Arkadaşımız Yıldırım Türker'e, onunla geçirdiğimiz 16 yılın ardından, 13 Ekim 1996'da Radikal İki'de yayımlanan ilk yazısıyla hoşçakal diyoruz...
“Siz inanmayın / bir gün değişir elbet / Güneşe ve penise / tapan rüzgârın yönü / ... bir gün elbette/ Zeki Müren’i / Seveceksiniz / (Zeki Müren’i seviniz)” yazmıştı, çok genç yaşında bir duvar dibinde ölüsü bulunan sevgili şair Arkadaş Z. Özger.
Güneşe ve penise tapan rüzgârın yönü değişmedi. Ama toplumca Zeki Müren’i sevdik. Üstelik yerleşik sevme kültürümüze uygun biçimde: Hoyratça; inandırıcı olmak için tapınmanın ayinsel dışavurumuna sığınarak. Onu severek ‘biz’ olduk, ‘biz’ olmanın güvencesine sığındık. Arkadaş, şiirinde Zeki Müren’i, şimdi orta yaşa acılı bir merdiven dayamış olan bütün eski çocukların korkusu olarak kullanmıştı. Yakarısı, farklı olanın; erkekliğin belirlediği hiyerarşinin alt basamaklarında kalanın üstüne doğacak bir başka güneşiydi. Zeki Müren, tazeleri piyasaya çıkana kadar her zaman bir küfrün, bir alayın adı oldu. Hepimiz, o dönemin küçük erkek adayları, çocukluğumuz ve ilkgençliğimizde Zeki Müren’e benzememek için çırpındık. Yukarıda, ileride, ama bizden mutlaka çok uzaklarda bir dünya vardı ve kimi bahtsızlar ya da yoldan çıkmışlar daha o dünyaya yanaşamadan, kader bu ya Zeki Müren’e benziyorlar, mahalle maçlarından kovgun, kızların bütün aşağılamalarını sineye çekerek onlarla ip atlayıp seksek oynayarak, çocukluk denen belalı hastalığın geçmesini bekliyorlardı. Galiba en çok da onlara “Tren de bakayım” deniyordu. “Tren. Öpsün seni Zeki Müren.” Ve işte sonunda, bu hayatını mükemmel bir ‘başarı’ öyküsü gibi inşa etmiş olan adam öldü. Herhangi bir toplumda 40 yıl süreyle ortalıkta, ilgi odağında, ünlü kalmış her yıldız gibi ülkesinin simgesi olarak, pullara ve paralara yakışır bir portreyi tarihin galerisine yerleştirdi. Görkemli cenaze töreni kuş bakışı seyrediveren bir yabancı, çocuğundan ihtiyarına, imamından cemaatine, askerinden siviline yüzbine yakın insanın göğsünde, elinde geçkince bir travesti resmiyle acılı ve coşkulu veda resmi geçidini anlamak, tarihe oturtabilmek konusunda kuşkusuz epeyi zorlanırdı. Bir milletin, özellikle de bu milletin toplumsal konsensusa vardığı noktada travesti bir sanatçı duruyordu işte. Bütün görkemi, tüyü teleğiyle. 40 yıllık aşkımızla birlikte 40 yıllık bir küfürü de gömdük. Zeki Müren, toplumumuzun riya aynasıydı.
Müren, 50’li yılların boğucu, baskıcı Cumhuriyet okulunun ortasına yabancı bir varlık, ‘öteki’nin cisimleşmiş hali olarak düştü. Sesiyle yabancıydı. Hayli kırılgan bir dünyanın ne dişi ne erkek olan ara sesiydi. Daha sonra yabancılığını iyice pekiştiren bir serüveni ustaca ve sabırla yazageldi. Bir yandan farklı, adeta egzotik bir varlığı öne sürerken diğer yandan da Bizans’a kadar dayanan bir ara cins estetiğini taşıyordu. Ününü pekiştirip artık sarsılmaz bir yer edindiğinde ona benzer kimse yoktu. Adnan Pekak’ın yıldızı, Müren’in de küçük müdahaleleri sonucu kısa zamanda sönüvermişti.
Zeki Müren büyük bir sanatçı mıydı? Bilemem. Bildiğim tek şey, Zeki Müren’i büyük kılan şeylerin başında, içinde yaşadığı toplumun ikiyüzlülüğünü bilmesi, oyunu kuralına göre oynamasının geldiği.
Zeki Müren, serüveninin başından itibaren toplumumuzun riya aynası oldu. O aynayı sırlayarak büyüdü, şimdiye dek kimsenin, hele hele şarkı söyleyerek kazanamadığı bir dokunulmazlık halesi edindi. O aynayı sırlamak bence Zeki Müren’in en büyük başarısıydı. Besbelli Neyzen Tevfik okumuştu. İnsanoğlunun tuhaf olduğunu, her bir sözü kaldıramayacağını biliyordu. Dolayısıyla sözlerine dikkat etti. Her tarihte, her toplumda, ışıyan yıldızlar gibi, çevresinde oluşturulan mitosların harcını kendi elleriyle attı.
Bu mitosların başında onun müthiş yaratıcılığı vardı. Ay prensi, cengaverin rüyası ve benzeri adlar verdiği mini etekleri, uzun tuvaletleri kendisi yapıyordu. Desinatördü. On parmağında on hüner vardı. Gerçekten de hisli bir sanatçıydı. Attila İlhan’dan epeyi etkilenerek yazmış olduğu şiirlerini topladığı ‘Bıldırcın Yağmuru’ kitabının kapağını da kendisi desenlemişti. Çok hoştu. Bunun yanı sıra gerçekten az rastlanır bir sese sahipti. Unutulmaz birkaç bestesi vardı. ‘Hiç ayrılamam derken/Kavuşmak hayal oldu’ derken hâlâ kaç göç yaşanan eski zamanlarda, lambası yanıyor mu diye bakılan yeşil köşklerden, acılı, gururlu, vefalı aşkların çağından ses veriyordu. Gerçek bir radyo sanatçısıydı. Akşamüzerleri, gün batımında, eski radyoların ışığıyla aydınlanan eski, orta halli evlere ve o evlerden beslenen anılara çok yakışan bir sesi vardı. Türk kulağı daha o zamandan erkek seslerinden tenoru seçmişti. Ancak yıllar sonra kadın seslerinden altoya yakın, kirli puslu olanını seçecek, her boru sesli mahalle kızı Kral TV ’de şansını deneyecekti.
Bir de tabii, Zeki Müren’in Türkçesi vardı. Heyecanlı bir çağdaş Türk, onun için hayatına girmiş olan ve hiç sorgulamadığı aceleci bir tercümeyle ‘bütün zamanların en süper Türkçe konuşan insanı’ diyebilirdi. Yıllar önce bir meyhanede bir arkadaşım Haşim’in ‘O Belde’sini yüksek sesle okumuştu. “Şule-i biziya-i hüzn-i kamer...” Yan masadan bize kulak kesilen bir sarhoş heyecanla masamıza gelip arkadaşımın ellerine sarılmış, içli bir coşkuyla “Yıllardır böyle temiz bir Türkçe işitmemiştim” diyerek bize çikolata ikram etmişti. Tuhaf gelene, farklı olana, anlaşılamayana duyulan iman Müren’in, Türkçesinin mükemmelliğine halkını ikna etmesini kolaylaştırdı. Yoksa birkaç gariban mukalliti dışında kim öyle konuşmayı göze alabilirdi? Abartılı vurgularıyla, ‘r’lere olan aşırı inancıyla, Müren’in Türkçesi de bir Türkçe travestiydi. Kaldı ki son döneminde ‘kahır’a ‘kahırrşş’ diyordu.
Müren’in müstesna kişiliğinden söz ederek onu yere göğe sığdıramayanlara bodoslamadan bir soru yöneltmek istiyorum. En azından sosyolojik açıdan, bir travestinin böylesine büyük, tapınmaya yakın bir itibar görmesinden yalnızca güzel sesinin, iyi şarkı söyleyip güzel besteler yapmasının yeterli olduğuna inanıyor musunuz? Müstesna kişiliği, büyük insanlığı üstüne birkaç kanıta ihtiyaç duyuyorum doğrusu. Ömür boyu müstehcen bir ikiyüzlülüğü, herkesin gözünün içine baka baka sürdürmüş olan bu sanatçımızın herkesten iyi bildiği bir şey vardı kuşkusuz. Toplumunu çok iyi tanıyordu. Dalai Lama’nın huzurundaymış gibi ulvi bir aydınlanmışlık ve abartılı bir saygıyla, yarı hıçkırarak kendisine ‘Paşam’ diye hitap eden sunucuların karşısında o daha büyük bir tevazuyu oynuyordu. Herkes birbirine istirham ediyor, estağfurullahtan geçilmiyordu. Bu, gerçekliği olan bir dünya değildi. Her şey gibi travestiydi. Tevazu teröre; nezaket tecavüze dönüşüyordu. O hiçbir zaman dile getirilememiş olan şey; o mistik nesne; orada, tam da ortamızda kalakalıyordu. Utanç yüklü bir eziklikle, lâyık olmadığımız bir dünya karşısında kaba saba ve renksiz sırıtışımızla izin isteyip seyre çekiliyorduk. Paşam gerçekten de, her ne yaşıyorsa, hak etmişti.
Yaşlandıkça yüzüne bir tehdit ifadesi gelip oturdu. Pek sevip desteklediği, ölümünden sonra ‘Bana güzel Türkçesini miras bıraktı’ diye demeç veren Ajda Pekkan’dan şuncacık ders almamış olsa gerekti. 1960’larda içine oturduğu imgeyi küçük aksesuarlar dışında ölene kadar değiştirmedi. Oysa artık kimse krape saçla gezmiyordu. Zeki’yi imajını bulmasında çok etkilemiş olduğuna inandığım Neriman Köksal bile ‘o’ makyajdan hanidir vazgeçmişti. Zeki Müren’e benzeyen tek kadın kalmıştı memleketimizde. Semra Özal.
Şaka yapmıyordu. Amacı eğlenmek değildi. Ya da en önemlisi bize hayatın coşkusunu, neşenin yüce pınarını da ima ediyor değildi. O sadece gururla kendi estetiğini sergiliyordu. Hepimiz bu kişisel estetik karşısında parmağımızı ısırmış, onu dinliyor/seyrediyorduk. Sesi zayıfladıkça edaya yüklendi. Son döneminde tüllere, yaldızlara bürünmüş iri gövdesiyle kollarını iki yana açıp küçük serçe adımlarıyla yan yan yürüyüp aniden yönünü değiştirerek ve kaşlarını çatıp tehditle bize/kameraya doğru yürüdüğü kliplerin yerini sabit kamerayla çekilmiş yakın plan klipler aldı. Bu sonuncularda artık bir kabuki oyuncusu makyajı ve edasıyla, şarkıları söylemekten çok oynuyordu. ‘Gitme/Sana muhtacım’, diye şiddetli bir asabiyetle haykırırken yüzünden binbir ifade taklidi geçiyor, her seferinde farklı yüzüklü ellerinin de yardımıyla kısaltılmış, yoğunlaştırılmış bir doğu melodramını yaşıyor ve yaşatıyordu. Bu tuhaf, benzersiz sanatın tek temsilcisiydi. Üç dakikalık, yoğunlaştırılmış, şarkılı, tek kişilik melodramların. ‘Ağlarım’, derken gözlerinin altını işaret eder ve şarkının beklenmedik yerlerinde aniden öfkeyle tehdide yönelirdi. Bize, onu sevmek dışında bir suçu olmayanlara değil tabii. Onu inciten, kalleşlik yapan, yarı yolda cayan, aldatanlara. Hiç, ama hiçbir şey eğlence adına yapılmıyordu. Bütün o dekorlar, o ışıklar, o giysiler, o tavırlar, o her birinde ısırık izleri kalan sözcükler, hepsi ama hepsi ciddiydi.
Şimdilerde kimi köşe yazarlarınca ‘devrimci’ ilan ediliyor. Gazino sahnesine getirmiş olduğu yenilikler değil yalnızca konu edilen. Müren, erkek egemen bir toplumda eşcinselliğini açık açık yaşamış. Koca bir toplumu önünde dize getirmiş meğer. Kimi yayınlarda ise onun ne çapkın bir heteroseksüel erkek olduğu, kaç kadını deli ettiği yazılıyor. Tarihe zarif bir salon beyefendisi olarak geçmesi için çırpınanlar azınlıkta değil. Mitoloji yürüyor. Yanılıyorsam hiçbir kadın kendisini atladığımı düşünüp alınmasın, 104 kadınla birlikte olduğunu bildirmişti rahmetli de. Hayatını fütursuz bir eşcinsel olarak sürdürürken bir yandan da bu imgeyi yerleştirebilmeyi başardı. Herkesin aynasına yansıyan Zeki Müren farklı. Ama onun asıl amaçladığı ve büyük başarıyla gerçekleştirdiği ‘hayat serüveni’, şehirli orta sınıf itidalinin, aklıseliminin ta kendisiydi. Devleti hiçbir zaman karşısına almadı. Darbelerde bir köşeye çekilip kendisini unutturdu. Mütevazıydı, zenginliğiyle hiç sivrilmemeyi başardı.
Devletini ve milletini çok sevdi, Türk olmakla gurur duydu. Filmlerinin aile filmleri olduğuyla, kimseye kötü örnek olmamakla övündü. Nostaljiyle yaralı, inzivaya çekilmiş şehirli bir sanatçıydı. Dinine çok bağlıydı ama başını hiç örtmedi. Mirasını, son söyleşisinde plaketini uzun uzun okşadığı Mehmetçik Vakfı’na bıraktı. Her şeyi sınırını bilerek, ‘istilinen, zerafetlen’ yaşamayı bildi. Hedef kitlesi yetmiş milyondu. Yetmiş milyonun ufkunda sanat güneşi olarak yükseldi. Bizim ikiyüzlülüğümüzün üstüne olağanüstü bir anıt inşa etti. Her şeyin travestileştiği, Demirel’in ‘baba’ olduğu, demokrasimizin güvencesinin ordu olduğu hayatımızda ‘sanat güneşi’ oldu. Hepimizin başı sağolsun.