Kerem Akça, Lars Von Trier'nin tartışmalı son filmi 'Melancholia'yı New York Film Festivali'nde izledi
Dogma akımının veliahtlarından, kariyerinde sürekli farklı bir şey deneme amacında bir yönetmen. Lars Von Trier’nin son 25 yılın en önde gelen Avrupalı yönetmenleri arasında ilk beşte olduğu kesin. Ancak burada “Deccal”in üzerine koyamayan bir kıyamet filmi ile çıkagelirken Roland Emmerich’in ‘aile saadeti’ odaklı eserlerini hatırlatması ilginç. Zira “Melancholia”, karakterlerin melankolik yapısını fazla abartıp bunu iki saati geçen bir duygu sömürüsü ve diyalog patlamasına çevirince, yönetmenin 15 sene önce çektiği Dogma filmlerini hatırlatır hale gelmiş. Bu da sözünü ettiğimiz eseri izlerken içinizden ‘dalgarı aşmadan gelme Trier!’ diye haykırma arzusunun geçmesini sağlıyor. En kısa tanımıyla “Melancholia”, ‘bol melankoli-az sinema’ düşüncesine kapılan Trier’nin bugüne kadar çektiği en sıradan ve zayıf eseri olmuş. Filmi 49. New York Film Festivali’ndeki ABD prömiyerinde izledim.
1998’de ‘Dogma manifestosu’nu faaliyete geçirmeden önce; ‘monokrom’ ve ‘siyah-beyaz’ pelikülle çalışan ya da bambaşka görsel numaralar yapan Trier, bu dönemin ardından ‘el kamerası’ ve ‘gerçeklik’ güdüsüne stilsel reform yaşatmaya başladı. “Dalgaları Aşmak” (“Breaking the Waves”, 1996) ile “Gerizekalılar” (“Idioterne”, 1998) akımın safkan temsilcileri ya da öncülleri olurken, bunların hemen ardına “Karanlıkta Dans” (“Dancer in the Dark”, 2000) yerleşti. Yönetmenin orada sabit kamerayla çekilmiş ‘renk patlaması yapan müzikal sahneleri’yle bu estetiği birleştirdiğini gördük.
Kıyamet filmleri serisinin ikinci ayağı
2003’te “Dogville” ile başlayan ‘fırsatlar ülkesi ABD’ adlı üçlemesi de yine fark yaratmak için yola çıkıyordu. Zira Brechtiyen bir sinema dünyasında Amerikan yakın tarihine dair düşünceleri yukarıdan bir bakışla yansıtan ve ‘yabancılaşma’yı “Querelle” (1982) ile “Macon Bebeği”ndeki (“The Baby of Macon”, 1993) gibi çığır açıcı şekilde uygulayan bir yapıyla karşılaşıyorduk bu sefer.
Trier’nin takvimlerimiz 2009’u gösterirken çektiği “Deccal” (“Antichrist”) ise ‘kıyamet öncesi filmi’ ya da ‘kıyamet filmi’ dediğimiz kavramı kendi hıristiyanlık karşıtı görüşüyle açığa çıkardığı eserlerini başlattı. “Melancholia” muhtemelen bu serinin ikinci ya da tamamlayıcı ayağı olarak anılacak.
Nükleer Savaş dönemindeki örneklerin yanında naif kalıyor
Nükleer ya da Soğuk Savaş döneminde “On The Beach” (1959), “Garip Doktor” (“Dr. Strangelove”, 1964) gibi nihilist örneklerini gördüğümüz bu alan burada Trier’vari bir şekle sokulmuş sözde. Ancak bunu “Deccal”in üç yönetmenlik stilli ve bolca dini okumalı yapısından uzakta duran, naif, samimi, gerçekçi ve ev ortamı odaklı bir yapıya transfer etmiş yönetmen.
“Melancholia”nın özüne yerleştirdiği ‘Melancholia gezegeni’nin yani mitolojide ‘Satürn’e denk gelen oluşumun dünyaya çarpacağını prolog kısmında öğreniyoruz aslında. Yönetmen de ilk bölümü “Deccal”e benzer bir şekilde şık görüntülerle açmış. Ancak bu seferkiler burjuva malikanesinden çıkamayan bir ailenin Alain Resnais’nin “Last Year at Marienbad”dakine (“L’Année Derniere a Marienbad”, 1961) benzer belleksel ‘duruş’larıyla gerçekleşmiş. Arka plandaki klasik müzik ezgisi de bir etki yaratıyor kabul edelim.
15 sene öncesine geri dönüş
Yönetmen sabit kamera ile aldığı minimal açıları böylesi bir efektsel dokuyla doldurmuş. Ancak ilginç bir şekilde bunun devamında kendisinin ilk döneminde gördüğümüz sadece ‘el kamerası’ ile çekilip gerçekçi dramaya kaykılan filmlerinden birine açılıyoruz. Zira 135 dakikalık süresine karşın “Melancholia” bilimkurgu ve kıyamet dokusundan beklenen ‘hedefi bir basamak ileri koyma’ güdüsünü bir türlü dolduramıyor.
Öyle ki sadece birkaç mistik üst açı ve ‘melankoli’den güneşlenme gibi metaforik sahnelerle kalıp parçalı anlatısını da iki ile kısıtlı bırakmayı seçmiş. Bu da seyircinin değil de Trier’nin ta kendisinin bölümler arasında kaybolmasını körüklemiş. Böylece karşımıza 15 sene öncesinden “Dalgaları Aşmak”ın yapısındaki ‘mistik’ dokunun kıyametsel versiyonu çıkmış. Oradaki Tanrısal müdahale burada öbür gezegen yoluyla devreye girmiş. Durum ise aynı: Arızalı bir eş var ve onun bu sefer düğününde yani kısıtlı bir zaman diliminde yaşadıkları-yaşattıkları ele alınıyor.
“Deccal”in modelini kullanmış
Karakterin kız kardeşinin hikayesine uzanan ikinci parça ise aslında çok fazla bir şey ifade etmemiş. Daha çok iki sorunlu karakterin ‘duygu sömürüsü’ne varan abartılı hallerinin perdeye sinmesini kolaylaştırmaya yaramış. Gözü dışarıda haliyle Marquis De Sade’ın tartışmalı eserine gönderme olduğu çok açık ismiyle Justine (Dunst) ile evli ama eşi ve çocuğuyla mutsuz Claire’in (Gainsbourg) ışığında bir duygusallaşma ve kadınsallık salgılanmış. Hem bekar hem de evli iki birey sunulması da bir bakıma böylesi feminist bir inceleme için var.
Trier de sanki “Manderlay”de (2005) “Dogville”in ekmeğini yediği gibi burada da “Deccal”in ‘ölümle başlayıp tersine ilerleyen, evrim teorisini ve kiliseyi yıkan dünya portresi-felsefe’ modellemesinden beslenmiş gibi. Ancak onu sıradan bir Dogma sonrası filme çevirip nihayetinde de ‘kıyamet’i dahi kitsch bir duruşla görselleştirmiş. Yani bir bakıma ilk filmden geri kalmış bir eser izliyoruz.
Stüdyo filmlerinin ‘dışarıdan gelen tehdit’ olgusu açığa çıkmış
Bu da “Melancholia”yı ‘kıyamet filmleri’nin arasında Amerikan ana akım sinemasında gördüğümüz ‘karakterlerin psikolojik mücadelesi odaklı, buram buram muhafazakarlık kokan’ anlayışın geri gelmesine yol açmış. Böylece stüdyoların sevdiği efektsiz doku hakim hale getirilmiş. Buna gelirken Dunst ile Gainsbourg’un fazlaca ‘akılları yitmiş’ halleri ise normalde Trier sinemasında stilize duran bu duruşu hiç de uygun hale getirmemiş.
Dunst’ın yasak ilişki yaşadığı sahne başta olmak üzere gerçek bir acemilikle bu ‘kafa gidik’ portreyi salgılaması bir yana düğün sahnesinde de Udo Kier gibi oyuncuların ‘tip’ seviyesinde kalması üzücü. Zaten 135 dakika boyunca seyirciyi olmayan bir olayla oyalayan, onun başına ‘prolog’ adını bile koymayan, sözde iki farklı bakış açısı getiren de Trier’nin ta kendisi.
Adeta ‘2012’vari safkan bir Dogma filmi
Her şeye rağmen karşımızda ideolojik açıdan 11 Eylül sonrasına uygun bir “On the Beach” nihilizmi olsa yine bir şey demeyeceğiz. Ancak Dogma geleneğinin dramatik yapı ve karakterlerin üzerine giden yapısı uygulanınca ortaya çağ dışı bir şey yapı çıkıyor maalesef. Bu da burada “2012”vari (2009) safkan bir Dogma filmi ile yüzleşmemizi sağlamış işin garibi.
Tek boyutlu ilişkiler, karakterler, diyaloglar ve dramatik omurganın yanında gerçek anlamda efekt konusunda da bir bayağılık (kitsch) durumu var. İki kardeş ile bir çocuk-yeğenin birbirine yaslanması da ailesel birlik beraberlik güdüsünden farklı bir yere çıkmıyor. Seyirci ile doğrudan duygusal ilişki kurulmasını sağlıyor.
Bu da “Deccal” sonrası Trier’nin ‘yenilik yapmayıp karamsarlığa, Kafkaeskliğe takılıp gideyim’ duygusallığını doldurmuş gibi. Yani ‘melankoli’yi fazla kaçırmış diyebiliriz. Tüm bunlar ışığında yönetmenin yaşlandığını düşünmek için de adresimiz burası! Kariyerinin devamında bu yolu izlerse sorumlu “Melancholia” olacak. Zaten isminin Türkçe karşılığı ‘melankoli’ olan bir filmden başka ne beklenebilir ki?
Künye:
Melancholia
Yönetmen: Lars Von Trier
Oyuncular: Kirsten Dunst, Alexander Skarsgard, Charlotte Gainsbourg, Kiefer Sutherland, Charlotte Rampling