Gazete Habertürk'ten Kübra Par'ın, Şamil Tayyar'la yaptığı röportaj şöyle:
‘İSTİFA YERİNE SEÇİMDE GİTMELERİ DAHA ŞIK OLURDU’
AKP belediye başkanlarıyla ilgili istifa tartışmasıyla başlayalım. Bu röportajı yaptığımız saatlerde, istifası istenen 3 belediye başkanının direneceğine dair söylentiler dolaşıyor. Siz, belediye başkanlarından bu şekilde istifa talebinde bulunulmasını şahsi olarak nasıl karşılıyorsunuz?
Partiler seçimde aday gösterir fakat son sözü millet söyler. Son sözü millet söylemişse, alırken de milletin söylemesinde fayda var. Bu kararlar seçim atmosferinde uygulansa belki daha şık olurdu ama lider ve genel merkez iradesi böyle oluşmuşsa doğru olanı karara uymaktır. 16 Nisan referandumu, AK Parti’de çok yönlü bir değerlendirmeyi zorunlu kıldı. Özellikle büyükşehirlerde oy kayıpları dikkate alınarak 2019’a yönelik yeni bir çalışma sistematiği belirlendi. Hem 2019’a hazırlık hem de farklı iddialarla ilgili tartışmaları sonlandırmak maksadıyla böyle bir yola gidildi.
Tek sebep referandum sonucu mu yoksa FETÖ’nün siyasi ayağıyla mücadelenin bu kararlarda payı var mı?
Bursa ve Balıkesir gibi bazı belediyelerin FETÖ ile mücadelede gerekli hassasiyeti göstermediğini biliyoruz. Ama Ankara’da durum öyle değil. Melih Başkan, hem Gezi olaylarında hem de 15 Temmuz’da ciddi bir mücadele verdi. Ancak uzun süre görevde kalmış olmasını Sayın Cumhurbaşkanı’mızın ifade ettiği “metal yorgunluğu” kapsamında değerlendirebiliriz.
Bir saniye, bu önemli bir iddia... Balıkesir ve Bursa belediye başkanlarının FETÖ’yle yeterince mücadele etmediğine dair somut göstergeler var mı bildiğiniz?
Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcımız Erol Kaya, bununla ilgili ciddi bir hazırlık yaptı. O rapor kapsamında bu değerlendirmenin yapıldığını düşünüyorum.
Melih Gökçek’i ayrı bir yere koyuyorsunuz. Bunda Beyaz TV’de program yapmanızın payı var mı?
Hiçbir ilgisi yok çünkü ben o kanalda program yapmaya başladığımda adı Beyaz TV bile değildi. Program için kanal sorunu yaşayan biri değilim. Melih Başkan sevdiğim, değer verdiğim ve başarılı bulduğum bir siyasetçidir. Ama patronum Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Peki şimdi ne oldu da Cumhurbaşkanı Erdoğan, Melih Gökçek’e bu kadar kızdı?
Kızdığını düşünmüyorum. Melih Bey, 20 küsur yıldır belediye başkanı. Normal şartlarda, 2019 Mart’ında muhtemelen başkan adayı gösterilmeyecekti. Metal yorgunluğu aslında tam da bunu ifade ediyor. Ne kadar güzel iş yaparsanız yapın, ne kadar iyi hizmet ederseniz edin, artık yüzünüz eskimeye başlıyor ve toplum bir şekilde sizin değişmenizi düşünüyor.
Toplum, değişmesi gerektiğini düşünüyorsa seçimde oy vermez ya da o kişi tekrar aday gösterilmez. Yıllarca “Seçimle gelen seçimle gider” diyen AK Parti, savunduğu bu değerle çelişen bir tavır içerisinde değil mi?
Görevden alınması planlanan belediye başkanlarıyla ilgili cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunmayı gerektirecek bir dosya varsa, görevden almayla birlikte bu dosyalar savcılığa verilecekse, bunun kendi içinde izahı mümkündür. Daha önce 4 belediye başkanıyla ilgili benzer bir yol izlendi; önce soruşturma yapıldı, rapor hazırlandı, o rapor savcılığa intikal ettirildi. Aynı zamanda da partiden ihraç edildiler. Eğer böyle bir yoldan gidilseydi demokratik açıdan bir tartışma olmazdı. Hiçbir şey olmamış gibi yola devam etme kararı alıp istifayla yetinmek, ister istemez zihinlerde soru işareti bırakıyor.
Melih Gökçek’i ayrı yere koyuyorsunuz ama okurların aklına “Parsel parsel sattı” lafı gelebilir...
Eğer meseleye arkeolojik kazı yaparak bakacaksak, en son konuşması gereken kişinin Bülent Arınç olması gerekir. FETÖ diye tarif ettiğimiz bu yapı, yaklaşık 50 yıllık bir hareket. Burada bize yöneltilebilecek en ağır suçlama, bu yapının devlete hızlı bir şekilde çöktüğü süreçte bu riski görememek olabilir. Bunu bir basiretsizlik ya da ihmalkârlık olarak değerlendirebilirsiniz. Ama şu bir gerçek, 7 Şubat MİT operasyonundan sonra AK Parti bu konuda tavır koydu. Bu arada, “Geçmişte Türkçe Olimpiyatları’nda görüntüsü vardı. Şu konuşmayı yaptı” gibi konuşmaya kalkarsak bunun altından hiç kimse kalkamaz.
Ya Kadir Topbaş?
Kadir Topbaş’la ilgili çok fazla iddia vardı. Bu iddialardan birisi FETÖ ile mücadeleyi iyi yapmadığı yönündeydi. Ayrıca damadı etrafında dönen tartışmalar bu konudaki kamuoyu algısını daha da güçlendirdi. Dolayısıyla, Kadir Topbaş’ın Büyükşehir Belediye Başkanı olarak göreve devam etmesi parti açısından da bir problemdi. İstifası doğru bir yol oldu. Zaten toplum da buna hazırdı. Bir yerde onun istifa ihtimalini satın almıştı. İstifa edince de kimseye sürpriz olmadı.
‘ŞABAN DİŞLİ KENDİSİ İSTİFA ETMEDİ, İSTİFASI İSTENDİ’
Şaban Dişli, genel başkan danışmanlığından istifa ettiğini açıkladı. Açıklamasında parti içindeki birtakım eleştirileri de gerekçe gösterdi. Sizce bu göreve getirilmesi mi hataydı yoksa istifa etmesi mi?
Göreve getirilmesi hataydı. Ama zararın neresinden dönülse kârdır. AK Parti içerisinde kendisine çok fazla tepki vardı. Bu tepkiyi gösterenlerden birisi de benim. Hukukta suçların bireyselliği esastır. Şaban Dişli suçlu olmayabilir ama kamuda binlerce kişi yakınları sebebiyle yerlerinden olurken genel başkan danışmanı olması sıkıntıydı. İstifası çok doğru bir karar ama benim bildiğim kadarıyla kendisi istifa etmedi, istifası istendi.
Şaban Dişli’nin istifasını kim istedi?
Cumhurbaşkanı istemiştir, onun dışında bir irade yok.
‘GENELKURMAY BAŞKANI’YLA İLGİLİ ŞÜPHE VAR’
15 Temmuz gecesine ait son görüntülere ilişkin açıklamanız ilginç. “Genelkurmay Başkanı’nın derdest edildiği görüntü nerede kardeşim?” demişsiniz. Görüntülerle ilgili kafanızda bir soru işareti mi var?
Genelkurmay Başkanı’yla ilgili şu ana kadar kamuoyuna yansıtılan iki görüntü var: Birisi fotoğraf, diğeri de canlı görüntü. İlk fotoğrafa baktığımızda, Genelkurmay Karargâhı’nın basamaklarından inerken arkadan çekilmiş olduğunu görüyoruz. O fotoğrafta elinin kolunun bağlanmadığını, elinde kepiyle rahat bir şekilde yürüdüğünü görüyoruz. İkinci görüntü ise dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Güler Paşa ile ilgili. Güler’in koridorda derdest edilmiş görüntüsü ve bir de uzakta başka birinin silüeti var. Bütün televizyon kanallarında başlık, “Hulusi Akar ile Yaşar Güler’in derdest edildiği görüntüler ortaya çıktı” şeklindeydi. Dikkatlice baktığımda oradan birinin geçtiğini, o kişi geçerken de o anda nöbette olan askerin ona selam verdiğini gördüm. Yani öyle rehin alınmış gibi bir hava yok. Diğer paşalarla ilgili her türlü görüntü net bir şekilde kamuoyuna yansıtılırken, Genelkurmay Başkanı’yla ilgili görüntüleri de verelim ki insanların zihinlerinde soru işareti kalmasın diyorum.
“15 Temmuz gerçek manada aydınlanırsa bugün kahraman dediklerimizin aslında darbenin içinde olduğunu göreceğiz” demişsiniz. Ne demek bu?
Kafamda soru işaretleri var ve bunlara cevap arıyorum. Genelkurmay Başkanı’nın bu darbeyi yapanlarla birlikte hareket ettiğini ve bunun başında olduğunu düşünmüyorum. FETÖ’cü subayların 15 Temmuz görevlendirmesine ilişkin, mahkemeye de intikal eden bir liste var. Bu listede Genelkurmay Başkanı’nın ve dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı’nın karşılığı boş bırakılmış. Bunlar muhtemelen darbe gecesi Genelkurmay Başkanı’yla görüşecekler, ikna ederlerse hareketin başına geçirecekler, ikna edemezlerse de tutuklayacaklardı. Zannediyorum FETÖ cuntası başlarına bir üst düzey komutanı getirmek istedi. Akıllarına ilk gelen de Genelkurmay Başkanı oldu. Bu talebi ilettiklerinde Genelkurmay Başkanı’nın tavrının ne olduğuyla ilgili çok çelişkili bazı bilgiler yansıyor. Bu hareketin içindeki isimlerden biri olan Mehmet Dişli’nin müzakereci olarak ilk aşamada Hulusi Paşa’ya gönderildiğini anlıyoruz. İçeri girip konuşuyor. Hulusi Paşa’nın yaveri Levent Türkkan, ifadesinde “Mehmet Dişli dışarıya çıkınca, paşa ‘Komutan ortada, girin içeri’ dedi” diyor. Dişli’nin “Komutan ortada” algısına yol açacak, Genelkurmay Başkanı’nın nasıl bir tepkisi oldu? Genelkurmay Başkanı’nın ifadesine baktığınızda, kendisine zorluk çıkarıldığını, itilip kakıldığını, boğazının sıkıldığını söylüyor. Eğer bunlar yaşanmış ise makam odasında eşyaların dağınık olması lazım. Halbuki dağınık değil. Savcı, “Ama odanızda eşyalar yerli yerindeydi. Böyle bir itiş kakış olduysa niye her şey derli toplu?” diye sorunca, Hulusi Paşa “Muhtemelen benden sonraki komutan için hazırlık yaptılar” diye cevap veriyor. Oysa biz darbecilerin eylem planına baktığımızda, darbe bildirisinin Genelkurmay Başkanı’nın odasında değil Akıncı Üssü’nde okunmak istendiğini görüyoruz. Hulusi Paşa’yı oraya götürüp bu arada delilleri karartmak için eşyaları yerlerine koymaları bana çok akılcı gelmiyor.
Açık konuşalım; Şamil Tayyar, “Hulusi Akar o gece kararsız kaldı, taraf değiştirebilirdi” şüphesi mi taşıyor?
Evet, böyle bir şüphem var. Genelkurmay Başkanı’nın ilk aşamada ya Başbakan’ı ya da Cumhurbaşkanı’nı araması gerekirdi ama aramadı. Sabah 08.30’a kadar bir irtibatı yok. Kubilay Selçuk, Mehmet Dişli, Akın Öztürk’ün ifadelerine baktığımızda, “Eli kolu bağlı değildi ve odasında çay içiyordu” dediklerini görüyoruz. “Televizyon izledik” diyorlar. Saat 04.00’ten itibaren durumun biraz daha karıştığını görüyoruz. 04.00, Sayın Cumhurbaşkanı’mızın İstanbul’a inip halkın karşısına çıktığı saat. İster istemez sorulara cevap bulamayınca, “Komuta kademesi 04.00’e kadar bir durumu mu gözetledi?” diye merak ediyor insan...
‘CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN BİR BİLDİĞİ VAR’
Peki, Şamil Tayyar’ın merak ettiği bu soruları Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım merak etmiyor mu?
Sayın Cumhurbaşkanı’mızın da açıkçası o geceyle alakalı benzer soruları sorduğunu ve bunlara cevap aradığını düşünüyorum. Bir kısmını da biliyorum. Zannediyorum ki Sayın Cumhurbaşkanı’mızın bir bildiği var. Burada konuşmam doğru olmaz ama bir gün bunu tavırlarıyla, kararlarıyla mutlaka kamuoyuna yansıtacaktır. Tayyip Bey kendisine ihaneti asla unutmaz. Doğru zamanı beklediğini düşünüyorum.
‘MEHMET DİŞLİ, KUBİLAY SELÇUK YA DA AKIN ÖZTÜRK İTİRAFÇI YAPILMALI’
15 Temmuz gecesi hâlâ karanlık ve cevap bekleyen sorular var. Bu sorulara cevap vermeden 15 Temmuz gecesinin gerçek hikâyesi yazılmaz. Şu anda devam eden davalardan bu gerçek hikâyeyi görebileceğimiz konusunda ümitli değilim. Ama davaların seyrine göre gelişebilir mi, bu da bir ihtimal. O geceyle ilgili kritik pozisyon alan Mehmet Dişli, Kubilay Selçuk, Akın Öztürk gibi isimler var. Bunlardan herhangi biri itirafçı yapılabilirse ciddi bazı bilgilere ulaşılabilir diye düşünüyorum. Ama bu itirafçılık birinin tahliyesine yol açacak eften püften açıklamalardan ibaret değil, gerçekten o geceye ve öncesine ait, ayakları yere basan sağlam verilerle desteklenecek önemli bilgilere yol verirse, o geceyle ilgili birçok sorunun cevaplanacağını düşünüyorum.
‘FİDAN, DARBE İHTİMALİNİ DOĞRUDAN SÖYLESE CUMHURBAŞKANI İLE GÖRÜŞÜRDÜ’
MİT’in o geceki pozisyonu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hakan Fidan’ın rolüyle ilgili tartışma, bir havacı subayın saat 15.00 sularında MİT’e gitmesiyle başlıyor. Fidan’ın o iddiayı ciddiye alıp bunu Genelkurmay Karargâhı’na taşımasını son derece önemsiyorum. Tedbirlerin büyüklüğü, Genelkurmay Karargâhı’nda bunun bir darbe ihtimaline göre yapıldığını gösteriyor. Hal böyle ise hem MİT Müsteşarı’nın hem de Genelkurmay Başkanı’nın Cumhurbaşkanı’mıza ya da Başbakan’a o esnada bilgi vermesi gerekirdi. Bu yapılmıyor. Sadece Fidan’ın saat 18.00 sularında Sayın Cumhurbaşkanı’mızın güvenlik amirini aradığı iddia ediliyor. Orada da “istirahatte olduğu” söylenmiş. Aradığında, “Bir darbe ihtimali var, teyakkuzdayız, hava sahası kapatıldı. Çok acil Cumhurbaşkanı’mızla görüşmek istiyorum” dese, 30 saniye içerisinde görüşürdü. Ben bir basiretsizlik görüyorum. Fidan’ın, “Bunu söyleyemedik çünkü daha önce de çok fazla darbe iddiası gündeme geldi. Birkaçında mahcup olduk” dediği çok yerde söyleniyor. Bu tam olarak doğru mu, bilmiyorum.
‘FETÖ’DEN BOŞALAN YERLERE PERİNÇEKÇİLER YERLEŞMEK İSTİYOR’
Kimileri, “AK Parti artık MHP çizgisinde” diyor. Geçen hafta Habertürk TV’deki programımızda Doğu Perinçek de “AK Parti bizim çizgimize geldi” dedi. AK Parti’nin bir çizgi sorunu mu var?
Güç kaynaklarını kaybedenler, kendilerine güç devşirmek için AK Parti’yi ve Cumhurbaşkanı’mızın ismini kullanıyor olabilirler. Doğu Perinçek kurnaz bir adam. Devlet içinde FETÖ’den boşalan yere Perinçek tayfası yerleşmek istiyor. Türkiye, “FETÖ’nün alternatifi ETÖ” gibi bir açmazla karşı karşıya. Ergenekon Terör Örgütü’nü kastederek söylüyorum. Perinçek, bir süredir FETÖ mücadelesi adı altında milliyetçi ve muhafazakâr kadroların tasfiyesiyle kendi yandaşlarının devlet içerisinde hızlı bir şekilde konumlandığını görüyor. Bunu bir yerde kuluçka dönemi olarak adlandırıyor ve iyice olgunlaşıncaya kadar AK Parti’ye çok fazla laf söylemeyerek kamuoyunu yatıştırma gayreti içinde hareket ediyor. Ben bunun çok stratejik bir hamle olduğunu düşünüyorum. Daha sonraki süreçte bu yapı AK Parti’yi tasfiye etmek için harekete geçecek. Ülkücüler de var ama onların sayıları çok fazla değil. Özellikle ulusalcılar birçok yerde var. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda ciddi bir üstünlük sağladılar.
Peki, böyle bir şey varsa hükümet buna neden müsaade ediyor?
AK Parti’nin kadrolaşma politikasının çok beceriksizce olduğunu düşünüyorum. Diğer taraf oldukça profesyonel ve bunun da çoğunu yine bizim üzerimizden yapıyor. Sonuçta buna karar veren AK Parti yöneticileri.
İkinci kez mi kandırılıyorsunuz yani?
Buna kandırılma mı denir, beceriksizlik mi denir bilmiyorum ama reel durum bu. FETÖ’den boşalan yere eski yapılar yeniden çökmeye çalışıyor .AK Parti’nin önemli devrimleri var ancak maalesef devlette kadrolaşmayı bir türlü beceremedi. Bugün başı dik bir şekilde “Ben AK Partiliyim” diyecek memur sayısı, mevcut memurların yüzde 10’unu geçmez.
Ama liyakat değil de kadrolaşma kötü bir şey değil mi?
Liyakat kuşkusuz önemli ama eşitler arasında pozitif ayrımcılık yapabilirsiniz. Burada ölçünüzün ne olduğu önemli. Bir, hakikaten bu işi yapmaya ehliyetli mi, ehliyetli. Ama ondan sonra şuna bakman gerekir. Eğer bölücü bir akıma mensupsa, PKK’lıysa onun devletle işi olmaz, FETÖ’cüyse olmaz. Bu temel çizgiye uygun olarak sizin değerlendirme yapmanız gayet doğaldır. Bunu Avrupa’da da yapıyorlar.
‘EMNİYETTE TARİKATLARIN İKTİDAR MÜCADELESİ VAR’
Ya FETÖ’den boşalan kadrolara Menzilciler, Süleymancılar gibi tarikatların yerleştiğine dair iddialar?
Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ziyade daha çok emniyette bu sözünü ettiğiniz grupların belli bir iktidar mücadelesi var.
Bu tehlikeli bir şey değil mi?
Hangi gruba mensup olursa olsun, görev dağılımı yapılırken inisiyatifin hiçbir gruba verilmemesi gerektiği kanaatindeyim. Milli görüşçü olsa da verme. 81 ilin istihbarat şube müdürünü birbirine benzeyen, aynı ideolojiyi savunan adamlardan seçme. Devlette yapılandırmayı daha bir çoğulcu esasa göre yaparsak daha denetleyici olur. İçinde Menzilci de ülkücü de milli görüşçü de ulusalcı da olabilir. Liyakat ekseninde farklı gruplara mensup insanları harmanlayan bir kadro yapılanması bence çok sorun oluşturmaz, çünkü bunlar birbirlerini denetler.
‘ABD YENİBİR TUTUKLAMA LİSTESİ AÇIKLAYABİLİR’
ABD ile yaşanan krize ne diyorsunuz?
Amerika, Türkiye’nin izlediği bağımsız dış politikadan son derece rahatsız. Bu mücadelede kendi elini güçlendirebilmek için yeni bir tutuklama listesi yayınlayabilir. Korumalar ve Zafer Çağlayan ile ilgili bir liste yayınlamışlardı. Birikmiş bir dizi problem var. Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için yeni bir tutuklama listesi yayınlayabilir. İçinde siyasetçilerin de olduğu hayli kalabalık bir liste olduğu söyleniyor.
‘MECLİS ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORU YETERSİZDİ’
Hakan Fidan da, Hulusi Akar da Meclis Darbe Araştırma Komisyonu’na ifade vermeye gelmemişti. O zaman, “Hükümet onları korudu, onun için gelmediler” yorumu yapılmıştı.
Genelkurmay Başkanı’nın da, MİT Müsteşarı’nın da ifade vermesi iyi olurdu. AK Parti’nin üstünü örtmesini gerektirecek hiçbir şey yok. Çünkü bu darbe girişimi Cumhurbaşkanı’na ve AK Parti iktidarına yönelik yapıldı. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nı öldürmeyi, AK Parti’li kadroları aynı şekilde öldürmeyi ve devirmeyi planlamış bir yapının tüm hücreleriyle açığa çıkmasını neden istemesin? 250 şehit verilmiş, 2 binin üzerinden Gazimiz var. AK Parti burada eli en rahat parti, dolayısıyla tüm gerçeklerin açığa çıkmasını elbette ister. Burada zannediyorum, bir kurumsal veya mesleki taassupla bürokratik oligarşi darbe teşebbüsüne yönelik bazı gerçeklerin aydınlanmasını istemediği için siyasi iktidarı manipüle ediyor. O nedenle Meclis’teki çalışmayı da çok zayıf ve yetersiz buluyorum. Hatta amiyane tabirle ‘suya tirit’ bir çalışma olarak görüyorum.
Yeni bir darbe ihtimali görüyor musunuz?
Var, çünkü Türkiye’nin oyun planına baktığımızda böyle bir risk mevcut.
Peki, o riskin arkasında kimler olur?
FETÖ’nün 15 Temmuz’daki gibi konvansiyonel bir darbeyi yeniden gerçekleştirebileceği bana imkân dahilinde gözükmüyor. FETÖ’nün beli kırıldı. Devlette Ulusalcıların güçlendiğini söyledik. Eğer Batı Ulusalcılarla işbirliği yaparsa bu risk artabilir. Şu anda Ulusalcılar Amerikan karşıtı ve Avrasyacı politika izliyor. Ama siz yarın Amerika ile ilişkilerinizi düzeltmeye kalktığınızda bu tayfa başka bir arayışa girebilir. Dolayısıyla siz bu mekik diplomasiyi yürütürken devlet erkini eline geçirmeye çalışan odaklar size siyaseten istikamet verebilirler. Mesela yarın Rusya ile kavgaya başlarsak, içerideki Ulusalcılar bir anda harekete geçebilirler.
Şamil Tayyar, “Ordudaki Ulusalcıların darbe yapma potansiyeli var” mı diyor?
Yarın şartlar değişir, düşmanlar aynı amaçlarla da birleşebilir. Ulusalcılarla Batı da ittifak edebilir. Eğer Ulusalcılar muhtemel bir darbe senaryosunun içerisine eklemlenirse 15 Temmuzvari darbe riski artar.
Peki, 15 Temmuz’da FETÖ’cüler dışında bu darbeye karışan gruplar olduğunu düşünüyor musunuz?
Düşünüyorum. Bu sadece FETÖ’cülerin içinde yer aldığı bir operasyon değil. Merkezinde FETÖ var ama dahil olan başka gruplar da var.
O gruplar tasfiye edildi mi?
Edilmediler. Zaten asıl problemlerden biri de bence bu. NATO’cu tayfa hâlâ etkili.
Siz sürekli “Ergenekon hâlâ bitmedi” diyorsunuz. Şamil Tayyar bu noktada partisiyle görüş ayrılığı içerisinde mi?
Sayın Cumhurbaşkanımız da, Sayın Başbakanımız da aynı şeyleri söylüyor. Geçen yıl Hırvatistan’dan dönerken Cumhurbaşkanımızın yaptığı bir açıklama vardı. Yine daha yakın bir zamanda Ergenekon ve Balyoz ile ilgili Binali Bey’in yaptığı bir açıklama vardı. Hatta ona tepki gösterenler oldu. İki açıklamaya da baktığımızda benden bile ileri gözüküyorlar.
Ergenekon FETÖ kumpası değil miydi?
Ergenekon Ankara merkezli, Balyoz da İstanbul odaklı bir darbe davasıdır. Ancak FETÖ Ergenekon ve Balyoz’da kendi hesabını görerek ve süreci sulandırarak bir sonuca ulaşmaya çalıştı. Maalesef bunu da başardılar. Ben o dönemde, 8 Şubat 2009’da “Ergenekon torba dava olmasın” diye bir yazı yazmıştım. Bayağı bir eleştirilmişti. 1 ay sonra, 2009 Mart ayında Orhan Kemal Cengiz imzasıyla Zaman gazetesinde benim aleyhimde bir makale çıktı. Orada “Ergenekon’la mücadelenin önündeki en büyük engel Şamil Tayyar” diye yazdılar. Çünkü ben o dönemde, bugün olduğu gibi Ergenekon’la mücadele edilirken yapılan yanlışları da söylüyordum. Mesela Kuddusi Okkır’ın tahliye edilmemesine tavır almıştım. Türkan Saylan operasyonuna karşı çıkmıştım. Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın gözaltına alınmasına o dönemde tavır koymuştum. Dolayısıyla benim bu çıkışlarım FETÖ’yü o dönemde rahatsız etmiş. Bundan dolayı da Aksiyon dergisinde benimle ilgili çok ağır yazılar yazdılar. Ama biz yine bildiklerimizi söylemeye devam ettik.
Ama o dönem yazdığınız kitap çok tartışılıyor. “Şamil Tayyar FETÖ’cü” diyenler var...
Benim yazdığım ‘Operasyon Ergenekon’ kitabı 2008 yılının Şubat ayında piyasaya çıktı. Ümraniye’de el bombalarının bulunduğu 12 Haziran 2007’yi esas alırsak, henüz Veli Küçük’ün, Muzaffer Tekin’in sorgulanmaya başladığı bir süreçti. Daha İşçi Partisi ile ilgili süreç başlamamıştı. Millet ezbere konuşuyor. Bunu söyleyenlerin önemli bir kısmının kitabımı okuduğunu düşünmüyorum. O kitabın adı Karakutu’ydu. Tam yayın aşamasındayken, 15 Ocak’ta Veli Küçük’ün de aralarında bulunduğu operasyon kamuoyuna açıklanırken Ergenekon ismi kullanıldı ve yayınevi ismi değiştirdi. Dolayısıyla, benim kitabım ile mahkemeye intikal eden dava, yüzde 98 birbirini tutmaz. 2013 yılında sonuçlanan davaya baktığımızda, 123 ayrı iddianamenin birleştirildiğini görüyorsunuz. Ayrıca ‘Operasyon Ergenekon’ kitabına konu ettiğimiz birkaç belge ise Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan Danıştay cinayeti davasından elde edilmiş belgelerdir. O dönemde 11. Ağır Ceza Mahkemesi ulusalcıların elindeydi. Bildiğim kadarıyla da orada bir tek FETÖ’cü yoktu. Kaldı ki 11. Ağır Ceza Mahkemesi Danıştay cinayetinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi. Bazen bir toptancı yaklaşımla hesap görmeye kalkışıldığı için benim kitapla, mahkemede yargılama konusu olan iddianameyi birlikte değerlendiriyorlar. Mesela bazen İşçi Parti’li isimler de benimle ilgili konuşuyorlar ama tek bir İşçi Parti’li benim o kitabımla ilgili dava açmış değil. Ben o kitaptan yargılandım, 20 ay hapis cezası aldım ama yargılanma gerekçem sahte belge değildi, soruşturmanın gizliliğini ihlal ve adil yargılamayı etkilemekti.