Nebil Özgentürk, ''Dervişliğin en çok ihtiyaç duyulduğu dönemden geçtiğimizi düşünüyorum. Çünkü her tarafımız cahil, saldırgan ve tetikçi adamlarla çevrildi. Eskiden devlet baba kavramı vardı, şimdi o da boşaltıldı'' dedi.
“Bir Yudum İnsan” başta olmak üzere, pek çok dikkat çeken belgeselde imzası bulunan gazeteci-yazar Nebil Özgentürk,
BirGün'den Meltem Yılmaz'a konuştu.
“Babayani” adlı kitabınız geçen günlerde okuyucuyla buluştu. Nedir sizi bu kitabı kaleme almaya iten, okuyucu bu kitapta ne bulacak?Benim, 30 yıllık meslek hayatımda bazen suya, bazen kalbime ve bazı dergilere yazıldığım yazıların derlemesi aslında bu kitap. Bugüne kadar hep merkez medyada çalışmış bir insan olarak, bugün merkez medyanın içinde bulunduğu bu feci durumu katlanılmaz buluyorum, bu nedenle de kendimi gazete ve ekranın dışında tutmak istediğim bir dönemde olduğum için, bu yazıları kendi kitabımda yayımlamaya karar verdim. Babayani, içinde entelektüel dokunun da olduğu, tevazünün, dervişliğin de olduğu, babacan adamlara deniliyor. Bu çerçevede, çok sevdiğim insanların portreleri, kendi Adana hikayelerim, çocukluğum ve babamdan duyduğum hikayeler gibi pek çok unsur var bu kitapta. Çünkü bir de bir gerçeği fark ettim: bugüne kadar iyi insanları yazarken hep kötüleri de anlatarak yazmışım. Örneğin Orhan Gencebay’ın hikayesini anlatırken TRT’de onun şarkısını bir kelime yüzünden sansürleyen bir genel müdür üzerinden de anlatmışım. Bu kitapta doğrudan iyi insanları anlattım. Aslında daha çok “babayani” insanları.
» Neden?Ben derviş tadındaki adamları seviyorum ve dervişliğin en çok ihtiyaç duyulduğu dönemden geçtiğimizi düşünüyorum. Çünkü her tarafımız cahil, saldırgan ve tetikçi adamlarla çevrildi. Eskiden devlet baba kavramı vardı, şimdi o da boşaltıldı. Ben bugün kendimi korumasız hissediyorum, korkuyorum. Babayani bazen devlet babadır, bazen mahallemizin abisi, bazen sığınacağımız bir bilge. İşte böyle adamlara acilen ihtiyacımız olduğunu gördüğüm için bu kitabı kaleme aldım.
» Siz, Türkiye kültür endüstrisinin önemli bir figürüsünüz. Şimdi siz “mahalle abisi” deyince, aklıma çocukluğumdaki mahalle dizileri geldi. O diziler o dönemki Türkiye toplumunun yansımasıydı ve konuları da, dokuları da, figürleri de, mesajları da bambaşkaydı: yapıcıydı, barışçıldı; evrensel ahlaki değerleri, bir arada yaşamanın önemini önceliyordu. Sanıyorum Türkiye’yi hiç tanımayan biri, bu ülkenin geçtiği süreçleri yalnızca dizileri izleyerek çok net anlayabilir, değil mi?Öyle. Bugün ise yüzde 80’inde silahların göründüğü, birinin diğerini öldürmeye hazırlandığı planlarla dolu olduğu diziler var ve dediğiniz gibi bu diziler de bugünün Türkiye toplumunun yansıması. Bu korkunç bir şey. Biliyor musunuz, yıllarca mahalle dizilerini yazan Kandemir Konduk’a şimdi iş vermezler. Mahallenin Muhtarları, Perihan abla gibi diziler bugün yayımlansa izlenmez. Toplumu da dönüştürdüler çünkü. Toplumun bir kısmı şu anda nefret dilini konuşuyor ve bu dile ne yazık ki fazlasıyla alıştırılmış durumda. Sevgi sıkıcı gelmeye başladı, çünkü nefret para ediyor, nefret şöhret getiriyor, nefret edilen adamlar ekranlarda taçlanıyor. “Ben asacağım, keseceğim, içeri attıracağım” diyen adamlar ülkenin yıldızları haline geldi. Bir zamanlar Uğur Mumcu vardı, şimdi onun yerini alçaklar aldı.
» Bu devasa nefret sarmalından kendimizi nasıl koruyacağız? Geleceğe nasıl umutla bakacağız?Bu ülke siyasetçilerden bağımsız olarak çok güzel bir ülke. Örneğin sosyal medyada dünya güzeli insanların satırlarıyla karşılaşıyorum. Hakkari’nin bir kasabasındaki bir öğretmen, sabah sabah paylaştığı bir mesajla beni umutlandırıyor. Ben umudumu hiç yitirmiyorum bu nedenle. Yaşar Kemal, “en umutsuz olduğun zaman bile umuda sarılmalı, umut yeşertir insanı” derdi. İçinden geçtiğimiz süreçte de, nefreti bitirecek olan yegane şey umut.
» Referandum sonucunu ve “hayır” cephesini bugüne kadar farklı yönleriyle konuştuk. Peki burada kültür sanat endüstrisine nasıl bir görev düşüyor? “Hayır”ı sürdürülebilir kılmakta ve hatta büyütmekte bu endüstrinin nasıl bir işlevi olduğunu düşünüyorsunuz, ya da işlevi olmalı mıdır?Son yıllarda insanların açık açık düşüncelerini ifade etme özgürlüklerini ellerinden aldılar. Bir dizi oyuncusu da kültür sanat figürüdür ama o, gördüğü haksızlıkları ifade etmek istese de edemiyor, çünkü ertesi gün işsiz kalacak ve bu riski göze alamıyor. Elbette susmayanlar da var. Romanıyla, bağımsız tiyatrosuyla… Onlar dört nala koşuyor ve işsizliği de göze alıyorlar. Ama ben Türkiye’nin pop kralı ya da kraliçesine “hadi hayır mitingine katıl” da diyemem ki…
» Kültür sanat figürleri, düşündükleri her şeyi mitinge katılır gibi, bu derece direkt ifade etmek zorundalar mı? Muhalefet etmek isteyen illa ki bir yolunu bulamaz mı?Elbette. Ama bugünlerde kimse röportajı bile kabul etmiyor, oynadıkları dizilerden aldıkları müthiş paralar onlar için daha önemli. Bugün asıl sorun ne biliyor musunuz, örgütlü bir kültür sanat hareketinin olmaması… Suya sabuna dokunmayan bir zihniyet söz konusu. Zaten bizim ülkemiz dünya yansa, Neon gibi yangını gülerek seyreden insanlarla dolu. Yine de mevcut ortama bakınca, kültür sanat alanının, en namuslu hareketler arasında olduğunu düşünüyorum.
» 30 yıldır bu ülkeye ve bu ülkenin insanına dair belgeseller çekiyorsunuz. Bütün bu sürecin sonunda, bizimle paylaşmak istediğiniz gözlemleriniz nelerdir?Bu röportajlar beni bile aştı. Bazen belgesel, bazen yazı formatıyla binlerce hikaye dinledim 30 yıl boyunca. Bütün bunlarda dünyanın en önemli ülkesi olduğumuza karar verdim. Gazete haberlerinin bir günde eskidiği başka bir ülke yok. Bu topraklarda onlarca uygarlık ve pek çok halk yaşadı. Çok kültürlü bir toplumuz. Süryanisi’nden Ermenisi’ne, Rum’undan Arap’ına... Biraz Batı biraz Doğu’yuz. Ama en önemlisi, hep Batı’ya gittiğini zanneden ama Doğu’ya giden bir gemiyiz biz.
» Bugüne kadar en çok ilgi gören belgesel çalışmanız hangisi oldu?Kendi içinde çok özel hikayeler yakaladık ama en çok reyting alan Arzu Okay belgeseli oldu. Arzu Okay biliyorsunuz erotik bir yıldız. Biz onun ilk kez belgeselini çektik. 70 erotik filmde oynadıktan sonra Paris’e kaçmış ve orada tekstil işine girmiş. Çünkü nefret etmiş yaşadığı ülkeden, bir lokantaya yemek yemeye gittiğinde bile, çevresini saranlar ona tacizle saldırmaktan geri durmuyormuş ve bu duruma dayanamamış. Onun dışında ben Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Sezen Aksu ve Attila İlhan belgesellerimi de çok seviyorum.
» Peki sizin için en özel olan belgesel çalışmanız hangisi ve neden?
En özeli Latife Hanım belgeseli. Herkes Latife hanımın bin günlük evliliğini anlatırdı. Ben, Mustafa Kemal’in ona “seni boşadım” dediği andan itibaren, yaşamının son gününe kadar olan yıllarını, “Sırlar odasında 50 yıl” başlığıyla anlattım. Latife Hanım’la 25 yıl boyunca yaşamış olan yeğenleriyle konuşarak çektik o belgeseli. O güne kadar kimseye konuşmamışlardır, ilk defa bizim belgeselimizde konuştular.
» Ne anlattılar?
Latife hanımın Mustafa Kemal’e nasıl saygı duyduğunu anlattılar, her şeyden önce… Ve ülkenin kendine has özelliklerinden dolayı halamız hep kenarda durdu dediler. Mustafa Kemal’e sevgi ve saygısının sonsuz olmakla birlikte, bir kadın olarak çok kırgın olduğunu, erken boşanmanın her kadında yarattığı kırıklığı onun da taşıdığını söylediler. Biliyor musunuz, Latife hanım kimseye röportaj vermemiş hayatı boyunca, dünyanın en büyük medya kuruluşları da dahil olmak üzere… Bir de günümüzde biraz şöhret olan insanları düşünün, aradaki farkı çok daha iyi anlayacaksınız. Latife Hanım’ın bir tek bir kelime konuşmama halini çok onurlu bulmuşumdur. Keza, gittiği yerlerde fotoğraflarının çekilmemesini sakince tevazu içinde söylemesi. “Ben first lady’im” demeden. Latife hanım isteseydi pozisyonunu çok rahat kullanabilirdi. Ama hiçbirini yapmadı. Sakince bir ölüm ilanıyla göçüp gitti…
» Sırada yeni bir belgesel projesi var mı?
Galatasaray tarihinin belgeselini çekiyorum. 15 bölümlük bir belgesel bu. Onun dışında, bir de Almanya’ya göç belgeseli çekiyorum. 60’a yakın anekdotla, 8 bölümde Almanya’ya gidenlerin öykülerini izleyiciyle buluşturacağız.
» Bir gün bugünlerin belgeselini de çekecek olsanız, bugünleri nasıl anlatırdınız?
Ben bugünün belgeselini çekmek istiyorum zaten, 15 yılın hikayesi. Avrupa Birliği’ne giriyoruz denilerek, alışların kesilmediği bir dönemden, AB alçaktır diye bağırıldığı bir döneme... Her sabah şaşırıp korktuğumuz, hayata tedirgin uyandığımız, yolsuzluklarla anılan insanların birdenbire taçlandığı bir dönem... Bu dönem kadar zengin malzemesi olan başka bir dönem yok aslında. Bugünün belgeselini yapmamak ayıp olur zaten.