loading
close
SON DAKİKALAR

FETİH VE MEDENİYET

Ahmet Kale
Tarih: 29.05.2014

İstanbul'un fethinin yıldönümünde Kıvılcımlı Külliyatından Fetih ve Medeniyet

FETİH VE MEDENİYET

Fetih ve Medeniyet broşürü, Marksizm Bibliyoteği ve Emekçi Kütüphanesi’nde yayınlanan kitaplardan 16 yıl sonra yayınlanan bir eser. Bildiğimiz gibi Kıvılcımlı, 1937 yılında bir yandan kendi yayınevinde Marx’ın Kapital eserini fasiküller halinde yayınlarken, öte yandan Edebiyat-ı Cedide eserinin ikinci bölümü olan Edebiyat-ı Cedide’nin Felsefesi’ni tefrika ediyordu. O sırada patlak veren Donanma Davası provakasyonu sonucu yayınevi kapatılmış, Kıvılcımlı ve Fatma Nudiye Yalçı tutuklanmışlardı. Dava sonucu da Kıvılcımlı 12, F. N. Yalçı da 10 yıl hapiste kaldılar. İşte bu nedenle 16 yıl sonra yayınlandı Fetih ve Medeniyet broşürü.
Bu 16 yıllık kesinti bir yana Fetih ve Medeniyet broşürü İstanbul’un fethinin 500. yılında yazılmış, fethi ve etkilerini değerlendiren bir eserdir.
“Bir tarih tezinin ışığı altında” alt başlığı ile yayınlanan kitabın kapağında Kıvılcımlı tarafından çizilmiş olan, Fatih’i genç bir delikanlı halindeyken gösteren bir resim var. İç kapak ve ilk sayfalarda da Fatih Sultan Mehmet’in Avni mahlasıyla yazmış olduğu şiirlerden dizeler serpiştirilmiş. Bunlardan birini alalım:
“ Cümle ehl-i âlemin mamûresin arzetseler
Ehl-i fakrin hissesine mülk-i istigna düşer Avni
(Bütün el âlemin iler tutar nesi varsa ortaya konsa
Mülksüzlerin payına düşen mülk: Kâinata metelik vermemektir. Fatih Mehmet)”
FETİH BİR MEMLEKETİN Mİ? İNSANLIĞIN MI? Başlıklı ilk bölümde, İstanbul’un fethinin sadece önemli de olsa bir şehrin alınması değil, çok daha başka ve daha önemli anlamlarının olduğu anlatılır. Medeniyet tarihini bütünlüklü kavrayanlar böyle düşünürler denerek:
“Gerçekte, İstanbul’un Fethi, her şeyden evvel bir insanlık ve medeniyet hamlesidir. Arapça’da “Fetih” sözü güzel bir tesadüfle: “Açmak” manasına gelir. İstanbul’un Fethi de, o zamanki insanlığı bir çıkmazdan kurtarmış, medeniyete yeni ufuklar açmıştır. İstanbul’un Fethi, tarih yolu üstüne kâbus gibi çökmüş bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması, Bizans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının, -yalnız müslümanlara, yalnız Türklere değil- tekmil insanlığa yeniden açılmasıdır.” (Kitap, s. 9) değerlendirmesi yapılır.
İkinci bölümde ise İstanbul’un fethinin zorla (anveten) mı yoksa gönülle (sulhen) mi olduğuna bakılır. Göçebe geleneklerinde bir şehir (medeniyet), ya zorla, ya da barış yoluyla ele geçirilirdi. Zorla (anveten) ele geçirilen şehirlerdeki başka dinden veya kavimden insanlar toptan kılıçtan geçirilir ya da köleleştirilir, mabetleri de yakılıp yıkılırdı. Oysa İstanbul’un fethedilmesinin ardından ne şehirde yaşayan Hristiyan ve Yahudiler kılıçtan geçirilmiş, ne de mabetleri yakılıp yıkılmıştı. Kimse de köle falan yapılmamıştı. Bu çelişkili gibi görünen duruma çok sonraları, Kanuni zamanında Şeyhülislam Ebusuut efendi tarafından yayınlanan bir fermanla cevap aranmış. Fermana göre, Bizans’ta yaşayan bazı gayrı müslim Hrıstiyan ve Yahudi kimseler el altından Osmanlı ile işbirliği yapmışlar. Bu duruma göre İstanbul’un fethi zorla değil, gönülle(sulhen) olmuştur. Bu gönüllülük tamamen tarafların insani değerler kalitesine gelip dayanır:
“Bütün tarihi değişmelerde bu böyledir. İstanbul’un Fethinde de yalnız başına teknik unsur, yetici bir kuvvet olamamıştı. Bütün mesele o tarihi savaşta, iki taraftan hangisinin insan gönüllerini kazandığına gelip dayanıyordu. İnsan meselesinde Bizans yaya kalmıştı. İnsanı Türkler cezbediyordu. Bu cazibe elbet Bizans hükümdarına karşı açıkça itiraf edilemezdi. Ancak, Ortaçağ yığınlarına has batıl itikatlar şeklinde belirtiler veriyordu.” (s. 13)
Peki bu gelişme neden böyle olmuştu? Bunu da KADİM TOPRAK DAVASI başlıklı bölümde işler kitap.
“Bizans tezatlarının iç yüzünü idare eden kanunların başlıcaları, Kadim Çağların Toprak meselesine dayanır.” (s. 15)
Peki nedir bu Toprak Meselesi: “Bizans, 10-11. yüzyıllar arasında en parlak devrini yaşadı. 11. yüzyılla beraber derebeyleşmeye başladı. Derebeyleşme, köy topraklarının mütegallibe eline geçmesi demektir. Toprağı tekeline alanlar, toprak vasıtası ile geçinenlerin hayatları kadar, devlete de hükmettiler. Derebeyleşmenin ilk tepkisi, merkezi devletin can damarını tıkamak oluyordu.” (s. 15)
Devletin can damarları bir kez tıkanınca, sadece alt tabakalar değil, toplumun varlıklı kesimleri bile durumdan şikayetçi olmaya başlarlar. O zaman bu toprak meselesinin halli gelip dayanır. Osmanlı’nın toprak meselesinde Bizans’tan daha adil bir düzen kurmuş olması lazım ki, Bizans yığınları için çekim merkezi olsun:
“Osmanlılığın, Hıristiyan halk yığınlarına hoş gelmesi, her şeyden evvel Bizans’ta kördüğüm olmuş toprak münasebetlerini (ilişkilerini) kesip atıvermesinden ileri gelir. Osmanlılar, Bizans ilişkilerini yıkmakla kalmazlar. Onun yerine temiz göçebe ruhunu kaybetmemiş yepyeni bir Toprak Düzeni de kurarlar. Bu yenilik Dirlik Düzenidir.” (s. 19)
Fetih ve Medeniyet broşürünün konusu Dirlik Düzeninin anlatılması olmadığı için burada ayrıntılara girilmez. Ancak yüzeysel de olsa bazı açıklamalar yapılır. Dirlik düzeni ve dirlikçilik üzerine şunlar yazılır:
“O halde, dirlikçilerin rolleri nedir?
“Bir kelime ile toprağın işletilmesini ve asayişini gözlemektir. Bir çift “Münhal” [boş] oldu mu, onu boş bırakmayıp ehline, “Tapu” hakkı olarak vermek dirlikçinin iktisadi vazifesidir. Çiftçilerin barış zamanı itten uğursuzdan, harp zamanı dış istilalardan korunmaları dirlikçinin siyasi vazifesidir. Dirlikçi, kontrol ettiği toprakları bizzat işletemez ve keyfinin istediğine de veremez.” (s. 21) İşte böyle bir düzendir Dirlik Düzeni ve Dirlikçi.
Kıvılcımlı bundan sonra, fethin ruhunu incelediği bölümde Osmanlı’nın göçebe barbar karakteriyle nasıl gönülleri de fethettiğine dair başkaca örnekler verir. Bunları kitaba bırakalım.
İlerleyen sayfalarda “İstanbul’un Türkler’e geçişi, Osmanlılığın gelgeç “Tavaifülmülük”lükten kurtulup, sürekli bir imparatorluk halinde kuruluşu, bu sosyal ve siyasî şartlar içinde oldu. Bu şartlar altında, Fatih’in Objektif rolü, yerli kahramanlık ve medeni kurtarıcılık, Tarihsel Devrimcilik sayılır.” (s. 31) dedikten sonra fethin Batı dünyasını ilgilendiren sonuçlarına geçer. DÜNYA TİCARETİNİN AÇILIŞI ve BATI MEDENİYETİNİN DOĞUŞU başlıklı bölümler tümüyle bu sonuçların incelenmesine ayrılmıştır:
“Gerçekten, İstanbul bir kilitti. Onu -paslanmaktan kurtarmak için- Osmanlı anahtarı açtı. Ve açar açmaz da, Osmanlı’ya bütün dünya ticaretinin kapıları ardına kadar dayandı. Bir darbede, Tuna ile Fırat Dicle arasında uzanan destanlaşmış yüce bezirgan ülkesi, Osmanlı’nın avucu içine girip, nisbi asayişine kavuştu. Ada Rumları, kendiliklerinden Osmanlıyı çağırdılar.” (s. 33)
Bu kilidin açılmasıyla hem Osmanlı’ya imparatorluk yolu, hem de tıkanan Dünya ticaretine dirilme ve yenilenme yolu açılmış oluyordu. Bunun en doğal sonuçlarından biri de:
“Osmanlılık ve İstanbul’un Fethi, yalnız kadim büyük medeniyet yollarını açıp, insanlığın eski kazançlarını geliştirmekle kalmadı. Belki, üzerinde ne Doğu, ne Batı ilminin hâlâ bir türlü duramadığı bambaşka ve inkâr edilmez bir netice daha verdi: Batı medeniyetinin doğuşu.” (s. 37) oluyordu.
Bu rönesans tek değildi. İlk olarak Haçlı Seferlerinde Hristiyan barbarların yine İstanbul kilidinin birinci açılışı ile olmuştu. İkinci Rönesans ise: “Osmanlıların İstanbul’u fetihleriyle başladı. Ve Osmanlı İmparatorluğu ölçüsünde geniş, tamamen köklü bir tasfiye olduğu için, Bizans’tan kopan tohumlar, birkaç kent veya bir memleketle sınırlı kalmadı. Hemen, bütün Batı Avrupa’yı kapladı. O sayede, saman alevi gibi gelip geçmedi. Modern Avrupa tarihinin ve Batı medeniyetinin gelişme başlangıcı oldu.” (s. 38)
Fethin tüm sonuçlarının bu kısa broşürde incelenmesi beklenemezdi elbette. Kıvılcımlı büyük bir özgüvenle İstanbul’un fethinin 500. Yılında bu tahlilleri yapmış. Nihayet şöyle sonlanır broşür:
“İstanbul’un Fethi, o zamanki dünya ticaretinin en kesin düğüm noktasını çözmekle, yeni bir İmparatorluk meydana getirerek olumlu sonucunu verdi. Fethin olumsuz etkileri ise, Batı’da dünya ticaretine umulmadık ve beklenmedik yollar aranması ve bulunmasını zorunlu kıldı. İstanbul’un Fethi Batı ticaretine hem en büyük darbeyi vurdu, hem en büyük gelişimi verdi.
“1453’te İstanbul fethedildi. 1492’de Kolomb Amerika’yı keşfetti. Batı Bezirganlığı Akdeniz hegemonyasını kaybetmeseydi, Okyanusu denemeye kalkmazdı. Sultanahmet, 1 Mayıs 1953” (s. 40)

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları