Mehmet Aslantuğ: Yargının bağımsızlığından korkarak kamu yararı nasıl sağlanır acaba?
Oyuncu Mehmet Aslantuğ "Salgın koşullarında; üretim tüketim ilişkisi ayrıca yaralanmış, tiyatro ve müzik emekçisi kardeşlerimiz dahil hepimiz de derin kaygılar birikmişken; dinlenmeye dair kelimelere dokunmak istemem" dedi.
Mehmet Aslantuğ, Cumhuriyet'ten Fatih Türkmenoğlu'na konuştu. Gündeme ilişkin değerlendirmede bulunan Aslantuğ'un Türkmenoğlu'unun sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
- Uzun ve yorucu bir sezon oldu. Nihayet bir araya gelebildik.
Evet, nihayet... Sezona dair “Masumiyet” e atfen söyleyebileceğim şöyle. 13 bölüm gibi pek uzun sayılmayan bir sürede son verdik; ama genel olarak da bölüm ortalaması çok sahne ve mekan barındıran bir iş olarak, tüm ekip açısından yorucu bir çalışmaydı.
- Nasıl dinleneceksin?
Dinlenmek diye bir şey var değil mi. Aslına bakarsan... salgın koşullarında; üretim tüketim ilişkisi ayrıca yaralanmış, tiyatro ve müzik emekçisi kardeşlerimiz dahil hepimiz de derin kaygılar birikmişken; dinlenmeye dair kelimelere dokunmak istemem.
- Proje içine sindi mi? Karakteri istediğin gibi yorumlayabildin mi?
Kadına yönelik şiddeti derinlikli ele alması; yine kadının, ötekileştirdiği hemcinsine karşı ihtiraslı rekabetini ve kendi onurunu unutturan “teslimiyetçi” yanını anlatması açısından değerli bir çalışmaydı. Ama biraz obsesif bir tavırla, kendini spesifik, kriminal bir alana/olaya kapattı. Karakterlerini o alanın/olayın etrafında yaşatmaya çalıştı. Sadece bize has bölüm süreleriyle sınav verince de; onca emek ve psikolojik kazılarla yazılan birçok sahneye, nitelikli bir yapım çabasına rağmen; çoğu zaman tekrara düşen, farklı öykülere paslarla oyunu açmayan/dağıtmayan bir sıkışma yaşadı. Karakteri yorumlamak da bütünden bağımsız olmuyor zaten. Rağmen yapılan işin standardı ve karakterden yana bir sorunum yok. Yetişkin bir kız babası olmak; kızının, başka bir erkeğin hastalıklı egosuna tutsak olduğunu görmek hafif bir duygu da değil şüphesiz. Ama adamı ben yazsaydım, kendi duygusal yalnızlığını da deşmeyi, yaşı ve deneyimleri üzerinden ayrıca ülkeye de dair siyasi-sosyal parantezler açmayı tercih ederdim.
- Bu arada ratingle de baş etmek gerek...
Masumiyet bu anlamda fazladan hayal kırıklığı yaratmadı; ancak, kapasite ve maliyete bakınca bir iki puan daha yukarıda kalması önem taşıyordu elbette. Nitelik arayışlarının rating garantisi yoktur. Hele az önce bahsettiğim türden dikey tatlar barındıran; sosyal-politik sorumluluklar, derinliklerle ilgili tercihler ratingi doğrudan ilgilendiren dokunuşlar da değildir zaten. Rating, en yalın tanımıyla seyircinin nabzına göre şerbet verip vermemekle ilgili bir meseledir ve şüphesiz önem taşır. Kurulan işe dair nitelik arayışından ziyade, izleyicinin algısını yönetmeye dair dikkat ve özen ister. Her çalışma bunu yapmaya niyetlidir; ama kimi şu veya bu nedenle ipi elinden kaçırır.
- Sen gerçek hayatta baba-oğul ilişkisini büyüttün. Benzer bir durumla karşılaşmış bir kız babası olsaydın?
Bunu zaman zaman sordum kendime, özellikle de Deniz’le (Işın) çalışırken. Kızımı oynadı Deniz. Öyküdeki adam da bana yakın duygularla hareket etti sayılır; ama, ölçüsü kaçmış şımarıklıkları onun kadar soğukkanlı karşılayabilir miyim diye kıyaslamalar yaptım tabii... Bazen karakterler dikkat çekecek, tartışılacak seviyede davranışlarla gerçek hayattan kopuk frekansta yaşayabiliyorlar diye düşünüyoruz ya, gerçek hayat daha fazlasını bile saklıyor galiba!
- İnsan seni tanıyınca çok seviyor, çok güveniyor; ama o aşamaya kadar ilerlemek uzun bir çaba gerektiriyor gibi...
Gerçekten mi?.. Buna engel olanın bizzat ben olduğumu sanmıyorum. Duygularını esirgeyen/ saklayan biri değilim. Öyle olsa kendimi suç üstü yakalarım gibi geliyor, ne dersin? Böyle bir şey mümkün müdür? Senin gazeteciliğin dışında kalan alana giriyoruz bak! Aynı zamanda bir klinik psikolog olarak sohbeti genişletmene açığım.
- Saklanma ihtiyacı duyuyor gibisin. Bir aktörün bu kadar saklı yaşamasının sebeplerini merak ediyorum.
Bunu zaman zaman özellikle istesem de, ne kadar saklı yaşadığımızı, yaşayabildiğimizi artık tartamaz oldum. Emin değilim sahiden. Eskiden kısmen mümkündü bu. İletişim araçları bu kadar kişiselleşmemişti filan. Ama artık durum değişti. Sen yayın aracı gibi dolaşmasan da, seni dahil eden bir takım fotoğraf kareleriyle, etiketlenmiş duygular ve mekanlarla dolaşıma giriyorsun zaten...
- Göz önünde olmak ya da olmamak; işte bütün mesele bu!
“Olmak ya da olmamak” böyle ölçülüyor artık değil mi... “Düşünüyorum, öyleyse varım” yerine, “Göz önündeyim, öyleyse varım” veya “Göz önünde değilim, eyvah öldüm mü” hali... Bu da bir şey muhakkak!.. Uygarlık yolculuğunun aşamalarından olsa gerek... (Gülüyor) Evrimsel gelişim/değişime ne gibi katkıları olacak bize de bir mesaj atarlar umarım gelecekte.
- Bu durumda...Dünyanın gidişatı nereye?
Hiç eskimeyecek bir soru işte. Bildiğimiz esaslı gidiş, hızla genişleyen bir evrende yine hızlı dönüşlerden ibaret malum.. Güneş’in etrafında saatte 108.000 km hızla dönüyoruz. Kendi ekseninde de 1.670 km. Bu hızlarda meydana gelebilecek küçük sapmaların çok ciddi sonuçları var insanlık için.
Bu türden sapmaların ihtimalini de düşününce, uygarlığı inşa etmekle, gezegeni kemiren iştah ve şehvetin mimarı olmak arasında hassas dengeyi düşünmek zorundayız. İşin fizik kısmını bir yana koyarsak, sanırım ruhsal/sinirsel yanının yeni musibetlerle test edilmesi gibi de bir döngüsü var hayatın. Unutuyoruz! Acıları, kötü sonuçları, deneyimleri, belki sevinçleri de... Ders çıkarmak için onca nedenimiz var; unutuyoruz. Unutmak insana iyi gelebilir; ancak her şeyi değil. Şu bölgesel/küresel savaşlar ve silahlanmadan çıkamadık mesela. Sanki başkaca küresel dertlerimiz yokmuş gibi. Yahu yarısını aç bırakan bir vicdanla yönetiliyor Dünya, ne silah yatırımıymış, bitmedi gitti. Sonra da birçok kutsal mekân, neredeyse aynı tebliğ üzerinden birbirini yalanlayıp, didişiyor, savaşıyor vs. Ayrıca ispatlanmış onca bilimsel veriye, edebi/felsefi akla-ahlaka rağmen hala sahtekarlıklarla boğuşuyoruz ya, en çok ona yanıyor insan!.
- Hiç umudun var mı?
E var tabii, var... Olmaz mı? Yoksa evlatlarımızın nefesiyle tanışır mıydık hiç? Yani bireysel umutlarımızın seyrine dair söylüyorum bunları, yoksa bir ayrıcalık duygusu değil. Çevreye/geleceğe, toplumsal, bölgesel, küresel barışa dair aymazlığın; ya da kötülüğün sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Bunun bir ütopya veya saflık seviyesinde umut olduğuna inanlar varsa da, ayrıca o ergen görünümlü yetişkinleri rehabilite etmek için fazladan enerjimiz de yok ne yazık ki. Kalan enerjimizi çocuklara sakladık. Gelecekten alacaklı onlar.
- Peki bizim buralar?
Önünde sonunda bizim buralar işte. Doğup, büyüdüğümüz topraklar. Sevdiğimiz; ama eleştirdiğimiz... “Ya sev, ya da terk et” diyen cehalete inat, hem sevme, hem de eleştirme hakkımızın anamızın ak sütü gibi helal kılındığı, hepimizin kültürel-ekonomik mirasçısı olduğu bizim buralar... Dünya haritasını açtığımızda; ne kadar şık durduğuna, Nazım’ın dizelerine ilham olan, “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” enerjisine, farklı iklimlerine, kültürel miraslarına rağmen; fena bir şehirleşmeye, plansız yapılara, sokaklara teslim ettiğimiz bizim buralar... Çevre dahil, gelecek kuşakların yaşam hakkı olan bütün kritik alanları, konuları; ne yazık ki acıkmış saldırılardan muaf tutamadığımız bizim buralar... İyileştirmeye çalışacağız hep birlikte; dert edinerek, konuşarak, anlatarak... Başka bir yolumuz, başka bir ülkemiz var mı!
YARGIYI DÜŞÜNÜYORUM ELBETTE, GÖZLERİMİ KAPATMADAN
- Mafya, siyaset, ticaret tüm gündemi domine etti, değil mi? Ne düşünüyorsun?
Yargıyı düşünüyorum elbette, gözlerimi kapatmadan... TBMM’de kritik önemde önergeleri reddederek, yargının bağımsızlığından korkarak kamu yararı nasıl aranır, nasıl sağlanır acaba? Malumu tekrar ederek bir daha altını çizelim o halde. Güvenliği biricik sebep gösterip, kuvvetler ayrılığını geçici ya da kalıcı askıya almak kimseye bir yarar sağlamayacaktır. Demokrasiyi de, hak ve özgürlükleri de, sosyal-ekonomik refahı da, ülkemizin güvenliğini koruyarak ikame-idame etmenin tek çözüm olduğunu göreceğiz. Devleti kuşatan eski-yeni çetelere; tarikat, şeyh, müritlere; darbelere, darbecilere, paralel yapılar dahil, onlarca yıldır yarattıkları terörle yurttaş bilincini yaralayıp, birlikte yaşam alanını daraltan ve hayatımızı kuşatan, bu coğrafyanın refahını arzulamayan gizli servis maşası bütün örgütler ve çıkar ilişkilerine; arsıza, hırsıza, yalana, dolana, talana karşı korumakla yükümlü olduğumuz bir ülkemiz ve hepimizin de tek bir adı var. Ben diyeyim yurttaş, sen de vatandaş. Bu ülkede, Balkanlar ve Ortadoğu’da yıllardır tanıklık ettiğimiz onca acıya rağmen; şu veya bu kutuplaşmadan kimseye; fırsat da, ekmek de, zafer de çıkmaz!
- Bana bilmediğimiz bir yönünü anlat?
Onları kendime saklasam. (Gülüyor) Yok, yok...Baksana, epeyce de açık oynayan bir oyuncuyum. Profesyonel olarak 40. yıla doğru seyirdeyim. Kabaca kimsenin bilmediği bir yanım yok gibi...
- En çok neye sinirlenirsin, nasıl tepki verirsin?
Sinirlenmemeyi öğrenmeye çalışıyorum epeydir. Onca yıl sonra henüz yolun başında olduğumu keşfettim. Biraz Karadeniz havası gibi gelir gider şu veya bu sebeple; ama, zihnime etki ettiği kadar etmez; bedenime veya dilime. Erir gider...
- Can’ın geleceğiyle ilgili hayalleri neler?
Birlikte hayal kurmaya hep devam ederiz diye düşünüyordum. Ancak onun zaman ayırmaları ayrışmaya başladı. Bir an geliyor ve artık bize verdikleri zaman epeyce azalıyor. Bu duygularla dertlenmenin, memleketle dertlenmekten daha hafif olmadığına eminim. Babasını tanımamış bir yetim olarak ne dediğimin farkındayım elbette; ama, böyle bir durumun da yiğidime baskı oluşturmasını istemem şüphesiz.
- Bir klinik psikolog olarak bütünlüğünü koruyan dik duruşunu beğeniyorum. Nasıl başarıyorsun?
Başarının tam olarak neleri kapsadığını hala kestirebilmiş değilim; ama olan biteni açıklayabileceğim (etrafıma da, kendime de) kelimeleri bulmayı, onların peşinden gitmeyi seviyorum. Hayatın, varmak değil de, yol yapmak olduğunu sevdim mesela epey bir zamandır. Kavuşmayı da zaten, kavuşmayı beklemek kadar anlamlı bulmamıştım hiçbir zaman. Doz aşımı pişmanlıklarım yok gibi hissediyorum; ama, güzel hatalarım var benim de, muhtemelen hepimizde olduğu gibi. Belki de bizi biz yapan, tamamlayan hatalar. Onların ayıklandığı bir kişisel tarihten; yenilgisizlik, mutlak başarı, mutlak bereket/kârlılıktan geriye bu biz kalmazdık herhalde. Yenilgilerim de var, hayal kırıklıklarım da... “Hayat bize güzel” mirasçısı değiliz yani!... Cümlesini de sevmeyiz zaten!.. Topluca iyilik/güzellikten ayrışmış “Bir Güzel Hayat”ın canı cehenneme!..
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları