Psikiyatrist profesör Mehmet Bekaroğlu ölüm oruçlarına seyirci kalmanın bir insan ayıbı olduğunu öne sürdü...
19 Aralık 2000’de, Türkiye tarihinin en kanlı
cezaevi operasyonu olan “Hayata Dönüş Operasyonu” öncesindeki ölüm oruçları sırasında, eylemcilerle devlet arasındaki görüşmeleri yürüten isimlerden biriydi. İnsanların mum gibi eridiğini gördü. Ölümleri durdurmak için ölümüne çabaladı ama elinden bir şey gelmedi! 32’si o gün cezaevinde, 90’ı daha sonraki günlerde tam 122 kişinin hayatı söndü, geride sayısı bilinmez sakatlar kaldı... O günden bugüne açlık grevinden geride kalan, kendi deyimiyle ‘yarı insanları’ tedavi etmeye çalışıyor Refah Partisi eski milletvekili, psikiyatrist profesör Mehmet Bekaroğlu. Bu yüzden biliyor ki, ölüm orucuna seyirci kalmak büyük bir insanlık ayıbı, günah!
Başbakan’ı çok eleştiren biri Bekaroğlu ama bu kez eleştirmek yerine bir çağrı yapıyor: “Ey insanlar, ey Müslümanlar neredesiniz? Aydınlar, milletvekilleri, sivil toplum kuruluşları, cemaatler, tarikatlar neredesiniz? Tam 55 gündür, 66 cezaevinde 683 mahpus açlık grevinde. Yakında cezaevlerinden tabutlar çıkabilir. Müslüman demek, vicdanlı insan demek. Müslüman vicdan nerede? Ölüm orucundakileri görmezden gelmek günahtır. Başbakan’ın yolunu kesin, ‘Göz göre göre ölüme gidişi kabullenemeyiz. Durdurun’ deyin. Çok eleştiririm ama bilirim ki Başbakan vicdansız, vicdanı kara biri değildir! Mutlaka sesinizi duyacaktır!”
Unutmak istedik mi unutmakta üstümüze yoktur! Acı bir hatırayı tekrar canlandıralım zihninizde... Yıl 2000, DSP-MHP-ANAP Koalisyon Hükümeti iktidarda. Cezaevleri kaynıyor!
F tipi hücre sistemine geçişi engellemek için, ölüm oruçları başlamış, yüzlerce insan ölüme gidiyor. Bir operasyon planlanıyor, adı ‘Hayata Dönüş Operasyonu!’ Tarihe geçecek bir ad değil mi? Zira sonuçta cezaevlerinde ikisi asker tam 32 kişi ölüyor. Ölüm orucundan değil, koğuş baskınlarından! Amaç ne? Mahkumları ölümden kurtarmak! Hepsi bu mu? Hayır!
O korku ve utanç günlerini bizzat yaşayanlardan biri de Prof. Mehmet Bekaroğlu... O günlerden konuşurken yüzü değişiyor, gözleri kararıyor! Ağlamıyor ama acı tüm yüzüne, sesine yansıyor. “O ölümlerle bitmedi utanç. O toz dumanın ardından açlık grevlerinde ve dışarıda 90 kişi daha öldü. Bu operasyon sonucunda 122 kişi hayatını kaybetti” diyor. Sonra gözlerimin içine bakıyor, kırgın, “Ama siz gazeteciler sadece baskınlarda ölen 32 kişiyi haber yaptınız. 95 kişiyi unuttunuz!” diye içini döküyor.
Hepsi bu da değil... Nasıl bir kinse bu, harap olan cezaevlerinden tahliye edilen 3 bin mahkum günlerce
cezaevi ring araçlarında dolaştırılmış ve hepsi sabahtan akşama dayak yemiş. “Dövülmemiş tek bir mahkum yoktu. Kimisi sakat kaldı. Bu bedensel hasar, siz bir de ruhlarındaki yaraları bilseniz” diyor Bekaroğlu. O da onlar gibi çöküyor devam ederken; “Bu Mehmet Bekaroğlu, tüm bu ölümleri, acıları tek tek yaşadı ama. O çaresizlikten ne yapacağını bilmeyen aileleriyle birlikte... Peki niye? Onlarla bir siyasi bağım mı vardı? Hayır! İnsanlar ölüyordu gözümüzün önünde, görmeyecek miydim?”
Ölüm orucundan çıkan insan, yarı insandır artıkYıllardır rüyalarına giriyor o korku dolu günler... Ölenler rüyalarında, hayatta kalanlarla, nasıl bir hayatsa geride kalan, görüşmeye devam ediyor! Onları tedavi etmeye çalışıyor, tam 12 yıldır terapilerle... “Ölüm orucundan çıkan bir insan artık yarı insandır” diyor. Daha fazlasını konuşmak istemiyor. Ama ben ısrarla soruyorum, “50 günlük açlık grevinden sonra bir insan ne hale gelir?” diye, bir gazeteci olarak aynı hatayı yapıp günaha girmemek için! Başlıyor anlatmaya; “Kaslar erimeye başlar... Derin bir aseton kokusu yayılır ağızdan. Önce kendisi duyar bu kokuyu kişi, sonra çevredekiler. Ardından ağrılar başlar. Ağrı ama bildiğiniz ağrı değil. Ayakta duramazsın, yatağa uzanamazsın, uyuyamazsın. Her tarafın acır! Erir insanlar mum gibi; 60 kiloluk bir kadın, 30 kiloya düşer... Bu kilolar geri alınabilir belki, ama mesele beyindedir. Beyni yemeye başlar vücut. Hücreler ölür, bir daha da geri gelmez. İşte o yüzden bu insanlar yaşasalar da artık yarı insandır!”
Başbakan, varsın cumhurbaşkanı olmasın!Üsküdar’da bir balıkçıda buluştuk, tanıdık, bildik yer diye... Ama yemin olsun tek bir lokma atmadık ağzımıza! Demesin birileri sonra, “Açlık grevi yapanları konuşurken keyiflerine baktılar!” 55 gündür, 66 cezaevinde 683
PKK ve KCK tutuklusunun sürdürdüğü açlık grevlerinin ve ölüm oruçlarının nasıl sonlandırılabileceğini konuştuk. Sohbetin sonuna doğru, geçmişin acıları yeni acılar eklemişti Bekaroğlu’na; “Ey insanlar, ey Müslümanlar neredesiniz?” diye yükseltti sesini, ardından duruldu; “Müslüman demek, vicdanlı insan demek. Aydınlar, milletvekilleri, vatandaşlar Başbakan’ın yolunu kesin, ‘Göz göre göre ölüme gidişi kabullenemeyiz. Durdurun’ deyin. Ölüm orucundakileri görmezden gelmek günahtır. Başbakan’ı çok eleştiririm, ama çok da iyi tanırım. Bilirim ki vicdansız, vicdanı kara biri değildir! Mutlaka sesinizi duyacaktır!”
“Peki sizce Başbakan neden görmezden geliyor ölüm orucundakileri?” diye sordum. Eleştirmek istemedi ama dayanamadı cevabını verdi; “Ne yazık ki iktidar zehirlenmesi içinde! Herkesin ona karşı olduğunu düşünüyor. Ama iktidarın, gücün tabiatında bu vardır zaten. Güçlendikçe, o iktidarı, o gücü kaybedeceksiniz korkusuna kapılırsınız ve daha katı olmaya başlarsınız. Sayın Erdoğan’ın ve AK Parti’nin en temel problemi budur. Halbuki bu ölüm orucundakilerin istedikleri yapılmayacak şeyler değil. Bir çağrım var Sayın Başbakan’a, varsın milliyetçi oyları alamasın, cumhurbaşkanı olamasın, Kürt meselesini çözsün tarihe geçsin!”
Başbakan vicdansız, vicdanı kara biri değil!- Siz 1996’daki F tipi hapishanelere karşı başlatılan ve 12 insanın ölümüyle sonuçlanan ölüm oruçlarında da, 2000’deki Hayata Dönüş Operasyonu öncesindeki ölüm oruçları sırasında da arabuluculuk yapan aydınlar arasındaydınız. Aradan bunca yıl geçti ve biz yine aynı şeyleri yaşıyoruz... Ne hissediyorsunuz?Gerçekten yoruldum. Bu ülkede biz bunları yaşamaya mecbur muyuz? Niye böyle bir şey yapıyoruz? Tamam, bunlar terörist olabilir, yakalamışsın, cezaevine koymuşsun, bunlar mahpus... Zaten büyüksün sen, almışsın içeri. Ama devlet sürekli bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Bunun üzerine çok düşündüm. Türkiye’de Osmanlı’dan beri gelen bir şey var; insan araç, esas olan devlet. Şimdi devlet yavaş yavaş geri çekilmeye çalışılıyor. Piyasa amaç olmaya başlıyor. Oysa her şey insan içindir. Esas olan biziz. Devlet de, piyasa da, ekonomi de bizim rahat yaşamamız için araçtır... Onun için bizde insanın değeri yok. Bir de bir şekilde devletin başına gelen, bir şeyi kanıtlamaya çalışıyor. Boyun eğdirdikçe eğdiriyor. Gerçekten de 30 yıl sonra yine cezaevleri, yine ölüm oruçları, yine tabutlar rüyalarıma giriyor. Bunun nedeni PKK’ya, ölüm oruçları tutanların siyasetlerine, Öcalan’a, herhangi bir yakınlığımız olduğundan değil, ben insan hakları savunucusuyum. Ölüm orucunun, açlık grevinin bir direniş ve hak arama aracı olarak kullanılmasına ilkesel olarak karşıyım. Reddediyorum bunu. Siyasetin aracı olarak şiddetin kullanılmasını da reddediyorum. Siyasal düşüncelerimde onlarla bağdaşan bir şey yok. Ama şunu anlayabilirim; bu insanların dili yasaklanmış. Dili için mücadele ediyor bu insanlar. En büyük zulüm, ana dili yasaklamaktır. Doğuyorsunuz, anneniz ninni söylüyor, ilk onu duyuyorsunuz. “Ben bunu konuşacağım, okuyacağım da” diyorsunuz... Yok, izin verilmiyor. Şöyle düşünün; çok yakın zamanda Bulgaristan’daki Türklerin isimleri zulümle, baskıyla değiştirilmeye çalışılmadı mı? Özal zamanında yüz binlerce insan Türkiye’ye gelmedi mi? Nasıl empati duyamıyoruz? Burada sahtekârlık yapıyoruz. Hiç kimse kusura bakmasın, “Kürtlere empati duyamıyorum” diyen Türk sahtekârlık yapıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında bütün farklı kesimler travma yaşadı. Dindar kesim de, Kürtler de, Lazlar da... Ama geçmişte, babası, büyükbabası, kendileri dahi 28 Şubat’ta bu baskıları yaşayan insanlar şu anda iktidardalar ve bu baskıyı başka bir kesime yaşatıyorlar. O inançlarından dolayı yaşıyordu, bu dilinden dolayı yaşıyor. İnanan bir insan, ölüm orucuyla nasıl empati yapamaz! Bir insan ölüyor. “Bir insanın haksız yere öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesi gibidir” diyor ayette. Böyle bir kültürden gelen insanların açlık oruçlarına empati yapamamaları, Başbakan’ın, hükümetin, burada eski ceberrut devlet gibi “Efendim devlete boyun eğdiremezsiniz” demesi anlaşılır bir şey değil. Devlete kim boyun eğdirebilir ki! Devletin koca F-16 uçakları var. İşte onları uçurdu, yukarıdan attı bombaları, 34 insanı öldürdü, paramparça yaptı. Bizim devlete gücümüz yeter mi? Niye devlete meydan okuyalım? “Dilimi konuşacağım” diyor adam. Şunu bir anlamaya çalışsınlar. Bir insan durup dururken ölüme yatabilir mi? Açlık grevi yapabilir mi? Bu nasıl bir şey?
- Sonuçlarını bilerek, ölmese bile sakat kalacağını bilerek...Evet... Biliyor tabii hepsini. Bir insan böyle bir şeyi nasıl yapabilir? İşte bunu anlamak için resmi tarihi bırakacaksınız. Bunun için Dersim’e gideceksiniz, bunun için o 90’lı yıllarda yaşananları, dışkı yedirmeleri, Diyarbakır cezaevini bilmeniz gerekiyor. Bütün bunlarla psikolojik olarak yüzleşmeniz gerekiyor. Bunları hissetmezseniz hiçbir şey anlayamazsınız. Sayın Başbakan, “Yok böyle bir şey. Açlık grevi şov” diyor. Reddediyor. “Olmaz, devlete diz çöktürülemez. Şantaj yapılamaz” diyor. Peki şimdi soruyorum; 10 gün sonra, Allah korusun, sakın olmasın ama cezaevlerinden tabutlar çıkmaya başlayınca ne olacak? Üstelik şimdiki açlık grevleri 2000’lerdeki gibi değil, kitle desteği çok daha fazla...
- Açlık orucundakilerin sayısı da çok fazla... Adalet Bakanı’nın verdiği bilgiye göre tam 683 kişi. O tabutların çıkmaması için ne yapılabilir peki?Ben şunu söyleyeyim; Sayın Erdoğan’ı tanıyorum. Üzerine çok gitmişimdir siyaseten. Ama o bazılarının dediği gibi vicdansız, vicdanı kara biri değildir. Bir de yakın geçmişte bu konuyla ilgili yaptıkları var. Sayın Erdoğan değil midir, açılımı başlatan. Habur fiyasko oldu ama dağdan gelişleri başlatan? Onun emriyle olmadı mı Oslo görüşmeleri? Daha dün “Gerekirse İmralı’ya müsteşarımı gönderirim” diyen o değil mi? Kürtçe televizyonu açtıran o değil mi? Ana dili seçmeli de olsa okullara koyduran o değil mi? Büyük olaylardır bunlar, kim ne derse desin. Tamam, yetmez ama bunları yaptıran Sayın Erdoğan değil mi? Şu andaki taleplere bakalım; Öcalan’ın tecridinin kaldırılması, ana dilde savunma ve eğitim hakkı. Ama Öcalan’a tecrit isteği hep yanlış şekilde propaganda ediliyor. Sanki Öcalan’a özgürlük isteniyor gibi.
- Burada BDP Başkanı Demirtaş’ın çıkışı da etkili oldu galiba. “Avukatların İmralı’ya gitmesi değil, Öcalan’ın buraya gelmesi önemli” dedi.Evet. O da bunu provake etti... Ama ben biliyorum ki 14-15 ay evvel avukatları düzenli bir şekilde İmralı’ya gidiyordu, görüşüyordu. Sonra gidemediler. Bu aşamada dile getirilen tecrit budur. Bu görüşmelerin tekrar başlaması, bu meselenin çözümü için önemli bir adımdır. Ana dilde savunma konusu AK Parti’nin son kongresinde yayınlamış olduğu manifestoda zaten mevcut. Adalet Bakanı da söyledi, “Yeni yargı paketine koyuyoruz” dedi. Bitti bu iş! Yani bu talepler siyasi ama çok da kabul edilmeyecek talepler değil. Şimdi 30 seneden beri devam eden ve defalarca kriz yaşadığımız mesele üzerinden yeni bir kriz yaşıyoruz. Bu kriz çok rahat bir şekilde fırsata dönebilir. Sayın Başbakan geçmişte bunları yapmış, şimdi niye yapmasın! Yapabilir, ama bunu kolaylaştırmamız, ateşe benzinle değil, suyla gitmemiz lazım.
- Leyla Zana da, “Kürt meselesini Başbakan Erdoğan çözer” demişti...Ben de bugün bunu yazdım. “Sen de Numan Kurtulmuş gibi AK Parti’ye mi gidiyorsun?” diye eleştirdiler. Buradan da söylüyorum, öyle bir şey yok. AK Parti’ye gitmiyorum... Ama bu konuda yüreklendirelim Başbakan’ı! Yüzde 50 oyu var. Kürtlerin de yüzde 50 oyunu alıyor. Ve Kürt meselesi konusunda ne yapacağı konusunda gidip geliyor. Tam net değil. Onu da anlamak gerekiyor. O da büyük bir baskıdan geliyor. Daha on sene önce Türkiye’nin en büyük gazetesi “Ondan muhtar bile olamaz!” diye manşet atmıştı. Onu da anlamaya çalışalım. Bu belli ki örgüt kararıyla olmuş. Bu açık, net. Dolayısıyla ölümleri önlemek istiyorsak, inatlaşarak, kavga ederek, siyaset malzemesine dönüştürerek bir yere gidemeyiz. Buradan Sayın Başbakan’a sesleniyorum. Şimdi önümüzde cumhurbaşkanlığı seçimi var. “Toplumdaki sosyolojiye oynayacağım, kutuplaştıracağım toplumu,
12 Eylül referandumunda almış olduğum yüzde 58 oya ihtiyacım var. Seçimlere iki sene var. Dolayısıyla o zamana kadar adım atmayacağım, çözüm getirmeyeceğim, halkı kutuplaştırmaya devam edeceğim” diyorsanız, bilmiyorum, niyet okumuyorum, ama eğer böyleyse, o zamana kadar ölecek Kürtler ve Türkler’den siz sorumlusunuz! Ama bu ölüm oruçlarını fırsata dönüştürebilirsiniz. Ölümler olmadan bu işi durdurabilirseniz bu bir güven ortamı oluşturur ve bu güven ortamı Kürt meselesinin çözülmesinin kapısını açar. Yeni adımların gelmesini sağlar.
Müslüman vicdan iktidarla köreldi- Ölüm orucunda kasların erimesiyle birlikte dayanılmaz bir aseton kokusu yayılırmış ağızdan... Neler hisseder o an insan? Mutlaka tanık olmuşsunuzdur...Aseton kokusu çok acı bir şeydir. Önce kendisi duyar bu kokuyu, sonra yakınındakiler... Sonra ağrılar başlar. Ağrı ama normal bir ağrıya benzemez bu. Ayakta duramazsın, uyuyamazsın, yatağa uzanamazsın. Her tarafın acır. Müthiş bir ağrıdır bu.
- Şimdi bunları mı yaşıyordur bu insanlar?Yavaş yavaş buraya doğru gidiyorlardır. Beslenmek ve bireysel direnç de önemli tabii. Herkese aynı zamanda aynı şeyler olmaz.
- B vitamini, şeker ve tuzlu su veriliyor deniyor... Peki ne kadar şekerli ve tuzlu su insanı hayatta tutar?Sanıyorum, günde 2 litre suyla birlikte, 150 gram şeker ve 5 gram civarında tuz veriliyor. Ama ölüm orucunda her şey kesilir ve hızla sona doğru gidilir.
- Şu anda ölüm orucunda iki kişi olduğu söyleniyor...Öyle söyleniyor ama benim duyduğum giderek her gün üç kişi, beş kişi daha açlık orucundan ölüm orucuna geçiyormuş.
- Onca acıya rağmen, öleceğini bile bile?Evet. “Hiç kimse yok ölüm orucunda” dedi ya Başbakan! Ona inat yapıyorlar bunu. İşte bu yüzden diyorum ki, Müslamanlar neredesiniz? Tabii ki insan demek, vicdan demek... Gayrimüslümler de insan. Onların da vicdanı var, onlara da sesleniyorum. Ama geniş bir kesimin, Müslüman aydınların, yazarların,milletvekillerinin, sivil toplum kuruluşlarının, tarikatların çıkıp bir şey söylemeleri gerekiyor. Başbakan’ın yolunu kesmeleri, onu durdurmaları ve “Biz bu ölümleri kabul etmeyiz Sayın Başbakan” demeleri gerekiyor. Müslümanlar nerede? Neden bu kadar duyarsız hale geldiler?
Sosyal medyada yazıyor adam. Belli ki Müslüman. Nereden belli öyle olduğu? Çünkü diyor ki, “Efendim ölüm orucu intihardır. Müslüman intihar etmez.” Sonra diyor ki, bunu aktarırken bile çok utanıyorum ama “Sırrı Sakık’ın oğlu intihar etti. Gebersin. Kendisi de ölüm orucu tutsun, gebersin. Ölüm oruçlarını teşvik edelim, gebersinler!” Bunu sokakta genç bir delikanlı söylese anlayabilirim. Ama koca koca insanların, Müslümanların bunu yapması kabul edilemez bir şey. Müslüman vicdan iktidarla köreldi. Sattılar vicdanlarını...
- Nasıl?Müslüman vicdan tek taraflı, kendine Müslüman, kendine demokrat olmaya başladı. Ötekini görmüyor. Müslüman vicdan, ta Arakan’da Budistlerin Müslümanlara yaptığı baskılar için ayağa kalkıyor. Kalksın, sonuna kadar destekliyorum. Ama yanı başındaki baskılara sesi çıkmıyor. Bu kabul edilebilir bir şey değildir. Bu körelmedir. Bu, sınavı kaybetmektir.
Bu toplum dağılıyor, çözülüyor, çürüyor... Adam sabahtan akşama hırsızlık yapıyor, ihaleye fesat karıştırıyor, rüşvet alıyor, tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyor, ondan sonra Umre’ye gidip aklandığını sanıyor. Kayseri’de tefeciden yüzde 30 faizle para alan Müslüman ne diyor biliyor musunuz? “Desene Umrelik bir iş yapmamız lazım şimdi!” diyor. Şifre bu! Böyle bir Müslümanlık yok. Günah çıkartmak diye bir şey yok Müslümanlık’ta. Kendini sıfırlamak diye bir şey yok!
Ey insanlar, ey Müslümanlar neredesiniz? Tam 55 gündür, 66 cezaevinde 683 mahpus açlık grevinde. Yakında cezaevlerinden tabutlar çıkabilir. Müslüman demek, vicdanlı insan demek. Müslüman vicdan nerede? Ölüm orucundakileri görmezden gelmek günahtır. Başbakan’ın yolunu kesin, ‘Göz göre göre ölüme gidişi kabullenemeyiz. Durdurun!’ deyin. Çok eleştiririm ama bilirim ki Başbakan vicdanı kara biri değildir! Mutlaka sesinizi duyacaktır!” demiştiniz. Ardından da eklemiştiniz; “Maalesef Müslüman vicdan iktidarla köreldi. Sattılar vicdanlarını. Müslüman vicdan tek taraflı, kendine Müslüman, kendine demokrat olmaya başladı. Ötekini görmüyor” demiştiniz. Niye böyle olduk peki?
Açlık grevleri ve ölüm oruçlarıyla ilgili şöyle bir zorluk var tabii... Kim ne derse desin, kıyıcı, şiddet kullanan bir terör örgütü var karşımızda. Elbette bu ölüm oruçlarının, açlık grevlerinin gerekçelerini, Kürt diline getirilen yasakları, Kürtlere yapılan baskıları anlıyoruz... Onlar haklı konular, onlara bir şey demiyoruz. Ama öte yanda terör yapan kıyıcı bir örgüt var. Okulları yakıyorlar, eğitimi engelliyorlar... 30 yıldan beri bu şiddeti devam ettiriyorlar. 13 bine yakın asker, polis ve sivil ölmüş. 30 binin üzerinde Kürt ölmüş. Bunlar ortada duruyor. Şehit aileleri var. Hiç kolay değil insanların harekete geçmesi. Buna rağmen yine de toplum konuşuyor... Yavaş yavaş toplumdan, sanatçılardan, aydınlardan, gençlerden tepki geliyor. Ama geç kalabiliriz. Ölümler olabilir. Ve bunun da bedeli çok ağır olabilir...
- Bize tüm bunlar filmmiş, gerçek değilmiş gibi geliyor galiba. Çok fazla dizi izlemeye alıştık ya, ondan belki... Siz “Tabutlar çıkabilir cezaevlerinden... Bu insanlar yaşasalar da yarım insan olacaklar” diyorsunuz. İnsanların büyük bir kısmı oralı değil, masal anlattığınızı sanıyor. Bunlar gerçek ama öyle olduğunu sanmıyoruz sanki...Demek ki, bizler tek tek gerçeklik duygumuzu kaybetmişiz. Sanal gibi geliyor bunlar. Neden öyle olduğunu psikolojiden ve fizyolojiden örnekle anlatayım. Bakın her organizma, tek hücreliden insana kadar, belli bir tehlike karşısında teyakkuz haline, yani savaşma ya da sıvışma durumuna geçer. Çünkü sıvışarak ya da savaşarak bütünlüğümüzü koruruz. Bu fizyolojinin vazgeçilmez temel kurallarındın biridir. İnsan için düşünelim... Böyle bir tehlike oldu mu geriliriz, tansiyonumuz yükselir, nabzımız artar... Gergin vaziyetteyizdir. Bu vaziyette belli bir süre durabiliriz ama bir gün duramayız, iki gün duramayız. Bu toplum 30 senedir bu vaziyette. Bunu görsünler artık, toplum dağılıyor. Anormal şeyler çıkacak yakında. Bugüne kadar hiç yaşanmadık kitlesel, tuhaf olaylar olacak bu toplumda. Sayın Başbakan bunu görsün. Sayın Başbakan’ın yanında psikologlar, psikiyatrlar, sosyologlar var. Onları tanıyorum, biliyorlar böyle olduğunu, yalakalık yapmasınlar, sahtekarlık yapmasınlar, gitsinler bunu Başbakan’a söylesinler. Bilmez Başbakan. Bu toplum bu gerginliği artık taşıyamaz. Yakında anneler, babalar asker vermeyecekler bu vatan için. 30 yıldır asker veriyoruz, çocuklarımız gidiyor ve dönmüyor ya! Bir savaş olur, tamam. Elle gelen düğün deriz. İçimize gömeriz acımızı. Ama 30 yıldır elle gelen düğün olur denir mi! İnsan yaradılışı buna uygun değil. Bu toplum dağılıyor ve çürüyor Sayın Başbakan. Artık hükümdarlık yapacağınız, padişahlık yapacağınız bir tebaa da kalmayacak. Senin yanındaki Müslümanlar da Müslümanlıklarını ve insanlıklarını kaybedecekler. Hayır, artık hırsızlık yapıp, bu ölümleri görmeyip ondan sonra Umre’ye giderek imanını, insanlığını yenileyerek geri gelmek diye bir şey olmayacak. Onlar da sana inanmayacak.
- Umre’ye gidip aklanıyorlar dediniz...Evet. Umre’ye gidip aklandıklarını sanıyorlar. Sabahtan akşama hırsızlık yapıyor, ihaleye fesat karıştırıyor, rüşvet alıyor, kamunun hakkını, tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyorlar, ondan sonra Umre’ye gidiyorlar. Kayseri’de riba dediğimiz, yani tefecilikle para almayı nasıl anlatıyor insanlar biliyor musunuz?
- Hayır?Mesela bir adam, borç para bulamıyor. Diyelim ki yüzde 30 faizle tefecilerden para buluyor. “Desene Umrelik bir iş yapmamız lazım” diyor. Şifre bu! Tefecilik yapan Müslüman da böyle diyor, tefeciden para alan Müslüman da... Günaha giriyorlar çünkü. Böyle bir Müslümanlık yok ama! Günah çıkartmak diye bir şey yok Müslümanlık’ta. Kendini sıfırlamak diye bir şey yok. Adam ihalede yolsuzluk yapıyor, imar spekülasyonu yapıyor, bu yolla büyük paralar, büyük kazançlar sağlıyor. Sonra bunu ganimet metaforuyla içselleştiriyor. Yani “Biz mücadele ettik, büyük bedeller ödedik, bu bizim hakkımızdır” diyor. İşi, “Bu ganimettir, helaldir” noktasına getiriyor.
- Umre’ye bile gitmeyi aklından geçirmiyor yani... Böyleleri fazla mıdır peki?Maalesef bunlar var. Toplum çözülüyor. Ha çözülmüş toplumu, köleliği kabul etmiş toplumu daha kolay yönetiriz diyorlarsa, tarihe dönüp baksınlar. Öyle uzun süre yönetemiyorlar. Toplum çatlıyor, çürüyor, dağılıyor, yönetemiyorlar. İşte bu yüzden Sayın Başbakan “İstanbul’a kanal açtıracağım ve tarihe geçeceğim” diyordu ya, öyle tarih yazmak olmaz. Gelsin Kürt meselesini çözsün, tarihe geçsin. 2071 hedefleri vardı ya, Alparslan gibi tarihe geçsin. Olmasın Cumhurbaşkanı da... Ne olacak yani. Cumhurbaşkanı olmadan ölürse cennete gidemeyecek mi?
- Zaten inançlıysa Allah yazdıysa olur yoksa olmaz diyorsunuz...Ama işte öyle olmuyor. İktidar bozar. Mutlak iktidar mutlak bozar. Güç bozar. Eğer gücü paylaştırmıyorsanız, delege etmiyorsanız, insanlar, yanınızdakiler size tebaa gibi, köle gibi davranmaya başlarlar. Artık ortaklarınız, arkadaşlarınız, istişare edeceğiniz insanlar olmaktan çıkarlar. Müritleriniz olur sizin onlar, bağlılarınız olur. Hiçbir şey söyleyemezler size. Bir süre sonra sizi ezberlerler. Aklınızdan ne geçirdiğinizi okurlar ve onu söylerler. Ve sizi hep yanıltırlar. Onlar artık danışman olmaktan çıkarlar. Ben Allah rahmet eylesin
Erbakan Hoca’yla Saadet Partisi kurulurken bir şey yaşadım. Hoca tekrar Recai Kutan’ı genel başkan yapmak istiyordu, biz de karşı çıkıyorduk, Numan Kurtulmuş’u öne çıkartıyorduk. Özellikle de ben... Arkadaşlarla konuyu istişare ettik, hemen herkes “Tamam” dedi ve beni sözcü olarak gönderdiler Hoca’ya... Durumu anlattım. Dedi ki, “Bak Bekaroğlu partimizi Anayasa Mahkemesi kapattı ama genel başkanı yasaklamadı. Bunun anlamı nedir?” Dedim ki, “Hocam, bu; ‘Tekrar onu genel başkan yapın ve tekrar batın’ anlamına gelir.” Güldü, yok canım gibilerinden. Ben Hoca ile aramızda geçen bu konuşmayı arkadaşlara anlattım. Sonra hep birlikte müzakere ettikten sonra Hoca oylama yaptırdı, gizli oy kullandık. 18 kişiden 15’i “Recai Kutan” dedi. Bunun üzerine Hoca’yu şunu dedim; “Bu insanlar sizin danışmanlarınız olamaz, onlarla istişare etmeyin. Onlar sizin arkadaşlarınız, dostlarınız, sizi çok seviyorlar. Bir de neredeyse sizi ezberlemişler, içinizden geçirdiklerinizi tahmin ediyorlar. Hakikati değil, inandıklarını değil, sizin hoşunuza giden şeyleri söylüyorlar. Onlarla asla istişare etmeyin Hocam.” İşte Tayyip Bey’in durumu da aynı. İstişare etmiyor, sorsa da arkadaşları hakikati değil, onun hoşuna gideceğini düşündüklerini söylüyorlar.
- Yani Erdoğan’ın sonu da Erbakan’la aynı olabilir mi diyorsunuz?Vallahi ben Tayyip Bey’le bire bir çalışmadım ama istişare etmediğini görüyorum. İstişare etse böyle olmaz. İstişare etse, ölüm orucunda olanlara “Zorla müdahale edeceğiz, hazırız” demez. Birisi gelir, “Böyle olmaz, yanlış yapıyorsunuz, zorla müdahale büyük yıkımlara neden olur. Geçmişte bunlar yapıldı ve bir faydasının olmadığı görüldü” der. Başbakan aklı başında bir insandır. Anlar bunu.
- Anlamazsa?Anlamazsa, eğer Başbakan bundan evvel sürekli bu kutuplaştırma siyasetiyle seçim kazandığından dolayı yine aynı alışkanlıkla, aynı ezberle, yine ben bu gerginliği, bu kutuplaştırmayı devam ettireyim, seçim kazanayım diyorsa bence yanılıyor. Çünkü bu toplum artık bu kadar gerginliği, bu kadar kutuplaşmayı, bu kadar düşmanlaşmayı kaldıramıyor. Ve problem yukarıdan, liderlerden geliyor. Siyasetçilerin birbirlerini bu kadar ağır bir şekilde eleştirmeleri, şeytanlaştırmaları bir şekilde aşağıya, topluma doğru yayılıyor. Bu toplumun daha uzun süre bu gerginliği taşıyacağını sanmıyorum.
- Sokakta, evde, kadına, çocuğa, hayvana şiddetin bu kadar artmasının sebebi de bu mu?Tabii ki... Bunun çok büyük etkisi var. Siyasetin yukarıda kimlikler üzerinden yapılması ve siyasi partilerin belli kimlik gruplarına hitap etmeleri, karşı kimlik gruplarını düşman olarak göstermeleri, seçmeni taraftara dönüştürmeleri, bunu yaparken çok ağır, neredeyse şiddet içeren, tahkir eden, aşağılayan bir dil kullanmaları, aşağıya da ciddi bir şekilde yansıyor.
12 Eylül sistemi çekiçtir herkesi çivi olarak görür, vurur başına
Şimdi o çekiç Başbakan’ın elinde!- 2000 yılındaki ölüm oruçlarından bu yana 12 yıl geçmiş. AK Parti’yle değişen bir şey yok mu bu ülkede?Değişen şu; artık başka bir toplum kesimi iktidar. Ama sistem aynı sistem. AK Parti’nin Türkiye’yi değiştiremediği, demokratikleştiremediği ortada. Çünkü vesayet kurumlarını değiştirmedi.
12 Eylül sistemi devam ediyor.
12 Eylül kurumları devam ediyor. O kurumları şimdi başkaları kullanıyor. Mağdur olanlar değişti. Şimdi muhafazakâr kesim iktidar. Diğerleri mağdur.
12 Eylül sistemi çekiçtir. Herkesi çivi olarak görür, vurur başına.
12 Eylül vesayet sisteminde ne vardı? Bir şekilde iktidarı elinde tutanların mutlak doğruların kendisinde olduğu inancı ve bunları topluma dayatması vardı. Şimdi bu çekici Başbakan geçirdi eline, herkesi çivi olarak görüyor ve vuruyor başına. Eğer 12 Eylül’ün vesayet kurumlarıyla Türkiye’yi yönetirseniz buraya gelirsiniz. AK Partili kadroların en temel problemi kendilerini ezen vesayet sistemini değiştirmek değil, o kurumlardaki insanları değiştirmektir. Hasan yerine Hüseyin’i getirmekle bu işin düzelebileceğine inanmalarıdır. Böyle olmaz. Mesela siz eğer
YÖK sistemiyle özgür üniversitenin, bilgi üretme ve yaymanın mümkün olmayacağını düşünüyorsanız o zaman
YÖK sistemini kaldırıp başka bir sistemi kurmanız gerekir, çünkü vesayet sistemidir o. Ama yapmıyorlar. Çünkü bu onların da işine geliyor.
Bir psikiyartist olarak Başbakan’ın halini hiç iyi görmüyorum- Başbakan’ı ölüm oruçlarına karşı bu kadar katı yapan nedir?İktidar tuhaf bir şeydir. Başbakan Erdoğan birinci isim. Ama ikinci, üçüncü, onuncu, ondördüncü, ondokuzuncu adam yok. Belki yirminci adam varsa vardır. Böyledir Türkiye’de işler. Bu müthiş bir gücün tek bir insanda toplanmasıdır. Bunu hiç kimse kaldıramaz. En sağlam kişilikteki insan bile... Başbakan da kaldıramıyor, görüyoruz. Eziliyor. Elbette mesleğimi siyasete alet etmem ama bir psikiyatrist olarak hiç iyi görmüyorum Başbakan’ın halini. Kimsenin onu eleştirebildiğini sanmıyorum, kimsenin ona fikrini söyleyebildiğini sanmıyorum. O yüzden bu çıkışları var. O yüzden “Açlık oruçları şov” diyor. O yüzden bu kötü gidişi görmüyor, empati kuramıyor... Bir de şöyle bir şey var; güç zehirlenmesi içinde. Güçlendikçe, o gücü kaybetme korkusu, herkesin kendi aleyhine olabileceği endişesi büyüyor. Bunu taşıyamıyor. Bunu taşımak çok zordur, kimse taşıyamaz. Bunun için insanların bulduğu yol, birlikte yönetmek, delege etmektir. Yani görevleri, işleri paylaşmaktır. Her şeye bir tek insan karar verebilir mi? Genelkurmay Başkanı’nı sen atayacaksın, Cumhurbaşkanı’nı sen atayacaksın, partinin gençlik konseyini sen atayacaksın, partinin Üsküdar ilçe yönetimindeki sorunu sen çözeceksin, ona sen karar vereceksin, buna sen karar vereceksin! Tamam büyüksün de, sen insansın. Delege et bunları, rahat ol, derin bir nefes al. Sen ki inanmış bir insansın. İnşallah cumhurbaşkanı olacaksın ya da olmayacaksın. Sen bilmez misin Sayın Başbakan, Allah bir şeyi yazmışsa kimse bozamaz, yazmamışsa da bütün dünya toplansa kimse bozamaz... Öyle değil mi? Biraz rahat ol. Bence bu işi çöz, Kürtlerin gönlünü kazan. Türkiye’deki bütün annelerin gönlünü kazan. Adını tarihe yazdır!
Mine Şenocaklı-Vatan
ETİKETLER : Mehmet Bekaroğlu, açlık grevi, Tayyip Erdoğan, 12 Eylül, BDP, PKK, cezaevi, Erbakan, YÖK, türkiye, istanbul, gerçeği, haberleri, son dakika