu notları Struga’da göl kenarında bir kahvaltı salonunda yazıyorum. Sabah 05’te uyanıp yola çıktık Tiran’dan. Hedefimiz 3 gün içinde Makedonya, Kosova ve Karadağ’ı görüp, ters taraftan Arnavutluk’a geri dönmekti. Virajlı ve kötü yollardan, Elbasan ve Libraj kentlerini geçtik. Sabah ve boş mideli olmama rağmen, virajlardan midem bulandı. Bu yüzden doya doya seyredemesem de Balkan Dağlarının güzelliği büyüleyiciydi.
“Yol boyu Enver Hoca döneminde yapılmış önemli yapılara rastlıyorduk. İlkel yöntemlerle yapılmış olmaları belli olmasına rağmen hala tren yolunu taşıyan görkemli viyadükler gördük mesela. Issız yerlerde, 80-100 metre yükseklikte ve hala sapasağlamlar. Geçtiğimiz şehirlerde irili ufaklı sanayi tesisleri gördük. Hemen hemen tamamı boş, çalışmıyor.”
Ufak ufak parçalara bölünmüş eskinin sosyalist Balkan ülkeleri. Tümünde çok belirgin, hatta sokaklara taşan bir ABD hayranlığı ve egemenliği var. Gezdiğim tüm yerlerde çok açık bir Türkiye ve AKP hayranlığı, Çalık holding ve Gülen cemaati etkinliği gördüm. Öyle ki bu şer odaklarının etkinliği Türkiye’den daha fazla buralarda. Geçmişi, geçmiş sosyalist dönemi reddetmenin de ötesinde yok sayıyorlar adeta. Devam edeyim notlarıma:
STRUGA
“Kısa bir yolculuktan sonra Arnavutluk-Makedonya sınırına vardık. Burası eski Yugoslavya-Arnavutluk sınırı. Arada vize falan yok, pasaportları damgalatıp geçtik. Oysa 42 yıl önce aynı sınırdan Kıvılcımlı ve arkadaşı, ağır kanser kanamalarına, yaşına ve geçmişine bakılmadan geri püskürtülmüştü Enver Hoca yönetimince.” Günlük Anılar”dan aktarayım:
“27.7.1971 (Salı)
“Haydi bakalım Enver Hoca “Sürtük Yahudi”ler (kendimizi ‘Juif Errant’a benzetiyorum) geliyorlar. Bakalım sen ne göstereceksin?” (Sayfa 231)
Enver Hoca’nın ne gösterdiğini de anlatıyor acı acı:
“29.7.1971 (Perşembe)
“Öldürdü bizi Struga sınırında Arnavut karakol kumandanının sağ kolunun sağ omuzu üstünden başı ile bir hizada sıkılan yumruk selamı. Yumruk, ona bakılırsa tepemize indi ama “Rot Front” (Kızıl Cephe) yumruğunun bir çeşidi değil miydi? Helal olsundu.
“Söylemiştiler. Her rastladığımız epey ürkerek anlatmıştı. “Vize”siz kimse Arnavut toprağına basamıyordu. Vize bile, ilaç gibi damla hesabı, şu kadar gün olarak tartılıp veriliyordu. Yugoslav sınır karakolunun komutanı da söylemeye çalışmıştı. Dinletemedi bize. Yürüdük. Ortası ak kuşaklı asfalt yolu (Yugoslav yolunu) sonuna dek yürüdük. Bitince, az pürtüklüce beton-çakıl Arnavutluk yolundan, tığ gibi genç, sevimli ama kuşkulu nöbetçi, sağ eli kabzave tetik yerinde, sol eli namluda, kayıştan boyuna asılı Rus biçimi otomatik tüfeği ile yolumuzu kesti. Arnavut toprağında bir adım yer bile yabancı ayağa çiğnetilmiyordu. Daha sade giyimli, aynı yaşta komutan geldi. Daha nazik ve sevimliydi. Bize mi öyle geliyordu? Yugoslavya'da herkes sevimliydi. Onu tabii buluyorduk. Keskin Arnavut'un Rus asker giysili gençleri, kendilerinden başkasına inanmamaya alıştırılmışlardı.
“Kırları yeşil, dağları yemyeşil bu güneşli ortamda Arnavut delikanlılarının silahlı ve tetikte kuş uçurtmaz halleri, insana askercilik hevesli çocukların, kendi kendilerine dramatize ettikleri bir oyunu andırıyordu. Gülemezdiniz. Kızardı Arnavut polisinin kafası. Gülümsüyorduk onların gergin bacakları üstünde hemen ateş etmeye hazır dik ve düşman duruşlarına. Genç komutan da, hele ‘A'yı [A. Birlikte kaçtıkları Ahmet Camuşçuoğlu] bayıltan’ yumruk selamı ile gülümsedi: Pasolarımızı aldı. Baktı. Vize yok. Olmaz. Geçemezsiniz. “Tarzanca” ile karışık anlatmaya çalıştık. ‘Tirana'ya, Enver Hoca'ya bir sorun’. Komutancık, olduğumuz yerde beklememizi işaret ederek, Karakola döndü. Al damalı ve düz kara çifte bavullarımız beton yolun üstünde ve kızgın Arnavut güneşinin altında yanyana duruyorlar.
“Şöyle yol dışı kıyıya çekildik. Meyilli toprağının bir iki karış boyunda ılık otları üstüne yan geldik. ‘Bıraksalar burada geceyi geçirebiliriz’. Otlar sıcak, yumuşak. Böcekler canlı canlı işlerine bakıyorlar. Hava, ortalık, ağaçlar, her şey güzel. Ya şu Arnavut çocuklarının pek yakışan askercilik oyunlarını dramatize edişleri ne? O da kendi dekoru içinde ‘çirkin’ değil. Hepsi hoşumuza gidiyor.
“Bekliyoruz. A söyleniyor:
“-İki Sosyalist Devlet sınırında… şuna bak.”
“Evet, ‘ikisi de Sosyalist’ olmakta birbirinden aflağı kalmamak için yarıştılar. İkisi de… Yalnız ikisi mi? Üçü, beşi, onu…her kaçsa?
“Sosyalist Devletlerin hepsi de, Burjuvazi'nin çizdiği “milli” sınırlar ardına sığınmışlar. Kimi birbirine yan bakıyor. Kimi göz göze geliyor. Kimi can cana... Ama hepsi, en irisinden en ufağına dek hepsi ötekinden ayrı. Yalnız ayrı mı? Birinden tek kişi ötekinin yurduna izinsiz adım atsa kurşunla karşılanıyor. Yazık. Kapitalizmin yarattığı ortam ve kurallar, insanoğluna halâ biricik ve dapdaracık yeryüzünü büsbütün dar getiriyor. (Günlük Anılar, s. 232-233)
Kıvılcımlı’nın püskürtüldüğü ama bizim kolayca geçtiğimiz sınır şehri Struga’dayız. Notlarım:
“Göl manzaralı bir restoranda kahvaltı yapıyoruz. Saat. Sabah 8.30. Struga’da bizi karşılayan bir dostumuzun ikramı bu kahvaltı. Ohrid gölünde avlanmasına izin verilen Payk koron veya Belvica denilen bir balıktan yapılmış nefis bir çorba ile başlıyor kahvaltımız. Adetmiş. Ohrid gölünde olup da avlanmasına izin verilmeyen kıymetli bir balık da varmış. Çorbasını içtiğimiz balık, kışın kırmızı, yazın siyah benekleri olan çok temiz bir balıkmış. Zaten Ohrid gölü de temizlik ve şeffaflık bakımından dünyanın önde gelen göllerindenmiş. Çorbadan sonra Kaşkaval ve tulum peyniri, iri yeşil zeytin ve süzme yoğurttan oluşan güzel kahvaltılıkları da yedik. En son, ısrar üzerine bir tür krep olan Palaçinka’yı da tattık.
“Struga 60-70 bin nüfuslu, düzenli sokakların, bakımlı, bahçeli evlerin olduğu bir şehir. Ortasından Ohrid gölünün sularını Adriyatik denizine taşıyan Drina İzi (Kara Drina) nehri geçiyor. Nehrin Arnavutluk tarafında kalan tarafında Hristiyan Makedonlar, karşı tarafta ise Müslüman Arnavutlar yaşıyor. “
Ohrid’e geçip, gölü bir de o taraftan seyredeceğiz ama önce Günlük Anılar’dan Kıvılcımlı’nın Struga izlenimlerini aktarayım.
“26.7.1971 (Pazartesi) STRUGA
“195 Frankla Paris’ten “Beograd”a [Belgrad] dün indik. 195 dinara Niş-Skopje üstünden vardığımız Ohrid gölü kıyısında 2 (biri lüks) otelli, 2 dinara 2 Taze Börek’li Struga'nın 20 dinarlık susuz, pis helalı otel odasında yalnızım. Yolda kanama korkunçtu. Uyuyunca hafifledi. Ne dayanıklı makineymişim? Artık ‘Berlinliler’i de unuttum. Paris'te kalamazdık: Pas'lar... Bizi yeryüzünde belki hapsetmeyecek tek ülke: Enver Hoca'nın ‘Tiran’ına yarın gireceğiz...Struga'da akşamın gelişine kuşlar telaşlanıyor. Serçelerin sesleri altında Marşvari bir radyo havası, daha altında koca gölün iki oteli bağlayan köprüsü altından uzun temiz kanala köpüren çağlayancığı mırıldanıyor. Gideyim bari onu seyredeyim. ‘A’ bir börek getirdi, yitti... Sulara bakacağım. 5 kat merdiven. ‘Bu Dünya’ gibi insan da ölmedikçe böyle. Sabahleyin: ‘Şu burjuvaziye bak. Rahat gebermeme bile müsaade etmiyor!’ demiştim. Ya bizim ‘Berlin'li’ kahramanlar? Gene aklıma geldiklerine içim tiksiniyor. Hadi çıkayım azıcık.
“Saat 8. Gördüm Struga'nın gezi ve eğlence yerini. Hepsi iki susuz otelin arasında akan su bolluğu ve ucu görünmeyen Ohrid Gölü bitişiğinde. Aşağı Barbarlık çağının balıkçılık züppeleri, sırça sulardaki temiz balıkcağızları rahatsız ediyorlar. Eski köprünün yapma çağlayancığı gölün durgun sularından fazlasını parmaklarından geçirerek modern beton köprüye ve ötesine, pembe kesme taşlı sahan kenarı gibi yatkın temiz iki yanlı rıhtım boyu, ağaçlar ve çiçeklikler arasından kuzeyde görünmez yerlere bol bol, akıtıyor. Bitişik otelde: ‘Vadanema’: Su yok (Klozetler korkunç)... Çağlayancığın ötesi, yüzünde bir kıl bile kıpırdamayan Ohrid Gölü. Kıyısı sığ. Az içeride küçük saz adacığı. Kıyı ile sazlık arasında da düşünen böcek gibi ufak, mavi, yeşil kayıkçıklar, birer kazığa bağlanmışlar. Suların gölden taşarca akışının rahatlık veren sesini dinliyorlar. Solda geniş iri kumlu plaj. Yüksek loş ağaçlı derin koruluğu turist çadırları ve otoları kaplamış. Deniz gölde birkaç kişi yüzüyor. Plajda yüzenlerin ailesi koruluk sınırına kumlar üstüne oturmuş. Bir genç kız çırılçıplak bebeği iki kalçasından başı üstünde havaya kaldırırken ‘Dobre’(doğru) durmasını söylüyor. Bebek yeni doğmuş tostombul. İsa’yı kutlayan melekler gibi havada. Beni görünce: ‘Dede’ diyor. Gülümsüyorum. Ağlama başlıyor.(G. Anılar, s.229-230)
Struga bölümünü kapatmadan, Kıvılcımlı ile birlikte yurtdışına kaçıp, son nefesine kadar yanında olan A. Camuşçuolğlu’nun (yakında tamamını yayınlayacağım) “KURUCU DERLENİŞ KOMİTESİNE RAPOR” başlıklı yazısından da o günlerle ilgili bölümü aktarayım:
“Yugoslavya ile kapısı olan Struga’ya hareket ettik. Birkaç gün Struga’da kaldık. 27-7-1971 Arnavutluk’un hudut kapısındayız. Bizi karşılayan ve sol yumruğunu kaldırıp selamlayan genç subaya derdimizi anlattık. Bizi Tiran’a göndermesini, orada merkez komiteyle görüşeceğimizi söyledik. Tiran’a telefon açtı. Bir saat kadar Arnavutluk ve Yugoslav hududunun arasında bekledik. Gelen cevap Belgrad’ın Arnavutluk konsolosluğuna müracaat oldu. Daha önce biz pasaportların sahte olduğunu söylemiştik. Burada da devlet karşımıza dikilmişti. Arnavutluk’tan gelen bir Yugoslav tankerine binip Struga’ya döndük. Aynı gün Makedonya Cumhuriyeti başkenti olan Üsküp’e hareket ettik. Bir iki gün dinlenmek ve düşünmek istiyordu Hoca. “ (Adı geçen rapor)
Struga’dan çok yakında olan Ohrid turistik kentine geçtik. Oradan da notlar almışım ama bu yazımızın teması “Kıvılcımlı’nın Ayak İzleri” olduğundan, sadece onun da kaldığı, geçtiği ve yazdığı yerlerdeki izlenimleri alıp, Kıvılcımlı’nın yazdıklarıyla bütünleştirmeye çalışıyorum. Doğal olarak aynı sırayı izlememişiz. Ben kendi notlarımdan hareketle yazıyorum. Bu yüzden Kıvılcımlı’nın ziyaret sırası ve anılardaki sayfa numaraları karışık oluyor. Mesela biz Ohrid’den Resne üzerinden Manastır (Bitola)’a geçtik. Sonra Üsküp’e yollandık. Anılara göre Kıvılcımlı Struga’dan direk Üsküp’e yollanmış. Üsküp’ten Manastır ve Resne’ye geçmiş. Biz onun yolunu tersten katetmişiz yani.
Bizim güzergaha ve notlarıma döneyim:
RESNE ve BİTOLA (Manastır)
“Ohrid’den Bitola yoluna çıktık. Bitola Osmanlı’nın Manastır’ı. Hani Mustafa Kemal’in Askeri Rüşdiyesini bitirdiği kent. Dağ yoluna çıktık. Olağanüstü görüntüler içinde gidiyoruz. Yeşilden sarıya, sarıdan turuncuya, giderek kırmızıya dönen yapraklarla ağaçlar muhteşem görüntüler oluşturuyorlar.
“Yükseklerde yol alırken çeşitli kasabalardan, köylerden geçiyoruz. Bir ara yemyeşil, bütün evleri geniş elma bahçeleriyle kaplı, çevresi de sanki elma ormanı gibi küçük bir şehre geliyoruz. Ya tabelayı görmedik, ya da Kiril alfabesinden dolayı anlayamadık. Ama sürekli burası ne güzel yer deyip duruyoruz. Şehre girerken ve şehrin sokaklarında adım başı elma satanlar var. Küfelere doldurdukları elmaları satıyorlar. Elmalar uzaktan bile çok çekici. İhtiyar bir satıcının önünde durup alıyoruz. Elmalar 3 çeşit bizim satıcıda. Çok da iriler. Her çeşitten 2’şer olmak üzere 6 tane seçiyorum 2 kiloyu geçiyor. İhtiyar satıcı, çok alıcı olduğumuzu görünce kilosu 1 Euro diyor. Çevredeki gençler gülüyorlar ihtiyarın kurnazlığına. Kazıklandığımızı biliyoruz ama gülerek alıyoruz elmaları da. Şehrin evleri bahçe içinde ve tek ya da iki katlı ama bir yapı var ki neredeyse Selimiye Kışlası gibi. Şaşırıp geçiyoruz yanından. Şehirden çıkmadan arabamıza yakıt almak için durduğumuzda, görevli benim tipime bakıp Türkçe konuşmaya başlıyor. İlk sorum, bu şehrin adı ne? Oluyor. RESNE lafını duyunca çok şaşırıyorum. Pişman oluyoruz şehire daha çok zaman ayırmadığımıza. Böylece o büyük yapı da İttihatçı gerilla Resneli Niyazi’nin gösterişli konağı oluyor. Benzinlikteyken etrafa daha dikkatli bakıyorum. Şehrin iki tarafı neredeyse geçit vermez görünen sarp dağlar. Soruyorum benzinciye: -Resneli Niyazi’nin geyiğiyle birlikte at koşturduğu dağlar, şu soldakiler mi, sağdakiler mi? Nedense bozuluyor adam. –Bizim Niyazi Bey eşkıya mı ki dağlarda dolaşsın! Diye çıkışıyor. Arkadaşımın da Tiran’da oturduğunu duyunca: -Zaten Niyazi Bey’i sizin Durres limanında vurdulardı. Diyor.”
Bizim Resne anılarımız böyle cılız. Oradan da Manastır’a geçtik. Şehri dolaştık, yolda konuşmalarımızı duyan bir İstanbullu sahip çıkıp işyerinde bize demlenmiş çay ikram etti falan. Manastır’da da burada anacak önemli bir şeyimiz yok. Bir de Kıvılcımlı’nın yazdıklarına bakalım:
“22.8.1971 (Pazar)
“ÅumoΛe” [Bitole: Manastır] 3 gündür, ortası kızıl yıldızlı mavi, ak, kızıl ve yanında kendisi kızıl, ortasında boş sarı yıldızlı veya köşesinde içine orak-çekiç oturmuş gene sarı yıldızlı bayraklarla donatılı. Cuma, Osmanlı'nın Müslüman tatil günü olarak köylüler pazarı idi. Bir buçuk kilo ferik elması, birkaç kilo güvem eriği, şeftali, küçük armut satan küçük, nine, dede, milli kılıklı kadın, erkek, geniş semerli katır, eşek, kağnı ile kasabada alışverişe gelmiş köylülerin, belki Acem yaylasından, belki Ganj yahut Yang -Tse- Kıyang vadilerinden Batı Avrupa içlerine dek uzanmış, nalla mıh arasında yaşamalarını sürdüren ezeli köylücüklerin pazarı idi. Cumartesi gecesi, anlaşılan, her komşu kasaba ve merkezden gelmiş veya çağrılmış konuklarla kalabalıklaşmıştışehir. Sinema ile Tiyatro arası, asfaltı Beyoğlu'nun aksine, kaplamış olan akşam gezgincilerinin sıklığından ve çokluğundan belli...
“Öyle azgın (sistit [mesane iltihabı] arazlı) dediğim bir kriz içindeyim ki, soluk aldırmıyor. Her on, hatta beş dakikada bir kıvranarak,200 metre uzaktaki alafranga -olmaz olaydı- W.C.'ye sallana tutuna koşuyorum. En ‘önemsiz’, en ‘ayıp’ yerimin içine beş altı insafsız matkap sokulmuş. Düğmelerine görülmeyen sessiz eller basmış. Elektrik motorunun dilsiz inadıyla dönüyorlar, deliyorlar, işliyorlar, parçalıyorlar her yerimi. Ve ben gık diyemedim. İkide bir karyolamın acaip sathı mailine [eğimine] oturup bir yol düşecek olan, dönen başımı dirseklerim dizlerimde avuçlarım içine alıyorum.
“Dün iyi insanlar yatalaklığıma acımış olmalılar. Lüks Mercedes'le lokantadan aldılar. ‘Meşeli, dağlar meşeli-İçine sarhoş düşeli’ türküsünü çağıran yemyeşil yollardan, kartpostalların ‘İsviçre'de’ göstermeye alıştırdıkları göle gittik [Manastır civarındaki dağlarda, Bolu civarındaki Yedigöller’e benzer harika bir göller bölgesi olduğunu bize de söylediler]. Gitarlı beceriksiz delikanlılar, erkencecik “fam fatal” dedikleri yaman kadınlığı yakıştıran ve kırıştıran aşırı olgun kızcağızlar, çıplaklar... Daha açık lüks gazinoda “orijinal limonad”ı karıştırırken, alt karnımı zonklatan vuruşlararttı, azıttı. Safi kan. Artık bütün mesaneyi kaplamış olmalı kanser. Gençler o güzelim göle don paça girdiler. Plajın ağaç gölgesi altına çömeldim. Bir kırmızı sürat motoru, gösteriş sevenlere suda kayak yaptırıyor. Bayılacağım. Başım dönüyor. Belli etmiyorum.
“Dönüşte Niyazi Bey'in Resne'sinden bir kavun karpuz aldık. Geyiği ve saç sakalıyla tarihe ansızın karışan ‘Hürriyet’ kahramanının “Saray”ı önünde az durduk.
“Özenmiş Makedonyalı Osmanlı subaycığı. İlkin Makedonya Komitecilerine özenmiş. Ona diyecek yok. Dağlar nefis ormanlık. Temmuz sıcağında batıya düşen göl, tatlı, serin. ‘Kapetan’ Sandaski Makedonyalı'dır da, Kolağası Niyazi Resne başka yerli midir?
“Almış takımını. ‘Ferman Padişahın, dağlar bizimdir’ demiş. Güzel özeniş, güzel ölüm. Elin ayağın tutarken beynine kurşunun nereden girdiğini bilemeden uzanıp ‘ebedi istirahat’ine dalmak, ölümlerin en konforlusu. İmrenilir. Niyazi Bey'in imrenemediğim özenişi, “Resne” ağaçlıkları ve geniş Manastır yolu üzerine oturttuğu, burada “Saray” adı verilen villası. Geyikli arslanın içinin içinde bu yatarmış. ‘Ya ölüm, ya Hürriyet!’. Ölmeyince, o saat kavuştuğu ‘Hürriyet’i, bu ‘Saray’ biçiminde görmüş. Saf dağlıymış belli. Tatlı Resne tepesinin göle doğru düzlüğüne Dolmabahçe Sarayı'nın ufacık bir karikatürünü yaptırmış. Çatısına da, Osmanlı Paşaları'nın Erenköy semtlerindeki köşklerinin yarı tahta, yarı teneke “Cihannüma” [çatı odası ya da taraçası] larından iki tanesini oturtmuş. Kim bilir 1908 Makedon ve Arnavutları, bu İstanbul melezi yapı önünde nasıl apışıp kalmışlardır?
“Ben imrenemedim. Nedir o teneke ve tahta eskisi her yerinde kopuk, döküntülü Cihannüma (Evren görür) sipsivri cumbacıklar. Nedir o üst katı süsleyen Panteon mermer sütunlarını, duvarcı ustasına dayanıksız kireç yığınlarıyla taklit, ama kötü taklit ettiriş. Yarı yolda kalan alçıdan dökmeye benzer sütunlar ak ak. Aralarındaki duvarlar açık toz pembe... Pencerelerini hatırlayamıyorum. Şimdi Resne Belediyelilerinin günde kaç saat ve kaç öğün çıktıkları,köylü, kasabalı yurttaşların iş günlerinde bekleştikleri merdivenlere bakamadım. Yazık be Niyazi Bey! Hayâl evinde bu piç üslûplu, Makedon, ‘kanı bozuk” irice çift katlı yapıyı mı yüceltmiştin? Acep içine girip şöylece bir kurulman ve yeşil giyinik çevre dağlara, mavi setentiliyon eteklikli karşı göle doğru genişçe soluman nasip oldumuydu? Yoksa bütün politika rezilliklerini şeref madalyası olarak yaldızlayıp, sağlı sollu en modern cücelere dek armağan etmiş çökkün Bizans Osmanlı ortamında, politika gerizini ün kaşığı ile atıştırmakta seni rakip görenlerin bir çelmesi yahut “fedai kurşunu” ile dünyana doyamadan boğulup gittin mi? Çıt yok.
“Haydut çeşmesinde koca karpuzu o şeker katılmışca ama bıktırmayan tatlı, buz gibi serin gürgenli, dağ suyunun akıp giden dört beşoluğundan birisi altına koyduk. Çeşme Osmanlı armalıymış. Yıkıp betonlamışlar. Ardına düşen koyu ağaçlarla gölgelenmiş, az meyilli çimenler üstüne yeşil kareli battaniye serilmiş. Uzandık. Pembe etli, kızıl çekirdekli karpuzun yalnız göbeğinden zorla bir avuç yemek cesaretini gösterebildim. Karşı ağaçlıklar altına bağlı delişmen Makedon sahibinin üç kilo elma, bir buçuk kilo ağaç çileği satarak para yapmasını sabırla bekleyen semerli kıratçık bize bakıyordu. Karpuzun kabukları onun. “Verin yahu, atı bekletmeyin” dedim. İri, gevşek dudaklarından kabuk sularını akıta akıta yedi. Her marka otoların kapılarından demet demet irili ufaklı, nedense hep kız çocukları fırlıyorlar. Su içiyorlar, su döküyorlar…
“Geçtiğimiz yerlerde en küçük çocuğundan yaşlı nine dedelere dek yüzüne bakılmayacak insan yok.
“Bu güzel yerlerde çirkin insan bulunur mu?
“Ağaçlı yol ÅumoΛe [Bitole: Manastır]'ye girerken, gene yerlilerin ‘Akademi’ dedikleri yapı önünden geçtik. ‘Mustafa’nın ‘Kemal’ olduğu ‘Manastır Rüştiye'i Askeriyye'i şahane’si. Biraderbey, Urfa'dan sürülüp Yanya'da Müftülük etmiş baba dedemin, hem Yanya, hem Manastır Askeri Rüştiye'lerini yaptırıp açış törenlerine katıldığını anlatmıştı. Müftülük nerede? Askeri yapıları inşa ettiriş nerede? Anlamadım. Yoksa, bir başka akrabamın bir gün Taksim Talimhane apartmanında ansızın benimle tanış çıkıp, niçin dede mirasını aramadığımı sorduğu ‘Milyoner Müftü’ efendi yükünü bu işlerle mi yapmıştı?
“Bu uzun çağrışım ve alt karnımın çılgın kasap bıçağıyla doğranışı ortasında, piknik Demirel'in plaka taktığı, Atatürk'ü okutmuş‘Askeri Akademi’yi görmek dahi isteyemem. O, Niyazi Bey'in ‘Saray’ından daha ciddi ve sağlam bir çift kat ön bölüm ile arkada tek kat ortası avlu küçükçe bir yapıydı. Belki Osmanlı çağından kalma sarı badanası ile, askerlerin “Haki renk”lerine asorti düşüyor
ÜSKÜP/MAKEDONYA
Manastır’dan sonraki durağımız Üsküp oldu. Hava karardıktan sonra vardığımız için bir otelde yerimizi ayırtıp Üsküp gecesine karıştık.
Üsküp (Makedonlar Skopje diyorlar) eski Yugoslavya’nın da önemli şehirlerinden biri. Şimdi Makedonya Cumhuriyetinin Başkenti. Son derece canlı bir şehir. Bütün resmi kurumlarla, müze, sanat merkezi gibi kurumlar bir merkezde toplanmışlar. Otelde aldığım notlar şöyle:
“Üsküp canlı bir şehir. Şehrin merkezinde yapılan alan düzenlemesini hayranlıkla izledik. Görmeden anlatmak zor olduğu için sabah resimlemeye karar verdik. Ancak geceki ışıklandırılmış halinin de görmeye değer olduğunu söylemeliyim. Alan Antik Yunan stiline benzetilerek restore edilmiş binalarla ve devasa heykellerle dolu. Bütün şehrin ve bu alanın ortasından Vardar Nehri geçiyor. Nehrin üzerinde kısa aralıklarla köprüler var ama biri eski bir taş köprü, diğerleri yeni. Nehir çok dingin ve temiz akıyordu bir varken. Alanın, çevre bina ve heykellerin seyri çok hoştu.
“Sabah kahvaltı sonrası hemen akşam gördüklerimizi resimlemeye koştuk. Heykeller gerçekten de devasa boyutlarda. Ülkenin gerçek kurucusu saydıkları II. Philip heykeli kaidesi ile birlikte 30 metreyi buluyordu. Diğer heykeller de yaklaşık boyutlarda. Binaların dış cepheleri yıkılarak eski Makedon stiline göre yeniden yapılıyor. Bakanlıklar ve müzeler, opera ve tiyatro binaları bu stilde onarılıp kullanıma açılmışlar. Birçok binada da restorasyon sürüyordu.
“Üsküp oldukça ilgimi çekti. Gezdiğimiz her yerde, yazının başında da dediğimiz gibi sosyalist dönemi yok sayma ve izlerini silme Makedonya ve Üsküp’te de var. Gezdiğim her yerde sosyalizmin izlerini arayıp durdum. Enver Hoca’da olduğu gibi Tito döneminde de devasa viyadükler, aşılmaz kayalara açılmış tüneller gördüm. Tito evleri diye sıra sıra mütevazi ama hâlâ sağlam ve kullanılan bloklar var. Buradaki yüzlerce heykel ve stellerin içinde Tito’nun yüzünü aradım durdum. Tito hem Balkan coğrafyasında yaşayan her ırk ve dinden insanı barış içinde sosyalizme taşımış, hem de Laz İsmail gibi zalimlerin etkisiyle Sofya ve Doğu Berlin’den kanser kanamalarına bakılmadan kovulmuş, Arnavutluk sınırına bile yaklaştırılmamış devrimci ustam Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ülkesine alıp, tedavisiyle ilgilenilmesini sağlamıştı.
Heykel dolu bir parkı gezerken, birden topluluk içinde Tito’nun gençlik (partizan komutanı olduğu dönemler olmalı) halini andıran bir heykel gördük. Emin olmak için yoldan geçen orta yaşlı birine sorduk ‘şu heykeldeki adam Tito mu’ diye. Adam heykelin çevresinde dolaştıktan sonra, ‘Anlayamadım, kaidede bir şey yazmıyor’ deyince şaşırmadım nedense. Yılmayıp daha yaşlı birine sorduk. Adam tereddütsüz teyit etti. Hemen resmini birkaç defa daha çektik.
Bunları yazmışım orada. Günlük Anılar’daki Üsküp notlarına bakmadan önce Ahmet Camuşçuoğlu’nun adı geçen “RAPOR”unda bakalım neler var:
“Yolda[Arnavutluk’a alınmayıp dönerken] Hoca’ya Türkiye’ye dönmemizi teklif ettim. İlk önce olumlu karşılar gibi oldu. Sonra Paris’e geri dönmeyi, hudutta pasaportları imha etmeyi ve polise teslim olmayı kararlaştırdık. Üsküp’te Hoca fikrini değiştirdi. Yugoslav K.P’ye başvurmamızı söyledi. Ben bunu tepkiyle karşıladım. Herhangi bir Komünist Partisine başvurmaktansa hele Yugoslav Komünist Partisi’ne kendimi Vardar nehrine atarım dedim. Hoca biraz kızdı. Sabah 06’da kalktı, giyinip gitti. Saat 9 gibi geldi. Partiye gittiğini, herşeyi olduğu gibi anlattığını, beni de yarın gelip alacaklarını, bütün olanları dümdüz anlat dedi. İtiraz etmedim. Terslikler yakamızı bir türlü bırakmıyordu. Bizim hakkımızda karar verecek merkez komitenin tatilde olduğunu söylediler.
“12-13 gün Üsküp’de kaldık. İlk günler Hoca yemek yiyebiliyordu. Sonradan 3-5 adım yürür yürümez başı döner oldu. Sonra bizi ne düşündüler bilmiyoruz, manastıra gönderdiler. On gün kadar manastırda kaldık. Bu süre içinde bir dediğimizi iki etmediler. Birden Hoca’nın kanaması arttı. Safi kan işer oldu. Üsküp hastanesine özel bir otoyla bizi getirdiler. Hastanenin en iyi odasını bize tahsis ettiler. Makedon K.P Merkez Komitesinden 4 kişi gelip Hoca’yı ziyaret edip gönlünü aldılar. 7 gün o hastanede kaldık. Hastane baştabibi direkt alakadar oluyordu Hoca’yla. Üsküp’te bir şey yapamayacaklarını anlayınca Belgrad’a göndermek mecburiyetinde kaldılar. (Rapordan)
Günlük Anılar ve onun bir tür “kaçışın perde arkası” denebilecek olan Ahmet Camuşçuoğlu’nun raporu okunduğunda, gerek kendilerine TKP adını takanların, gerekse onların etkisiyle insanlık dışı bir biçimde Kıvılcımlı’yı emperyalist dünyanın kucağına atmakta sakınca görmeyen ülkelerin tavrı ve bunun sonucu çekilen çileler görülüyor. Bu durumda Tito’nun, Makedon komünistlerinin enternasyonalizmleri bir yana, iNSAN tavırları bile göz yaşartıcı.
Şimdi bir de Kıvılcımlı’nın anılarında bakalım Üsküp günlerine:
“ A sabah, akşam, gece gündüz, her gün, her saat: Paytağa kaçan ince gergin, az (O bayn) [O-Beine: Çarpık bacak (Almanca)] dedikleri, içeriye kavisli bacakları üstünde, yerde yitirdiği şeyleri ararca başını eğerek, boynunu bükerek, ansızın, hiç konuşmaksızın fırlar, çıkar gider oda kapısından. Sürter, sürter. Üsküp gözüne Türkiye'nin bir kasabası kadar bile görünmüyor. Gezmedik, dolanmadık yerini bırakmadı Murad Hüdavendigâr'ın karnından Milâş Kaploviç hançerini yiyerek hayatıyla ödediği Kosova ülkesi Başkentinin.
“Kimi, adı Türkçe'den kalma “Bitpazarı”na uğruyor. Müslüman Türkler'in, sokaklarında açık gerizler akan teneke mahallesi gecekondularnı izliyor. Kimi, pratik arkeolojiye çocukluğundan beri doyuramadığı açlığı ile belki ilk Grek Megaryen taşları çağından beri kat kat işlenmiş kale duvarlarını inceleyip, kalınlıyor. Kimi, ondan başka kimseciklerin uğramadığı ovaya bakan dağ tepelerine çıkıyor. Kendisini görür görmez çil yavrusu biçimi darmadağın kaçışan keklik palazlarından bir taneciğini olsun beslemek üzere tutmak için yakalamaya çalışıyor. Küçük, mavi kaplı banka defterciğinin (Türkiye'den son anı nesnenin) yırtık sayfaları arasında biri uzunca, öteki kısa iki ebem kuşağı renkli keklik tüyü ile dönüyor.
“Her seferinde, kapıdan on beşlik bir şarapnel mermisi gibi girer girmez patlar:
“- Valla, hocam, ben bu memlekette..Tüüüü! Deli olacağım yani. Anlatsam, aklın almaz. Valla aklım almıyor. Bu ne bu, yahu! Tüüüüü! Tümcedeki ‘Tü’lerin -ki pek sıktırlar- ‘ü’lerini ne denli çok uzatabilirse, ‘A’, o denli inanılmaz, insanı isyan ettirici şeyler gördüğünü anlatmış olur.
“ A’yı, gözlerini aça, belirte en çok çileden çıkartan, ardarda beş on “Tüü!” salvosu ateş ettiren olay: Makedonya'da insanların ‘seks’i, kapı arkasında, tavan arasına gizleyecekleri, saklı, ayıp bir suç olarak işleyecekleri yerde, ‘sokağa dökmeleri’dir.
“İlk geldiğimiz akşam, bavullarla köprüyü geçer geçmez, otel arayacağız. Ben de şaşırdım. Bütün caddeler tıklım tıklım. Yalnız yaya kaldırımlarda olsa, ne iyi. Arabalara geçecek yer kalmamış. İkişer, üçer, beşer (en çok beşer) kişilik gruplar. Yan yana, hatta üst üste yığılmışlar parkelere. Ne yapıyorlar? Hiç. Duruyorlar. Ara sıra birbirlerine de bakıyorlarsa da, en çok kendi grupları içinde halvet olmuşlar. Susuşları bir konuşma, konuşmaları ayrı susuş.
“Bekleşiyorlar. Neyi?
“ A’ sert sert, söverce burnundan püskürttü:
“- Müşteri bekliyorlar, valla hocam!
“Onları, ayaküstü birbirlerine kızlı erkekli sokulmuş ve uzaklaşmış, kaos içinde çekişip itişen atomlar gibi, ömründe ilk kez görür görmez. ‘A’ damgasını vurdu:
“- Valla billa hocam, bunlar seks alışverişinde! Ben başka bir şey bilmem. Gören göz, kılavuz istemez.
“- Fuhuş yasak, hocam. Her yerde seks alınıp satılıyor.
“Sonra otel lokantasında gördüklerimiz de ona hak verdirtti. Onun bu tedirginliğini bir de kendi gözümle görüp anlamak istiyordum. Ama ayakta duracak halim yok. Ya su sökme sıkıştırırsa. Yolda kepaze olmak var. Bir kombinezon düşündüm. Akşam yemeğine inmeden büyük hacetimi (Makedonya'da çıkan Türkçe ‘Birlik’ gazetesinde ‘Etkinliğimi’) bitireceğim. Bahçede akşam zıkkımlanmamız kaç dakika sürer? En çok 1 saat. Uğrarım küçük hacet için lokantadaki yere. Köprüye dek gidip gelmesi ne sürecek? Görürüm bir daha alıcı gözü ile şu bizim oğlanı çıldırtan açık hava seks pazarını.
“Dediğimi, zor kötek, yerine getirdim. Sen misin? Bir uçakta, çok yüksek uçulurken öyle olmuştum, bir de bu akşam. Bayılacağım. Bayılamıyorum. Yürüyorum. Can benden çıkmış, dört adım gerimden geliyor yahut önümden gidiyor. Nedir bu hal? Görmez olaydık seks pazarını. İlk akşamki denli mahşer kalabalık değillerdi.
“- Bu saat dağılıyorlar, hocam!
“Saat 9'da dağılıyorlarsa, demek bu bir gençlerin randevusuz genel buluşmaları. Yaşlı, benden başka tek insana rastlamadım aralarında. Orta yaşlı tek tük kişi bile acele geçip gidiyor. Gençler, dünyanın en aykırı bitnik kılıklarını birbirlerine sergiliyorlar. Birbirleriyle kol kola, bele, omuza el atmalar var. Öpüşmeye rastlamadık. Dönüşte, kimi yaya kaldırım üstü inşaat korkuluklarına sinmiş çiftler oluyor. Mahremce bir düğümü çözmeye çalışıyorlar. Düğüm belki ileride seks olacak. Oracıkta iki gencin birbirine çekinmeden sokuluşu, belki pazarlığı geçiyor. O sıra el ele değenini seçemedik. ‘A’ bile bir ara, derince soludu:
“- 14-15 yaşında çocuklar. Bunlarda para da yoktur ki birbirlerini satın alsınlar. En çok bir lokantada yemeğe götürsünler.
“Ancak, bizim lokantada ben, belli profesyonel açık “konsomatris”lerden başka böyle gençlere hiç rastlamadım. Evelisi gün bir çifte rastlamıştık. Sülün gibiydiler. Şıklıkları imrenç. Çok güzel şeyler bu Makedon kerataları. İki abulâbut yağlı delikanlıyı masada saklanmış buldular. Gittiler. Olur. Pek aydınlanamadım. Muhakkak burada seks, serbestliğin son kertesinde. İyi mi, kötü mü? Şimdilik seksibir mesele olmaktan çıkarmışlar. Bizlerse, mesele olmayan seksi sevgi yerine koymamaya alışmışız. (Günlük Anılar, s. 337-338)
Bu arada Günlük Anılar’da önemli bir yer tutan, “Parti Anılarım/ Kim Suçlamış” bölümünün sonunda (Üsküp, Mareşal Tito Bulvarı Bristol Oteli No. 9 5-8-71 Perşembe, saat 18.30) yazıyor. Hocamız, kendisine en çok acı veren, ihanetleri sergilemek zorunda kaldığı bölümü Üsküp’te yazmış.
PRİŞTİNA/KOSOVA
“Osmanlı İmparatorluğu Makedonyası’nın Priştine kasabasında Hüseyin Bey Posta-Telgraf müdürü iken, eşi Münire hanımdan Hikmet doğuyor. Kosova vilayetinin İştip kazasında hastalanıyor…”
Kıvılcımlı, “kendi kaleminden hayatı” başlığıyla ancak birkaç sayfa yazıp bıraktığı yazıya böyle başlıyor.
Bugünkü haritalara ya da siyasal bölünmelere bakarsak ifade hatalı gibi. Priştina Makedonya’da değil, Kosova’da bir kent. Hem de başkent. Doğal olarak 20. Yüzyılın ilk yıllarında kasaba olabilir. İştip ise, Kosova’nın değil, Makedonya’nın bir vilayeti. O zamanlar kaza olabilir tabi. İfadede böyle bir terslik var. O zamanlar Makedonya’nın Kosova diye bir vilayeti varmış. Ve Kıvılcımlı’nın babası Hüseyin Bey, Priştina’nın posta müdürü iken Hikmet doğmuş. Ancak, İştip’te hastalanıyor dediğine de bakarsak, ya aile İştip’li, babanın görevinden dolayı Priştina’da doğmuş, ya da akraba ilişkilerinden dolayı İştip’te bulunup orda hastalanmış. Her halükarda Makedonya doğumlu. Balkan bozgunu ile dağılan ailenin mutlaka bir kısım yakınları kalmıştır oralarda. Acaba biliyorlar mıdır bu kadar önemli bir devrimcinin yakınları olduğunu? Biliyorlar mıdır dönüp dolaşıp, istemeden de olsa doğduğu topraklara dönüp acılar içinde öldüğünü?
Kıvılcımlı “ölüm yolculuğu”, ya da kendi deyimiyle “…yolculuğun sonu” diyeceğimiz son haftalarda Priştina’ya veya İştip’e uğramamış. Bu konuda bir notu da yok dolayısıyla. Ama ben Priştina’da kalıp bir kısım notlar tutmuştum. Onları da aktarayım:
“Üsküp’ten Kosova’ya, ikinci büyük kent olan Prizren üzerinden girdik. Prizren, Kosova’lı Arnavutlar ve Sırplar arasındaki çatışmadan fazla etkilenmemiş bir şehir. Bizim Manisa’nın Spil dağı gibi bir dağ yükseliyor hemen şehrin içinden. Şar dağı. Bölgenin çok lezzetli et ve süt ürünleri bu dağ köylerinden geliyormuş. Şehrin içinden de Akdere isimli nehir akıyor. Düzenli ve güzel bir şehir. Ancak adım başı Birleşmiş Milletler askeri görülüyor. Sanki sokak güvenliği onlarda gibi. Kosova ABD ve Türkiye etkisinin en çok görüldüğü yer. TC başbakanı Erdoğan’ın duvar boyu afişi orda da çıktı karşımıza. Kosova’daki seçimlerde Demokratik Türk Birliği partisinin seçim mitingine katılıp destek vermiş Erdoğan. Afiş o mitingden kalma.Kosova’yı arka bahçe gibi görüyor Türkiye sermayesi ve siyasallaşmış tarikatlar. Prizren Arnavut Birliği adlı ırkçı örgütün merkezi ziyaretgah gibi olmuş. Kosova’nın diğer yerlerinde olduğu gibi Prizren’de de Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) çok etkinmiş.
Prizren’den akşam vakti Priştina’ya geçtik. Burası da Prizren gibi canlı ve hareketli. Şehri akşam gezmeye çıktığımızda, Manastır’da olduğu gibi konuşmalarımızdan anlayıp, bir Priştina Türkü sahip çıkıyor bize. Epey sohbet edip bilgileniyoruz. En önemli bilgi, Sırplarla savaşta Kosovalıların silahlı gücü olan UÇK’lıların, şimdi köşeleri hem idari hem de mali yönden tutmuş oldukları. İstedikleri mülke el koyuyorlar diyor ve bize UÇK’lılar tarafından el konulmuş olan birkaç bina gösteriyor dostumuz. “Silah onlarda çünkü, kimse onlara engel olamıyor” diye de ekliyor.
Priştina’da benim için en çarpıcı görüntüye şehrin merkezindeki bir pastanede rastlıyoruz. Yerel tatlı olan Trilece yemek için girdiğimiz pastanenin adı Fellini. Tatlıları ısmarlayıp oturunca, neredeyse duvar boyu bir resim görüyoruz. Resimde kocaman bir pasta var. Pasta Kosova haritası biçiminde yapılmış. Lacivert zemin üzerine sarı AB yıldızlarından oluşan bayrak. Bayrak görünüşlü pastanın tam ortasında eski ABD başkanı Bill Clinton’un sırıtan bir resmi. Pastanın başında bir kalabalık, herkes sırıtıyor. Sırıtkanlardan Clinton kocaman bir bıçakla pastayı kesiyor. “Biz sizi böyle dilim dilim yeriz” modunda sırıtışı. Diğerleri ise o zamanki Kosova başbakanı ve şürekası. Onlar da “emperyalizme canımız feda. Siz bizleri görün de ülkemizi istediğiniz gibi yiyin” hain sırıtışlarıyla alkışlıyorlar Clinton’u. Bana göre Balkanların bölünme amacını ve bugünkü durumu en iyi özetleyen tablo bu.
3-5 günlük bir gezinin çağrışımları bunlar. Kıvılcımlı’nın fiziki çilesi bitti artık ama anısı ve eserlerinin yeterince anlaşılıp değerlendirildiği söylenemez. Onu ölüme sürükleyenlerden ve zihniyetlerinden hesap sorulamadı henüz. Üstelik sağdan soldan olduğu gibi “içerden” de yıpratılmaya devam ediliyor günümüzde. Görüşleri çarpıtılıyor, anısı ve izleri silinmeye çalışılıyor. Olmadı kendi kapitalist ve külah kapıcı ilişkilerinin içine hapsetmeye çalışıyor kimileri Kıvılcımlı’yı. Son yolculuğundaki fiziki ve moral açıdan çilesi şimdilerde manevi şahsiyetine ve eserlerine yöneliyor. Bununla birlikte, onun anısını ve eserlerini işçi sınıfına ve tüm insanlığa taşıma gayreti içinde olanlar da var.
Başta da söylediğim gibi, bu büyük devrimcinin anısı hep yanımda oldu Balkan gezisinde. Bir kez daha yaşadım onunla birlikte tüm acıları. Dünyanın en büyük ama en az anlaşılan, en az değerlendirilen, en çok ihanete uğratılmış ama insanlığa ve marksizme katkıları erişilmez boyutta olan devrimcisinin direnci karşısında bir kez daha sarsıldım.
Kıvılcımlı’nın sadece balkanlardaki değil, yaşamı boyunca olduğu her yerdeki anısını ve izlerini takip etmek, onun kapsamlı ve öğretici bir biyografisini oluşturmak da gerekiyor. Bir süredir GELECEK gazetesinde yayınlamakta olduğum Kıvılcımlı Külliyatı’nın tek tek tanıtılması girişimi bu çabanın bir adımı olarak değerlendirilebilir. Onun Anısını ve eserlerini yaşatmak tüm Türkiye sosyalistlerinin görevidir. Sadece izleyicilerin (onların da bir bölümünün) gayretleri yeterli olmayacaktır. Herkesi bu göreve katkıda bulunmaya çağırarak bitiriyorum yazımı. 15.12.2013
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları