Tarih:
23.11.2013
Kıvılcımlı Külliyatı (2)
Ahmet Kale; Marksist Edebiyat Eleştirisi ve Kıvılcımlı, Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi
Eleştirinin girişinde, Kıvılcımlı neden ve nasıl bu işe giriştiğini kısaca şöyle açıklar:Hapishane tuhaf yerdir. Fakat insan -bütün hayvanlar onun bu olağanüstü yatkınlık (adaptasyon) yeteneğine bol bol şaşar, tedirgin olur ve gocunabilirler- dört duvar arasında, insanlar ve insanların türlü türlü ilişkilerini ayna içinde iniş gibi gösteren söz, kitap, gazete vs.’den uzak yani ‘görüşüp konuşmaktan yasaklanmış’ bir halde yaşarken de insandır. Kaba Türkçesi sosyal bir hayvandır. O kadar sosyal bir hayvandır ki o durumda bile kendisini -Edebiyat-ı Cedidecilere göre- kendi hali pürmealini düşünecek yerde, kendisi gibi olanların duygu ve düşüncelerini merak eder, kendi benzerleri ile ilgilenir.
Bu dört duvar arasında, insanı insanlarla ilişkiye geçirecek en yakın araç nedir? Tabi tavan ve tabanla birlikte altı çıplak duvar…
Bu kitapsız, insansız ve uçsuz bucakta artık düşünebilirsiniz ki elinize ‘Edebiyat-ı Cedide değil, Edebiyat-ı Kablel Atıyka’: ‘La Litterature Pre-Antique’ye (tarih öncesi edebiyat) dair bir eser geçse ama bu eser şaşılacak kertede ters bir dille sizin pek iyi tanıdığınız hayatı; neredeyse kapkara buğulu bir ölüm maskesine de bürümeye çalışsa, eğer az çok, iyi kötü sosyal bir akıntının izini taşıyorsa, hele siz de olan her olayda sebepsiz fanteziler arayan pek öyle toy ukalalardan, haldırdaklardan değilseniz; eser yüzde yüz -söz yerinde ise- hoşunuza gidecektir.
Belki bu, duvarlar kadar canlı çeşitli türlü bir şey olmayacak. Fakat ne çare ki, bir kere düşmüşsünüzdür. Ve sonra, çeşnisi ne olursa olsun, tabii cansız ve monoton, hatta can sıkıcı şeyler bile ‘şey’ olarak, en sonunda gene ‘bir şey’ değil midirler.
İşte bu ruhsal durum ile zorunlu ve zoraki ‘aylaklık’ içinde iken karşıma çıka çıka Edebiyat-ı Cedide isimli bir şiir dergisi çıkageldi ve ben de onu bunca ‘gereksinmeler’ ortasında ‘iş’ edindiysem ayıplanır mıyım bilmem.
Sonra şiirin ve şairin tanımıyla işe koyulur ve şu saptamayı yapar: “Şiir de, tüm insan ürünleri gibi hem sosyal hem kişisel (individüel) bir üründür. Başka bir deyişle; şiirin baştanbaşa maddesini, malzemesini, harcını ve zorunluluklarını belirginleştiren ve veren, sosyal ve sınıf duyguları, düşünceleri ve dilekleridir; ama bu madde ve malzemelerden, bu ‘harç’lardan bir şiir yapısı kuran duvarcı, şairdir…
“Şair çoban yıldızından gelmiş yabancı bir Merihli değildir. Bu toplumun içindeki insan kümelerinden birisinin yaşama koşulları ile manen ve maddeten hemhal olur.”
Daha sonra özel Edebiyat-ı Cedide analizine girişir. Ve bu edebiyatı öncelikle şöyle tanımlar:
Evet, hiç kuşkusuz bu edebiyat geniş yığınların edebiyatı değil, kalabalıklar içinde değil, neredeyse bir avuç seçkin azınlığın, adeta bir yarı aydınlar ‘hizbi kaliyl’ (oligarşisinin) arasında çalınıp söylenmiş gibi.
Fakat ne kadar azınlık olursa olsun bu ‘oligarşi’ yine gelişigüzel şu veya bu kişilerin değil, belli kümelerden, belli sosyal kategorilerden, belli sınıflardan gelmiş kişileri, daha doğrusu bu kişilerin geldikleri insan kümelerini temsil etmiş… Bir çağın psikolojisine ağızlık ve dillik etmiş, tercüman olmuştur.
Sınıflı toplumun özelliği, sınıfların bazılarının yukarıda, bazılarınınsa aşağıda bulunuşundadır. Hatta, yukarı sınıflara üstün-çalıştıran sınıflar, aşağıdakilere alt-çalışan sınıflar denilmez mi? Şiir ve şairler de, bağlı bulundukları sınıfların damgasını taşırlar. Her sınıflı toplumda üstün sınıflar gibi bir üstün ideoloji, bir üstün güzel sanat ve şiir de var olagelmiştir. Divan Edebiyatı yanında halk koşmaları, peşrev musikisi altında saz şairliği ve ilh. gibi… Tabi bunların ikisi ortası örnekleri de bulunur.
Ve şairler, toplum içinde tuttukları sınıflara göre üstün veya alt -veya ikisi ortası- şiiri şakıyan veya sadece bağıran kişilerdir.
Ve teşhisini şöyle tamamlar:
Onlar, Cedideciler, kendi çağlarında, mensup oldukları sınıf ve zümrelerin içinden gelme, en orijinal, en ‘aslına uygun’ örneklerden başka bir şey değildirler.
Eğer bir hastalıkları, kusurları varsa, bunu sırf kişiliklerinde değil edebi kişiliklerini gerektiren, sosyal köklerinde, ortamlarında, çevrelerinde aramak ve bulmak gerekir ve elden gelir.
Bu tespitlerden sonra artık hastalıkları ve sapmaları açmaya başlar ve daha baştan şu üç karakteristik sapmayı bulur:
Kısa keselim, Edebiyat-ı Cedideciliğin her satırında ve her sözünde, her alandaki kavrayışlarında üstün duran üç özlük görülür:
1) Panseksüalizm: Üniversel-cinsiyet. Her nesneyi kadın, şehvet ve aşk görmek.
2) Melankolizm: Karasevdalılık. Her yerde ‘bezgin ve bıkkın’, sıkıntı ve üzüntü, her nesneyi, kara, karanlık, korkunç, sonuçsuz, faydasız… sız sız ve hiç bulmak.
3) Eksantrisizm: Dingilini, denkliğini yitirircesine, çıktığı yeri, kabuğunu beğenmemek, aykırı ufuklara, realitesiz hülyalara kapılıp gitmek.
Bu üç ana özlük üzerinde, artık kişilerle oynamayacağız. Fakat doğaldır ki roller ancak ‘personel’ kişileriyle oynandığı için kişice rolleri ister istemez bizim yerimizde kalacak herhangi bir kimse gibi, harç olarak materyal gibi kullanmaktan da geri kalmayacağız.
Kitabın ileriki sayfalarında bu üç hastalık derinlemesine deşilir. Panseksüalizm başlığı altında, Edebiyat-ı Cedide’nin önemli kişilikleri olan Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin ve Halit Ziya kişilikleri ve çevreleriyle incelenir. İncelemenin sonucu da şöyle bağlanır:
Edebiyat-ı Cedide üçüzünde ne görüyoruz? Tevfik Fikret’te kahyalık, Cenap Şahabettin’de divan efendiliği ile ilişki, Halit Ziya ise, adı ile, sanı ile ‘zengin, nispeten münevver’ bir halı tüccarının oğluydu. Gerçi sınıf eğilimlerinin temsilcilerinde bu kadar dar ilişkilerin rolünü aramak oldukça karışık, bulunması güç, sonucu her zaman tamamıyla mutlu çıkmayan bir çaba olabilir. Ancak açıklayıcı unsurlar elle tutulduğu zaman, konu beklenildiği kadar aydınlıktır. Edebiyat-ı Cedideciler için iş bundan başka türlü değildir.
Servet-i Fünun üçüzü, sırf aile kan bağları açısından değil, daha geniş ortamları açısından da cidden Edebiyat-ı Cedide üçüzüdür. Dikkat edelim, Recaizade’nin başkanlığı altında birleşen üç yıldızdan her biri Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişigüzel falan veya filan bucağında değil, tam anlamıyla üç yıldız beldesinden parlamışlardır: Fikret İstanbul’un yıldızı, Cenap Selanik’in yıldızı, Halit Ziya İzmir’in yıldızı…
Osmanlılıkta Selanik: ‘Küçük İstanbul’, İzmir: ‘Küçük Selanik’ sayılırdı. Selanik Rumeli Hinterlandının, İzmir Batı Anadolu’nun Hinterlandının ‘can damarı’ idi. İstanbul ise yalnız Osmanlı İmparatorluğu için değil, ta İç Asya ülkeleri yönünde de, belli başlı bir ekonomik yönetim merkezi, bir ticaret dört yol uğrağı idi. İmparatorluğun bu üç modern beldesinde, isterse komprador mahiyette de olsa, tatlı su Frenkleri yanında bir de ‘tatlı su kapitalizmi’ türünden, bir ‘yerli su burjuvaları’ zümresi belirmişti. Tuzlu Atlas Okyanusu balıklarına oranla tatlı su balığı ne ise Avrupa kapitalizmine oranla bu yarı-sömürge bezirgan sarraflığı da güç ve nitelikçe o idi. Her ne ise ‘karınca kaderince’: Osmanlılık içinde böyle bir zümre bazı demagojilerin safsatasına rağmen vardı.
Edebiyat-ı Cedicelik başta bu zümrenin şairliğini yaptığına göre ekonomik anlamda gelişimce en ileri olan üç Osmanlı kentinde üç parlak Cedide yıldızının doğuşu hiç de bir kör tesadüf sayılamaz.
Yine teşhis edilen hastalıklardan olan melankolizmi de iki alt başlıkta inceler:
1) Mistisizm (tasavvufçuluk): Gerçek (reel) hayatı realitesizliklerle açıklamaya kalkışmak. Mistisizm deyince bugün üç şey akla geliyor. a) Allahçı mistisizm: her şeyin başı, evrenin varı yoğu tanrıdır diyen bilinen din tasavvufçuluğu b) İdealist Mistisizm: Soyut ve mutlak bir takım öz (entite) ve mevhumlar kabul ederek bunlara tapınma. Adalet, hürriyet ve ruh aşıklığı gibi. Buna laik softalık da demek mümkündür. c) Esrarengizci Mistisizm: Ruh peşinde koşmak veya ruhu peşinde koşturmalar, telepatiler, Bergsonizmler ve ilh. tasavvufçuluğu...
Edebiyat-ı Cedide mistisizminde bu üç tasavvuftan hangisi var? Üçü de… Edebiyat-ı Cedide dünya tarihinin öyle bir çağında ve Osmanlı tarihinin öyle bir dönemecinde dünyaya gelmişti ki kendisinde mistisizm çeşitlerinin her üçünden de biraz vardı.
Mistisizmin evrensel cinsiyetle ilişkisi pek o kadar ırak değildir. Hatta denilebilir ki, mistisizm evrensel cinsiyetin başa vurması ve felsefeleşmesidir. Her ikisinde de kaynak aynı.
Edebiyat-ı Cedide, neyi tatsa, zekasını ne zaman kullansa, idrakinin çatlayacağını anlıyordu. Mistisizm, onu bu manen helak olma felaketinden kurtarıyordu. Çünkü mistisizm tecrübenin ve tecrübe yaratığı olan zekanın dışında bir kavrayıştı.
İkinci karakteristik de şöyle tanımlanır Kıvılcımlıca:
2) Pesimizm (bedbinlik): İmtiyazsız ve imtiyazlı Osmanlı burjuvazisi -bu araya küçük burjuvazi de katılır- sanki zorbalığın köpürüşünden, çırpınışlarından o kadar ürkmüş, sonunda kendi kuvvetinden o derece ümidi kesmişti ki kendi pasifliğini, kendi edilginliğini gördükçe evvela kendi kendine sonra da -her kendi kendine güveni olmayanlarda görüldüğü gibi- hiç kimseye ve hiçbir şeylere inanmamaya kadar gitmiş, herhangi bir gelecekten (istikbalden) hemen mutlak surette emin olmamaya mecbur kalmıştı.
Kıvılcımlı bu pesimizm tespitini Tevfik Fikret’ten bir alıntıyla pekiştirir:
Birçok şiir der Fikret, birçok sanat, fakat hepsinde aynı rehavet, aynı zayıflık, aynı hastalık belirtileri, aynı dertler.
Hepsinde o takatsizlik. O cansızlık. Hep göğsünü sıkarak alının ateşli düşünceleri, kalbinin bozulmuş ritmiyle vaktinden evvel ihtiyarlamış vücudunu zorla sürükleyerek, yayın alanına öyle yaralı ve ıstıraplı, sanki bir hastaneden gelir gibi çıkıyor.
Aralarında sizi teselli edecek, size kuvvet verecek, sizi canlandıracak, elinizden tutup kaldıracak kimse yok. Hepsi birbirinden beter, hepsi sakat, hepsi dermansız.
Ahmet Kale
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları