Kader denir mi buna?
Yüksel Işık; Gerçekleşen afetten sonra geride kalanlara el uzatmak, insanlık görevimizdir; ihmal edenlerden hesap sormak ise kamusal görevdir.
“…ki hep sinirli ve hummâlı hastalar gibi yer
birden,
için için ve uzun
bir ihtilâc ile çırpındı, kırdı, yıktı... Keder Ve korku yüzleri soldurdu; evler, aileler Birer döküntü; kalanlar bütün ezik, kurada; Bir inkisâr-ı huşu' en şerefli başlarda, Minareler bile ser-be-zemin.”
Tevfik Fikret, 1894 İstanbul Depremini bu şekilde anlatmış “Zelzele” şiirinde.
Yaşasaydı, daha acıklısını yazardı; zira bu topraklardaki en şiddetli depremle karşılaştık 6 Şubat’ta.
Daha önce de yazmıştım; şiddeti ne olursa olsun deprem, acımasız bir afettir; nereden, ne zaman geleceği belli olmaz.
“Bazen, dalgalı siyah saçlı bir kızı, bazen kundaktaki mavi gözlü bebeği, bir gözünün rengi diğerinden farklı olan bir kediyi bazen; bazen de namaza durmuş bir ihtiyarı alır götürür zamansız. Zamanların en karanlık zamanıdır, deprem; bazen şafak sayan askeri, bazen dağdaki köyüne un götürürken yol üstü karakolunda tutulan çeteleye imza atmak için hazır olda bekleyen köylüyü yakalar en zamansız yerinden!”
GELECEĞİNİ TAHMİN ETTİĞİMİZ DEPREMİ HASARSIZ ATLATMAK…
Geleceğini tahmin ettiğimiz ama gelmesi halinde en hasarsız atlatmak için almamız gereken önlemlerin hiçbirini almadığımız bir afettir deprem.
Yol açacağı muhtemel felaketin etkisini aza indirgemek için yapılan çağrıları görmezden gelenlerin yönettiği bir ülkedir burası.
Halbuki “Nuh’a beşikler vermiş, Havva Ana’yı dünkü çocuk saymış” bir coğrafyadır burası ve tarihin pek çok tecrübesine tanıktır bu Anadolu.
Öyle bir devirden geçiyoruz ve öylelerince yönetiliyoruz ki tarihin tecrübesini önemsemiyorlar ama deprem, bu kez 7.8 ve 7.6 gibi iki çok büyük bir şiddetle ve tam da kışın-ayazın ortasında gelip buldu hepimizi.
Büyük Marmara Depremi’nden sonra yazmıştım bir kez daha yazmam gerekiyor; öldüren deprem değil, ihmaldir.
Nedir ihmal?
Olacağını bile bile hiçbir önlem almadan depremi beklemektir.
Evrenselleşmiş bilimsel kurallara aykırı yapılara af çıkartıp, deprem olduktan sonra enkazın üzerinden “günah keçisi” aramak, neredeyse gelenek olmuş.
Güya 17 Ağustos milattı…
Görünen o ki her yeni deprem ile birlikte yeni bir milat ilan ediyoruz.
Büyük Erzincan Depremini bir yana bırakıyorum; 17 Ağustos’tan sonra Van’da, Elazığ’da, İzmir’de ve nihayet Pazarcık merkezli son depremde görülüyor ki bir arpa boyu yol alamamışız.
Muktedirler, tribünlere oynamayı sürdürüyor; biz ise bedelini ağır ödüyoruz ama…
Büyük acılar, büyük kayıplar yaşıyoruz.
Yurdun dört bir yanından ve dünyanın her yerinden yardımlar artarak devam ettiğini; gencimizin, yaşlımızın deprem bölgesine gönüllü gittiğini; gidemeyenlerimiz kan vermek için Kızılay’ın önünde uzun kuyruklar oluşturduğunu biliyoruz.
Dayanışma duygumuzla övünebiliriz.
İlk gerçek müdahalenin ertesi gün yapıldığını hatırlatarak, yönetme becerimizin utanç verici olduğunu söylemek isterim.
DEPREMİN ETKİSİNİ AZALTACAK ÖNLEMLERİ ALMAK…
Kabul ediyorum; bizim ölçeğimize göre şiddeti büyüktü ama benzerleri dünyanın her tarafında olan bu depremlerin yalnızca bizde felaket boyutuna ulaşması size de tuhaf gelmiyor mu?
11 Mart 2011’de, Japonya’da gerçekleşen 8.9-9.1 şiddetindeki depremi hatırlayın; sonuçları bizimkinin yanında “lafı edilmeye değmez” boyutunda.
Dalgaların boyunun 40 metreyi bulduğu tsunaminin de etkisiyle toplam yirmi bine yakın insan hayatını kaybetmiş o depremde. Bundan yaklaşık bir yıl sonra 15 Mart 2012’de gerçekleşen depremdeyse sadece 4 kişi hayatını kaybetmiş.
Yaşadıkları en büyük felaket, başta Tokyo olmak üzere depremden etkilenen bölgelerin elektriklerinin kesilmesi olmuştu.
Hepsi bu kadar!
Peki ya bizde?
Rakamlar, gün gün açıklanıyordu; iki gündür rakam telaffuz edilmiyor. An itibariyle resmi açıklamalara göre can kaybımız 35 bin 418’i; yaralı sayımız da 105 bin 505’i bulmuş durumda.
Dilimiz varmıyor söylemeye ama çalışmalar ilerledikçe bu rakamların daha da yükseleceğini tahmin edebiliriz.
Gidenleri geri getirmemiz mümkün değil ama yeniden benzer acılarla karşılaşmamak için aklımızı, bilimin ışığında ayağa kaldırmanın zamanıdır.
Nasıl yapacağımıza gelince…
Japonya örnektir buna; nasıl çalıştıklarını ve depremin yıkıcı etkisini nasıl aza indirdiklerini yakından incelemektir görevimiz.
Gerçekleşen afetten sonra geride kalanlara el uzatmak, insanlık görevimizdir; ihmal edenlerden hesap sormak ise kamusal görevdir.
Görevimiz, asıl bundan sonra başlıyor; müdahale etmek yetmez, riski azaltacak bir gelecek vizyonu geliştirmek gerekir. Gerçekleşmesi muhtemel afetlerin etkilerini ve zararlarını en aza indirecek çalışmalar yapmaktır aslolan.
Önlem alma alışkanlığını yaygınlaştırmak ve zararları aza indirecek bir kültürü bilince çıkartmaktır görevimiz. Deprem karşısında ne yapacağını bilemeyen “şaşkın ördekler” olmaktan kurtulmanın yolu, herhangi bir afet anında bütünlüklü bir çalışma yapılabilmesi için toplumun yeni baştan her açıdan depreme hazırlanmasını sağlamak gerekiyor.
Gerçekçi olalım; pek çok insanımız, bu kışta kıyamette henüz enkaz altında ve kendince yardım bekliyorlar.
Peki biz ne yapıyoruz?
Üniversiteleri kapatmayı; depremzedeleri yurtlara yerleştirmeyi bir önlem sayıyoruz. Yaşadıklarımızı zamana yayarak, bir süre sonra depremde yitirdiğimiz canları “kara kaplı istatistik defterine” kaydetmeyi yeterli görüyoruz.
Artık idrak edelim; deprem boyun eğmemiz gereken bir kader değildir.
Depremi kader olmaktan çıkartacak olan şey aklın ve bilimin ışığında gereken önlemi almaktır.
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları