Tarih:
02.10.2014
Keşkelerden ve Pişmanlıklardan Kurtulmak
Mert Ünlü; Ne zaman, siyaset sahnesine işçi sınıfı çıkar o zaman her şey değişir. Laiklik, sokakta halkın ellerinde, halkın aydınlık geleceği için yeniden yükselir.
Keşke kelimesi bazen temenni bazen ise pişmanlığı anımsatır insanların algısında. İşin pişmanlık boyutundan yola çıktığımız zaman ise ihtiyacımız olan önce akıl kullanma becerisi, sonrasında özeleştiri, daha sonrasında çözüme yönelme hamlesi olduğu zaman bu pişmanlığın ardından keşke kelimesini kullanmak anlamlandırmaya değer olacaktır. Eğer bu üç aşamalı durum hala gerçekleşmediyse orada akıl veya mantık bulunamayacak ve ortaya sadece içi boş hazin bir duygusallık çıkacaktır.Bu kısa girişin ardından, bu karanlık koşullarda zafiyet kaynağı olmanın ötesine geçmeyen duygusallıklarımıza değinmemiz gerekmektedir. Bu konuya değinmeden önce, duygusallığın, bazı durumlarda olumlu, motive edici yönüne de gözden kaçırmamamız gerektiği ve bu yazıda birazdan değineceğimiz, “duygusallık” tanımının da “iyi niyetli” bir yorumlama biçimi olduğunun da ayrıca altı çizilmesi gerektiğini belirtmek isterim.
Evet, karanlık koşullar dedik. Her gün en az bir işçi ölümü, bu ölümleri fıtrat olarak yorumlayan/meşrulaştıran dinci gericiliğin devlet çatısı altında, özellikle de eğitimde kurumsallaşması, bu denetimsizlik ortamında daha da palazlanan bir sermaye, Suriye’ye emperyalizmin operasyon girişimi sırasında ortaya çıkan katil İslamcı bir IŞİD gerçeği ve yazmak için sayfaların yetmeyeceği diğer olumsuzluklar. Ve kurtuluş olacağına inandığı muhalefetin özlemini hala çeken, bunun arayışı ya da çabası içinde olan ve bütün bu olumsuzluklar karşısında, çoğunluğunun kafası karışık ama mutsuz, huzursuz bir duygusallık içindeki milyonlar.
Kafa karışıklığı tamamen, çözümün politik netliğinin somut olarak gözüne çarpmamasından yada kitlelerin, etrafında “sol gösterip, sağ vuran” siyaset bezirganlarından hala gözlerini alamamasından kaynaklanmaktadır. Burada bir art niyet yoktur, umut verici bir saflık vardır. Çünkü, bu durumlardan huzursuz olan milyonların varlığını, Haziran direnişi sırasında, umut olarak kentlerin meydanlarında görmüştük bu güzel insanları. Ama zaman bu olumsuzlukların içinde akıp gitmekte ve saflıktan çıkıp, uyuma halinin karşıt anlamı hali ile uyanık olmanın vakti gelmekte hatta geçmektedir.
Ne demiştik “iyi niyetli” bir biçimde, analiz edecektik bu duygusallığı. Ve iyi niyetli olmak, çözüm yada bu bataklıktan çıkışın, yolunu ve olması gereken sonucunu göstermeyi de gerektirmektedir.
Artık pişmanlık içeren “keşke”lerin sonucu, içinde bulunduğumuz karanlıktan daha karanlık bir sonuç doğuracak konuma gelmiştir ve hatalı yada pişmanlık içeren tercihleri tolere edebilecek koşullar giderek yok olmaya yüz tutmaktadır.
Biraz daha açık konuşmak gerekiyor.
Gerici bir toplum yapısının, piyasa düzenini beslediğini görmek artık o kadar zor olmamalı. Yani dememiz o ki, Türkiye’nin zaten gericilikten çok ta bağımsız olmayan, bunu yeri geldiğinde Alevilere yada solculara uyguladığı baskılar ile gösteren, düzeni, artık bunu açıktan vurgulayabilecek desteği sermayeden almış bulunmaktadır. Yani, laiklik mücadelesinin anti-kapitalist bir karakteristiği olması bir zorunluluktur. Kavram karmaşası yaratmanın, ortaya garnitür olan, piyasa karşıtlığı ile İslami söylemlerin güncel gerçeklik ile alakası olmayacağını da bir kenara not düşmüş olalım.
Yurtseverlik kavramını da “keşkelerden” arındırmak gerekmektedir. Anti-emperyalist olmayan, haliyle piyasa düzenini karşısına alamayan bir yurtseverlik anlayışının bir anlamı artık kalmamıştır. Bir önceki paragrafta bahsettiğimiz, gericilikten rahatsız olmayan, tam tersine mutlu mesut bir görüntü sergileyen sermaye, yabancı ortaklıklar ile daha da rahat palazlanabilmektedir. Yani emperyalizmin temsili sadece hükümet ile sınırlı değildir. Bu noktada, yurtseverlik, sıradan milliyetçilikler gibi ayrıştıran değil, birleştiren bir unsur olabilecektir.
Gündemde malum, tezkere var. “Sınırın ötesinden füze yollamak” deşifre olduğu için yerine “askerler rehin alındı” söylemi ile kirli senaryo meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu yalanlar ile, desteği alınmaya çalışılan siyaset, askerci ve milliyetçi damarı olan siyasettir. Önceki cümlelerde bahsettiğimiz gibi, uyanık olmak gerekmektedir. Bu tezkere sonucunda, oluşacak herhangi bir çatışma ortamının getireceği can kaybı haberlerinde, TÜSİAD başkanının yada Diyarbakır Sanayi Odası başkanının birinci dereceden akrabalarının değil onların firmalarında ve taşeronlarında çalışan işçilerin evlerinde, analarının feryatları yükselecektir.
Bazen sahibine “pişmanlık” uyandıran yada toplumda sorunların daha da büyümesine neden olan duygusallıklara değindik. Bu duygusallıklardan dolayı, suistimal edenleri ve suistimal edilenleri olabildiğince netleştirmeye çalıştığıma inanmaktayım. Elbette, iyi niyetli bir saflık içinde olmak güzeldir ama karşı cephenin senin kadar “saf” olmadığı zaman bu durum anlamlı olur. Bundan dolayı artık safımızı netleştirmemiz gerekmektedir.
Peki neresidir bundan sonra pişmanlık yaşamayacağımız safımız, tarafımız?
Verilen örneklerde, her daim kazanan ve palazlanan sınıfın karşısındaki sınıf. Yani, asansör kazasında can veren 10 işçinin ve Soma’da katledilenlerin sınıfı.
Ne zaman, siyaset sahnesine işçi sınıfı çıkar o zaman her şey değişir.
Laiklik, sokakta halkın ellerinde, halkın aydınlık geleceği için yeniden yükselir.
Alnın teriyle yaşamını geçindiren herkes, onlara dayatılan kaderlerini “fıtratçı” siyasetçilerden ve onların kasalarının ellerinden alır.
Kent yoksullarının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Alevi ve Kürt emekçiler, kimliklerindense sınıfları üzerinden siyaset sahnesine çıkarlar. Karşılarına her daim çıkartılan kontraların da kimlerin hizmetkarı olduğu netleşir.
Diyarbakır’ın ve Ankara’nın yoksullarının kaygıları ve mücadelesi ortaklaşır ve aynı hedefe yönelir.
En önemlisi, başta değindiğimiz umutsuzluğun bir diğer besleyicileri olan, sağ gösterip sol vuran, kendi yerel yönetiminde ihale takibinden başka bir kaygısı olmayan siyasetçilerin altı boşalır.
Bu saydıklarımızdan öte, bu topraklarda umut yeniden filizlenir.
Yazının başındaki karamsar tablodan eser kalmadı değil mi?
O zaman hep beraber, Timur Selçuk’un sesinden Payidar’ı, baştan sona dinleyip, omuzlarımızdaki yükü yüklenelim ve yürüyelim.
Mert Ünlü
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları