Muaviye Demiş ki...
Yüksel Işık; Üniversiteyi üniversite yapan, farklılıkların kendisini var etmesinin zemini olmasıdır. Nerede kaldı; “düşüncelerinize katılmıyorum ama düşüncelerinizi ifade etmenizi sonuna kadar savunuyorum” geleneği? Orası “tapu kadastro müdürlüğü” mü?
Ailesi tarafından “cemaat evi”nde kalmaya zorlandığı ve orada yaşadığı baskılara dayanamadığı için intihar etmiş Enes Kara.
Nasıl üzücü bir durum, anlatamam…
Bir annenin, 9 ay 10 gün taşıdığı; bir babanın büyüme sürecinin her anına tanıklık ettiği çocuğunu nasıl böyle bir sürece zorladığını anlamış değilim.
Bundan daha uç noktada insanın insana, insanın kendisine yabancılaştığı bir durum yoktur herhalde.
EMEVİ ZİHNİYETİNİN ÜRKÜTÜCÜLÜĞÜ…
Ne zaman bu tarz zorlamaların yaşandığı bir durum olsa hemen dikkatleri dağıtacak başka bir şey “servis edilir”.
Ömrünü mülkiye için vermiş Prof. Dr. Metin Kazancı gibi bir bilim insanının giyim tarzı nedeniyle bir öğrencisine hakaret ettiğine ilişkin haberin böyle bir anda servis edilmesi de, doğrusu kuşkulandırdı beni.
Kendisini suçlayanların toplamının karesinden daha özgürlükçü ve hoşgörülü bir hoca olarak bildiğimiz Metin Kazancı’nın başörtüsü nedeniyle bir öğrencisine hakaret etme ihtimali bile insanı ürkütür.
Neyse ki gerçeklerin açığa çıkma gibi bir huyları var; Kazancı Hoca’nın açıklamasından öğreniyoruz ki yapılmak istenen gerçeği eğip bükmekten ibaret.
“Derste Emevileri anlatıyordum. Emevi devletinin yaşam tarzına çok müdahale ettiğini belirttim. Dersten yaklaşık 8-9 civarı türbanlı öğrenci vardı. Bir öğrenci söz olarak, ‘Türbana da müdahale ediliyor muydu?’ diye sordu. Ben de her şeye müdahale edildiğini belirterek, ‘ben senin bunu neden taktığını yargılayamam. Ancak merak ediyorum dini nedenden mi, güzellik nedeniyle mi takıyorsun’ dedim. Olay bundan ibaretti.”
Açıklamalar gösteriyor ki olup bitenin servis edilen ile uzaktan yakından ilişkisi yok ama işin içinde bir ‘bit yeniği’ olduğu da görülüyor.
Nedir o?
Metin Hocanın ders konusu Emeviler’miş. Biz Emevilik ile müsemma Muaviye’ye yakından bakarsak, o ‘bit yeniği’ne ulaşabiliriz.
MUAVİYE’NİN YÖNETTİĞİ ALGI…
Çağına göre algı yönetimi becerisi yüksek biridir Muaviye.
Babası, uzun süre İslam’a direnmiş; sonunda da krallığını yürüttüğü Mekke’yi Hz. Muhammed’e teslim etmiş ama gücünü hep korumasını bilmiş Ebu Süfyan’dır.
İslam tarihine “Siffin” olarak geçen savaşta yenilmek üzere olduğunu sezince askerlerinin mızraklarına Kur’an-ı Kerim’in sayfalarını geçirecek kadar pragmatist biri olarak tanınır.
Muaviye’nin algı yönetimi konusundaki pragmatikliğine verdiğim bu örnek, Şam Valiliği sırasında başvurduğu yöntemlerin yanında masum kalır.
Rivayet odur ki Şam Valisi Muaviye ile Hz. Ali arasında halifelik tartışmasının çıktığı sıralarda, Küfeli bir tüccar, Şam’a gelmiş.
Elindeki malı bitirip, devesini bağladığı yerden çözmek üzere olduğu sırada, Muaviye’nin adamlarından biri, “ne yapıyorsun? Benim dişi devemi mi çalıyorsun?” diyerek önünü kesmiş.
Küfeli tüccar, şaşkın; “ne münasebet” diye itiraz etmiş, “bu deve benim. Hem zaten sen devenin dişi olduğunu söyledin; bu benimki erkek.”
“Demek öyle” demiş Şamlı, müstehzi bir yüz ifadesinin eşliğinde; “o halde Vali Muaviye’ye gidelim, dişi devenin kimin olduğuna o karar versin”.
Gitmişler; Küfeli tedirgin, Şamlı kendinden eminmiş.
Meydana toplanan halkın gözünün önünde Muaviye Şamlıya sormuş
“Bu dişi devenin senin olduğu doğru mu?”
“Doğrudur, bu dişi deve benim” demiş Şamlı.
Küfeli, açıklama sırasının kendisine gelmesini beklerken, Muaviye bu kez de dönüp halka sormuş:
“Ey ahali, bu dişi deve Şamlınındır, değil mi?”
Halk hep bir ağızdan, “Şamlınındır” diye cevap vermiş.
“O halde” demiş Muaviye, “siz de şahitlik yaptığınıza göre bu dişi deve Şamlınındır”.
GÖZÜ DÖNMÜŞSE BİR TOPLULUĞUN…
Küfeli şaşkın ve çaresizmiş.
Ne yapacağını bilemez halde gitmeye hazırlanırken, Muaviye’nin kendisine seslendiğini duymuş.
Gitmiş.
Muaviye demiş ki:
“ Bu devenin senin olduğunu biliyorum. Üstelik dişi olmadığını da biliyorum. Görmeni istedim ki dişi deveyi erkek deveden ayırt edemeyen ve ne dersem tekrar eden on bin gözü dönmüş adamım olduğunu görüp şahitlik edesin. Sana deveni geri veririm ama bir şartım var.”
“Nedir?” diye merakla sormuş Küfeli.
Şunu demiş Muaviye:
“Küfe’ye döndüğün vakit, burada başına gelenleri Ali’ye anlat. Anlat ki ayağını denk alsın, halifelik iddiasından vazgeçsin.”
Metin Hocamızın şahsında bizlerin başına gelen de bu!
Ürettikleri gerçek dışı algılarla Metin Hoca’yı linç etmek istiyorlar.
Yani Metin Hoca’nın, “merak ediyorum, niçin takıyorsun?” cümlesi değil mesele; asıl mesele, baskı altında oldukları için intihara sürüklenen çocukların kaldığı “cemaat evleri” ortamını unutturmaktır.
DÜŞÜNCEYİ TARTIŞAMAYACAKSAK…
Meselenin ‘bam teli’ ise uzun süredir inanç alanının ideolojik bir aygıt gibi kullanılıyor olmasıdır. Sendikalardan derneklere, kışlalardan eğitim öğretim alanlarına kadar pek çok kurumsal mekanizmanın üstlendiği ideolojik aygıtlık rolü, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de, esas olarak, iktidarların gücünü tahkim etmek için kullanılıyor.
İnanç alanıyla ideolojik duruş arasına mesafe konulmasını ve devletin bütün inançlara eşit mesafede durmasını, düşünce, inanç ve ifade özgürlüğünün güvencesi olmasını istediğinizde de, başınız, Metin Hoca gibi beladan kurtulmuyor.
Asıl acı olanı bilim ve özgürlüğün üretilme merkezi olan üniversitenin içine düştüğü trajik durumdur.
Şöyle bir açıklamaları var; demişler ki “Üniversitemizin hiçbir biriminde öğrencilerimizin ve çalışanlarımızın giyim tercihleri ve düşüncesinin tartışma konusu yapılmasına izin verilmeyeceğini kamuoyuna saygıyla duyururuz”.
“Giyim tercihi”ni tartışan yok; Metin Hoca da tartışmaz ama üniversite düşüncelerin tartışıldığı yerdir. Bir üniversite, “düşüncenin tartışma konusu yapılması”nı tabulaştıramaz; tabulaştırırsa üniversite olmaktan çıkar.
Üniversiteyi üniversite yapan, farklılıkların kendisini var etmesinin zemini olmasıdır. Nerede kaldı; “düşüncelerinize katılmıyorum ama düşüncelerinizi ifade etmenizi sonuna kadar savunuyorum” geleneği?
Orası “tapu kadastro müdürlüğü” mü?
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları