Şahin Mengü: Ortak Bildiri'de yer alan ifade maalesef Türkiye'nin haklı Afrin harekatını çağrıştırıyor.
Türk dış politikası ne yaptığını bilmez şekilde oradan oraya savruluyor. Sadece Suriye olayına bakalım:
ABD ve Fransa'ya bağırıp çağırmayı içerideki tribünlerden başka dinleyen yok.
Geçtiğimiz ay Dışişleri Bakanı Menbiç konusunda ABD ile anlaşmaya varıldığını açıklamıştı. Bakanın söylediğine göre, Menbiç'deki PYD'lilerin Fırat'ın doğusuna çekilmesine ABD ve Türkiye nezaret edeceklerdi. Fırat'ın doğusu konusu ise, süre bakımından ucu açık şekilde, komisyonlara havale edilmişti.
Bakanın bunları söylediğinin ertesi günü ABD'den Menbiç konusunda bir anlaşmanın olmadığı açıklaması geldi. Ya ABD Türkiye'yi kandırmıştı, ya da Türkiye nasıl bir anlaşmaya varıldığını anlamamıştı. İkisi da vahimdi.
Daha sonra, ABD'nin Menbiç'deki askeri mevcudiyetini tahkim ettiği bilgisi geldi.
CB Erdoğan'ın telefon görüşmesinde "yüksek frekans" ile ayar verdiğini söylediği Macron, bu görüşmeden birkaç gün sonra Elysee Sarayında PYD/YPG'lileri kabul etti, destek açıklaması yaptı ve Türkiye ile PYD arasında arabuluculuk teklif etti. Yetmedi, sınırımızın hemen ötesinde Fransa bayrak gösterdi. "Yüksek frekans"ın içerdeki tribünlere oynamaktan başka bir faydası olmamıştı.
Ankara zirvesi
ABD ve Fransa ile durum böyle iken, Rusya/İran cephesinde de durum daha iyi değil.
Yandaş basın, aldığı talimat doğrultusunda, tam bir propaganda makinesi olarak, her uluslararası temas sonrası yaptığı gibi, Ankara'daki son Türkiye-İran-Rusya zirvesinden sonra da yine zafer naraları attı. Oysa durum onların yazdığı gibi değil tam tersi idi, Türkiye'nin hanesine yazılabilecek esaslı hiçbir kazanım yoktu.
Türkiye bakımından en önemli husus, Afrin'deki askeri harekâtının uluslararası meşruiyetini güçlendirmek için, PYD/YPG'nin terörist niteliğinin toplantıdaki ortaklarına kabul ettirmesi idi. Başarılı olamadı.
Toplantı sonrası düzenlenen basın toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan şunları söyledi:"...Suriye'nin toprak bütünlüğünün sağlanabilmesi, tüm terör örgütlerine aynı mesafede olunmasına bağlıdır......Sadece Suriye ile kalmayıp, Türkiye başta olmak üzere, çevre ülkelere ve hatta tüm bölgeye yönelik terör örgütlerinin ayrım yapılmaksızın dışlanması çok ama çok önemlidir.......Mümbiç başta olmak üzere, PYD/YPG'nin kontrolündeki tüm bölgeleri güvenli hale getirene kadar durmayacağımızı burada tekrarlamakta fayda görüyorum.."
Bu sözler, aslında, PYD/YPG'yi terör örgütü olarak tanımayan misafirlerine sitem niteliğindeydi. Zira, toplantı sonrası yayınlanan Ortak Bildiri'nin ilgili paragrafında şöyle deniyordu:"..(Cumhurbaşkanları) Suriye'de BM tarafından tanımlanan DAEŞ/İŞİD, Nusra Cephesi ve Al Kaide veya Daeş/İŞİL ile bağlantılı diğer bireyler, gruplar, girişimler oluşumlar kesin olarak yok etmek amacıyla, aralarındaki işbirliğini sürdürmek konusundaki kararlılıklarını teyid etmişlerdir.."
Durum gayet açıktı, Ortak Bildiri'de sadece BM'in "terörist" olarak tanımladığı dinci gruplar anılmıştı. CB'nın basın toplantısındaki sözleri tek taraflı beyan niteliğindeydi, ortak anlayışın yansıması değildi.
İşin daha ilginç tarafı, Ortak Bildiri'de yer alan şu ifade idi: "...(Cumhurbaşkanları) terörizmle mücadele kisvesi altında, sahada yeni gerçeklikler yaratmaya yönelik tüm girişimleri reddettiler ve Suriye'nin egemenliği ve toprak bütünlüğü ile, komşu ülkelerin ulusal güvenliğini tehlikeye düşürecek bölücü gündemlere karşı durma kararlılıklarını bildirdiler..."
Ortak Bildiri'de PYD/YPG vurgusunun neden olmadığı Cumhurbaşkanı sözcüsü Kalın'a soruldu. Sözcü, yukarıda koyu harflerle yer alan ifadeyi okuduktan sonra;
"...bunun YPG/PYD terör örgütlerine bir atıf olduğu çok açık. Bunun bu şekilde deklarasyona girmiş olması bizim pozisyonumuzun diğer ülkeler tarafından da paylaşıldığını teyid etmektedir..." dedi.
Bu izahat insan aklı ile alay eder nitelikteydi. Misafir liderler PYD/PYD'yi terörist olarak tarif edecek ve Türkiye'nin bu örgütlere karşı tutumunu destekleyecek olsalar, bunu dolambaçlı ifadeyle neden yapsınlar?
Ortak Bildiri'de yer alan ifade maalesef Türkiye'nin haklı Afrin harekatını çağrıştırıyor. PYD/YPG Fırat'ın doğusunda ve Afrin'de yıllardır olduğuna göre, "sahadaki yeni gerçeklik" Türkiye'nin "terörizmle mücadele için" yaptığı Afrin harekatını akla getiriyor.
Nitekim, sözcü Kalın'ın başka bir soruya verdiği cevaptan anlıyoruz ki, Rouhani, toplantı sırasında Türkiye'nin Afrin'den çekilmesini talep etmiş.
(Bildiri metninde AKP iktidarının temel tutumlarına ters başka ifadeler de var. 2401 sayılı Güvenlik Konseyi kararı hakkında memnuniyet ifade ediliyor. Oysa, bu kararda yer alan ateşkes talebinin Afrin'i de kapsadığı bütün ilgili taraflarca bildiriliyor. AKP iktidarının tanımadığı Suriye hükümetine çağrı yapılıyor (yani muhatap alınıyor) ).
Bildiri yazılırken bizimkilerin tuzağa düşürüldüğü (veya mecbur bırakıldığı) anlaşılıyor!
Rusya ve İran ile Türkiye’nin hangi konularda mutabık kaldığı belli değil.
Rusya ve İran ile, içeriği belli olmayan "Suriye'nin toprak bütünlüğü ve birliği" üzerindeki genel mutabakattan başka esaslı bir anlaşmamızın olmadığı görülüyor.
Aslında, Türkiye'nin Suriye politikasının ne olduğu da bilinmiyor. Bilinen, sadece iktidarın dinci/mezhepçi saplantıdan kurtulamayarak sürdürdüğü Esad düşmanlığı. Düşmanlık o boyutta ki, iktidar tutarsızlıklar içinde debelenip duruyor.
Son kimyasal saldırı bizim iktidar sözcüleri tarafından hemen Esad'a fatura edildi ve Suriye yönetiminin cezalandırılması istendi.Peki kim cezalandıracak? ABD, Fransa ve genel olarak batı mı.... Peki, o zaman yeri geldikçe, bunlara "Suriye'de ne işiniz var" diye bağırılmıyor muydu?
Suriye'deki bir askeri üssü İsrail'in füzelerle bombaladığı ortaya çıktı. Gazze'ye askeri harekat düzenlediğinde "terörist devlet" kabul edilen İsrail, Suriye'deki Müslümanları bombaladığında terörist olmuyormuydu.
Bu gelişmelerin hemen ertesinde Rus dışişleri Bakanı Lavrov bize "Afrin'i rejime devredin" dedi. Bir başdanışmanı İlnur Çevik’in itiraf ettiği gibi, Afrin harekatını Rusların hoşgörüsü sayesinde yapmıştık. Lavrov, "bu iyi niyetimiz devam etmeyebilir" diye göz dağı vermişti.
Lavrov'a verilen yanıtlar da ayrı bir alemdi.
Milli Savunma Bakanı Canikli, "Afrin'i Şam'da hükümet seçilince o hükümete vereceğiz" dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, "biz yeri geldiği zaman Afrin'i Afrin'lilere bizzat teslim ederiz" dedi.
Bu iki söylem arasında ciddi fark var. Cumhurbaşkanının sözlerine bakılırsa, Şam'da nasıl bir yönetim olursa olsun, Afrin, merkezi yönetime değil, yerel halka devredilecek. O zaman, Suriye'nin toprak bütünlüğünden yanayız beyanlarının bir anlamı ve inandırıcılığı kalmıyor.
Türkiye'nin deneyimli diplomasi kadrolarının bu kadar dış politika yanlışını ve tutarsızlığını yapmasına imkan yok. O kadrolar tümüyle devre dışı bırakılınca, ortaya, bugün olduğu gibi Cumhuriyet tarihinde hiç görülmediği şekilde dökülen, bir Türk dış politikası tablosu çıkıyor.