Özgürlükçü Bir Türkiye Mümkün
Yüksel Işık; ürkiye, “güzel ama yalnız” bir ülke olmaktan çıkar; yurttaşına önem veren, üretenini baş tacı eden, farklılıkları zenginlik kabul eden, herkesin inandığı gibi yaşamasının güvencesi olan parmakla gösterilen bir ülke haline gelir.
Anadolu halk kültürüne rengi veren geleneklerden biri de masallardır. Pek çoğu mutlu sona ulaşır; adalet gerçekleşir.
Gerçek hayat farklı olmakla birlikte geleneksel kültürümüzün temel taşları, dilek ve temennileri içerir. Değil mi ki yaptığımız her işten sonra bir dilek ve temennide bulunuruz; kökeni geleneğimizdir.
Masal demişken, eski zamanlara döneriz ve karşımıza iki kişinin çıktığını görürüz.
Bunlardan biri beymiş, diğeri yol arkadaşı.
Konuşa konuşa giderlerken, ağaca asılı bir levha görmüşler.
Üzerinde şunlar yazılıymış:
"Ey yolcu! Hiçbir kişinin yapamadığını yapmak, bulamadığını bulmaksa muradın; coşkun akan şu ırmaktan karşıya geç. Orada taştan bir fil göreceksin. Onu kucakla ve hiç durmaksızın başı göklere ulaşan karşı dağın karşı götür."
“Komik bu” diye gülmüş, bey olanı. “Boş ver” diye de eklemiş, “su çok azgın ve derin görünüyor. Hadi geçtik diyelim, koskoca fili, kucaklayıp dağın başına çıkarma, çok gülünç bir şey, ne gerek var?”
HAYDİ ARTIK…
Sonra da devam etmiş:
“Hem de soluk moluk almadan dağa çıkmak ne demek? Resmen bizimle alay ediyor bunu yazan.”
Arkadaşı, “ben uyacağım bu yazının çağrısına” demiş ve ardından atmış kendini coşkun sulara.
Geçer geçmez, levhada bahsedilen fili görmüş. “Götürebilir miyim, götüremez miyim” diye düşünmeden fili kucaklayıp yola revan olmuş.
Terlemiş, yorulmuş ve hatta zaman zaman “çıkaramayacağım galiba” düşüncesine kapılmış ama nihayetinde varmış dağın tepesine.
Tepeye varınca bakmış ki dağın ardında dümdüz bir ova, ovanın içinde bir su akıyor. Etrafı ağaçlıklı ve dağın eteklerine kurulmuş çok güzel bir şehir görünüyor. O kadar güzelmiş ki şehir, seyretmekten kendini alamamış. Yorgunluğunu ve hatta kucağındaki fili indirmeyi dahi unutmuş.
O sırada kucağındaki fil canlanmış ve bağırmaya başlamış.
Fil sesi, bir çeşit borazana benzer. Sesi duyan şehrin sakinleri, önce dikkat kesilmiş. Sonra da “haydi” demişler. “Memleketini seven katılsın bize” diye bağırarak dağın doruğuna doğru koşmuşlar. Kimisi nacak almış eline, kimisi tırpan yahut kör silah…
Ellerinde silahlar bulunan onca insan seli karşısında kim olsa panikler ama bizimki karşılaşabilecekleri tehlikeleri önceden düşünmüş ve icap ederse karşı koymakta da kararlı imiş. Sükûnetle beklemiş gelenleri…
Kalabalık yaklaştıkça bağırtıların bir sevinç çığlığı olduğu anlaşılmış. Onu tuttukları gibi havaya fırlatmışlar.
“Ne oluyor? Nedir bu sevinciniz?” diye sorunca gerçeği öğrenmiş.
ZAFERİN YOLUNU ÇİÇEKLEMEK…
Meğer hükümdarları artık yönetemez hale gelmiş; onlar da artık o hükümdar ile yönetilmek istemiyorlarmış. “Güzel ve yalnız” memleketleri için kendileri gibi, onları anlayan, onlara önem veren, kimseyi aç ve açıkta bırakmayacak bir yönetici arıyorlarmış. Aradıkları kişinin sakin ama gözü kara, çok yönlü düşünmesini bilen ama kararlı, her şeyi ince eleyip sık dokuyan ama inançlı biri olması şartmış.
O tabelayı da, o taştan fili de, bu şehrin sakinleri koymuş.
Tesadüf mü dersiniz buna?
Masal der ki “hiçbir zafere çiçekli yollardan gidilmez”.
Masal bu kadar, gelelim gerçeğimize.
Gerçek şu ki Türkiye artık yönetilemiyor. Üzülerek görüyoruz ki freni patlamış bir kamyon gibi son sürat uçuruma doğru giden bir kamusal yönetim tarafından yönetiliyoruz. Düzeltilmesi, düzlüğe çıkartılması ve doruklara çıkacak potansiyelini göstermesi en büyük dileğimizdir. Bununla birlikte oluşturulan hegemonik dil, itiraz edeni, uyaranı, doğru yolu göstereni “günah keçisi” ilan etmekten geri durmuyor; düşmanlaştırıyor.
EKMEĞİMİZDE TUZ, KİTABIMIZDA SÖZ
Oysa taleplerimiz çok basit; bir kez daha not edelim isteklerimizi:
Kimsesizin kimsesi olabilen bir Cumhuriyet istiyoruz; o Cumhuriyette kimsenin aç ve açıkta kalmasın. Herkes için hak eşitliği ve düşünce, ifade, inanç özgürlüğünün sağlandığı bir Anayasal düzen istiyoruz; istiyoruz ki üreten, yönetim sürecine de katılsın.
Başında kim bulunursa bulunsun; kamu yönetimi, demokratik, şeffaf ve hesap verebilir olsun; bölüşüm de adil ve hakkaniyetli…
Bunlar olursa ne olur?
Türkiye, “güzel ama yalnız” bir ülke olmaktan çıkar; yurttaşına önem veren, üretenini baş tacı eden, farklılıkları zenginlik kabul eden, herkesin inandığı gibi yaşamasının güvencesi olan parmakla gösterilen bir ülke haline gelir.
Nazım da benzer sözleri dizeleştirmiş; onunla bitirelim:
“…el kapısının yokluğu değil de
imkansızlığı.
Ekmeğimizde tuz,
kitabımızda söz,
ocağımızda ateş oluşu…”
İmkânsızı mi istiyoruz?
Boşuna denilmemiş; “gerçekçi ol imkansızı iste”.
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları