Son günlerde tartışma programı deyince akıllara ilk gelen isim olan İsmail Saymaz'ı mesai arkadaşları alıp karşılarına bir güzel sohbet etmişler ve çok samimi bir röportaj çıkmış ortaya...
Son günlerde tartışma programı deyince akıllara ilk gelen isim olan İsmail Saymaz'ı mesai arkadaşları alıp karşılarına bir güzel sohbet etmişler ve çok samimi bir röportaj çıkmış ortaya...
İşte o röportaj:
Ali İsmail Korkmaz haberleri, İlhan Cihaner araştırması, bilumum işkence, kötü muamele, işçi cinayeti dosyaları... İsmail Saymaz son yılların en sıkı, en çalışkan gazetecilerinden biri olarak sivrilmişti. Bugünlerdeyse tartışma programlarının tartışmasız yıldızı; herkes “Acaba ne söyleyecek” diye ağzına bakıyor. Sosyal medyada da “Çay içelim haydi” deyip muhabbete oturmayı seviyor. Bizim de canayakın mesai arkadaşımız. Saymaz’la çayı koyduk, sohbete giriştik.
Bugün televizyonlardaki tartışma programlarının en beğenilen yorumcususun. Rahatlığın, konuşma tarzın çok övülüyor. Nasıl değerlendiriyorsun bunu?
- Benim esas işim yazılı basın. İlk yazı yazdığım günden bugüne hep gazetede kalmak istedim. Televizyon, benim derdimi anlattığım alan, asli alanım değil. Rahatlık, hazırcevaplık benim tabiatımda var zaten. Televizyona yansıyordur ama gazeteci kimliğimin yorumculukla tahrip edilmesine de sıcak bakmıyorum.
Ama avantajları da vardır muhakkak...
- Olmaz mı? Gazetede yazdığın haberi televizyonda iki dakikada anlatınca erişeceğini tahmin etmediğin bir kitleye temas edebiliyorsun. Hani bir karikatür vardır; sünnetçinin “Çin Müslüman olsa ne güzel olur” hayali gibi... Tam da öyle bir durum. Milyonlarca insana dert anlatıyorsun.
O milyonlarca insanın rol modeline de dönüşüyorsun bir yandan; riskli mi?
- Evet, çok riskli bir alan. Etrafını insanlar sarabilir ama bir anda yerle bir de olabilirsin. Ünlü olmak, görünmek, “Aaa bakın o” denmesini istemek hevesi, bir süre sonra tahribata yol açabilir. Bir tür sürekli televizyonda olma arzusu var...
Kendini hiç böyle hissettin mi?
- Hayır ama kendimi çok sık televizyonda buldum.. Çağrılan her yere de gittim kıramadığımdan. Bir ara neredeyse kendimi sünnet düğününde konuşurken bile görecektim. İşte Eskişehir’e gittim panele, “Mahalle derneğimizin açılışı var, gelin” dediler, “Yok mok” diye itiraz etsem de “Halkımız üzülür ama” denilince gidiyorsun. Kooperatifte konuşuyorsun, belediye etkinliğinde buluyorsun kendini... “Ne yapıyorum burada ben” dediğim oluyor. Hep kimseyi kıramadığımdan. Bazen de kendim hırs yapıyorum ama.
Nasıl bir hırs o?
- İşte Erzurum’da beni üniversiteye sokmadılar bir konuşma için. İnat ettim. Sonuçta orası benim memleketim. Gittim bir pastanede buluştuk dinleyicilerle. Yığınla polis geldi.
Polis bir ara senin panellerin ayrılmaz parçasıydı sanırım.
- Geçen sene her yere polisler önce geliyorlardı. Tokat Zile’de bir düğün salonunda konuştum. Son ana kadar düğün salonunun sahibine, panele izin verilmesin diye kaymakamlık, belediye ve emniyet tarafından baskı uygulandı. Arkadaş, ben yasadışı bir iş yapacak olsam gidip Zile’de düğün salonunda mı yapacağım bunu, Erzurum’da pastanede mi yapacağım?
Televizyonda da tuhaf hissettiğin oldu mu böyle?
- Bir gün Beyaz TV’ye Kadir Çelik’in programına gittim, Kadir Abi’yi severim ama baktım ki bir tuhaf ortam. Herkesin AKP’li olduğu ve herkesin birbirine bağırdığı bir yer... Yadırgadım. “Beyler yanlış yapıyorsunuz, sizin bana bağırmanız lazım” dedim sakinleşsinler diye. Sakinleşmediler de. Alışmışlar çünkü. AKP’yi daha çok övmeye dönük bağırıyorlar. Şaşırdım tabii. Muhalif yokluğundan birbirlerine bağırma geleneği başlamış.
MAHALLEMİN ABİSİNİN ÜMÜĞÜNE ÇÖKMÜŞLER GİBİ...Geçen hafta bir tartışma programında “Cumhuriyet’i elitler değil garibanlar, yetimler kurdu” deyince gündemi belirlemiş oldun. Sanırım sana sempati duyanların sayısı da epey arttı.
- O programdan sonra CHP’nin neredeyse Ege’deki bütün belediyelerinden konuşma teklifi geldi. Ama siyasi partilere mesafe koymaya çalışıyorum. 15 Temmuz’da da AKP’liler tarafından kabul gördüm. Darbeye tereddütsüz tavır alınca, daha farklı bir ilgi göstermeye başladılar. Mesela benim Erzurum panelimi yasaklatmışlardı, bu yönde gayret gösterenlerden biri “Ne kadar yanlış yapmışız” diye mesaj attı; çok hoşuma gitti.
İnsanlar ‘Selanikli yetim’ ifadesini de benimsedi. Atatürk yıllardır anlatılır ama bu ifadeyle bir anda yeni bir pencere açmış oldun. Tartışma da halen sürüyor... Neden bu kadar ilgi çekti sence?
- Evvela şunu söylemeli: Demokrasinin D’sinden söz edilmediği çağlarda Cumhuriyet’ten demokrasi bekleniyor; Cumhuriyet’in temel motivasyonu demokrasi değil o dönemde. Bağımsızlık ve ulus yaratma kaygısı. Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan, Adalar’dan Türk ve Müslüman diye kıyılarak gelmiş bir nüfus var. Bütün bunun üzerine bir devlet kurulurken elbette hatalar yapılmış.
Ne tür hatalar?
- Örneğin Kürt meselesi, Kürt kimliğini ve dilini yaşatacak şekilde, bugünkü sorunları daha başta ortadan kaldıracak yordamlarla çözülebilirdi. Alevilik meselesi bugüne kalmayabilirdi. Haklı haksız eleştiriler şunu ortadan kaldırmaz ama: Cumhuriyet’i kuranlar, Cumhuriyet’in kuruluşu için seferber olanlar Anadolu’nun öksüzleri, yetimleri ve bilumum garibanıydı. 1919’dan 1923’e, ne kadar fakir fukara, ne kadar gariban, ne kadar ancak Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle huzur bulacak insan varsa onlar Mustafa Kemal’in etrafında toplandı. ‘Selanikli yetim’ ifadesi bunu kodlayan bir şeydi.
BİZİ RİZE’DE HOR GÖRÜRLERSadece Mustafa Kemal’le ilgili değil yani...
- Kurucu kadronun bir hakkı var ve onu teslim etmek lazım. Ben o tartışmada kendimi ‘Atatürkçü’ diye ifade etmiyorum. Ama şuna üzüldüm: Her şey olup bittikten 90 yıl sonra, biz işgal altında değilken, İstanbul Lisesi’nin yerinde Düyun-u Umumiye binası yokken, Yunan ordusu Polatlı’ya dayanmamışken, bağımsız bir ülkedeyken sen, bu kadar kolay bu kelimeyi sarf edemezsin. Bu bir hak meselesi. Mustafa Kemal’e elit denmiş olması, mahallede sevdiğim bir abinin ümüğüne çökülmesi hissi veriyor bana. Aynı rahatsızlık. Hani o abiye sataşırlar, musallat olurlar ya... Orada sen isyan edersin. Öyle bir durum benimkisi.
Kendinden bahsederken hem Erzurum hem Rize hikâyeleri anlatıyorsun; tam olarak nerelisin?
- Biz aslında Erzurumluyuz. İspir ilçesinden. Erzurum’un kuzeyinde, Rize’ye daha yakın, yoksul bir bölge. Bizimkiler yaklaşık yüz yıl önce Rize’ye göçmüş çalışmak için. Kışın orada çalışıp yazın dönüyorlarmış. İlk gidenlerin hepsi hamal; başta da benim dedem. 1990’ların sonuna dek hamallık yaptı. İkinci kuşak da hamal. Sonrakilerin bir kısmı işçi. Ancak şimdi şimdi zenginleşenler oluyor, onlar da esnaf yani.
Yani siz Rize’de yaşayan Erzurumlularsınız..
- Evet, Rize’de yaşayan Erzurumlular hem oranın hamallığını yapar hem de hor görülürler. Biz orada kapalı yaşarız. Kendi mahallelerimizde yaşarız. Bu yüzden şivemizi de koruruz. Hem yoksulluk, hem şivemiz nedeniyle uzun süre horlandık. 1970’lere kadar ev bile alamamış bizimkiler... Hanlarda yatmışlar.
Belli bir siyasi tercihleri var mıydı?
- Ecevitçiydiler. Halen de severler onu. Bizim köyde Ecevit, Bülent çoktu. Teyzemin oğlunun adı Bülent mesela. Şimdi çoğu AKP’li oldu, başta benim teyzemin oğlu (gülüyor).
Neden Ecevit?
- Milliyetçi, fakir fukaradan yana ve dinle meselesi yok. Bu üç özellik onu bizim oraların en önemli siyasetçisi yaptı. Tabii ortada soru duruyor: Eski radikal Ecevitçiler neden azılı Tayyipçi oldu? Düşünüyorum bunu hep. Bizimkiler Erzurum’dan Rize’ye, Rize’den İstanbul’a göçtüklerinde, Ecevit şu düşüncenin insanı olarak öne çıkıyordu: “Gelenler gittikleri yerdekilerle eşit olacak. Onda ne varsa sende de olacak. İki binlerden sonraysa Erdoğan onlara “Sen de yırtacaksın” dedi.
BEN ÇAY OCAĞI SANMIŞTIMOrtaokul-lise yıllarında hızlı ülkücü olduğun biliniyor, nasıl başladı bu dönem?
- Kısaca şöyle: Laz bir arkadaşım “Ocak’ta çay içelim” dedi.
Ülkü Ocağı’ndan bahsediyordu tabii...
- Valla ben çay ocağı sanmıştım; gittim, Ülkü Ocağı çıktı. O zaman ‘ülkücü’den ziyade ‘Türkeşçi’ denirdi. Benim babam da Alparslan Türkeş’ten nefret edermiş. Ecevitçi çünkü, yetmişlerin sonunda solcu arkadaşları öldürülmüş. O yüzden sevmiyor. Biraz da babaya öfkeyle Ocak’ta kaldım. Hem de uzun süre kaldım. Üç buçuk sene.
Nasıl geçti o yıllar?
İşte okul sorumlusu, bölge sorumlusu oldum. Ortaokul reisliği, lise reisliği... Liseler bölgesi reisliği... Rize Ülkü Ocağı’nda, MHP çevrelerinde bilinen biri haline geldim. Alparslan Türkeş, Rize’ye gelmişti örneğin. Kamyon kasasında miting yapıyoruz, ben yanında hazırolda duruyorum dimdik. Bir bozkurt olarak hayran hayran bakıyordum ona. Örneğin 1995’te bir gün, Ardeşen TV’de sağ-sol tartışmasına gittiğimizi hatırlıyorum; biz sağı temsil ediyoruz tabii. Solcular epey ezmişlerdi bizi.
Yani o zaman da tartışma programlarına gidiyordun...
Evet, keşke kasetleri çıksa ortaya.
Ne zaman ayrıldın?
Lise ikinci sınıfta. Kendi kabuğuna sığamıyor çünkü insan. Bir gün bir sohbette edebiyat öğretmenim Selma Güven’e “İşte ben Necdet Sevinç, Nihal Atsız okuyorum” dedim. O da “Bunları oku ama şunu da oku” diyerek bir Yaşar Kemal kitabı verdi. Onu okudum ve dünyam değişmeye başladı. Sonra hocanın kütüphanesindeki bütün Yaşar Kemal’leri okudum.
Hangi kitaptı o?
İnce Memed... Sonra Nâzım Hikmet’ler, Aziz Nesin’ler derken düşüncelerim peyderpey değişti.
EN BÜYÜK LÜKSÜM MENEMENTwitter’da özellikle geceleri sohbet halindesin... Nereden çıktı bu “Çay içer miyiz gençler” işi...
- Valla hatırlamıyorum ama bir ara epey yüklenen oldu: “Memleket yanıyor, sen çay içiyorsun” dediler; ya ne yapacaktım; sanki bir ortamda basılmışım gibi (Gülüyor). Başta tabii, herkeste, olduğu gibi değil de görünmek istediği gibi bir sosyal medya profili oluşturma telaşı vardı. Onun altını doldurmaya çalışıyordu.
Nasıl?
- Biraz daha entelektüel, belgesel izleyen, klasik müzik dinleyen bir profil... Bir süre sonra, belki biraz özgüven de kazandıktan sonra, dedim ki, “Bu manasız arkadaş, gündelik hayatımda yaparken çekinmediğim bir meseleyi buraya yansıtmaktan niye çekineyim, özel hayat ve aile mevhumu dışında elbette. Ondan sonra bir gevşeklik oldu zaten.
Çay içip türkü dinlemeye döndü iş, değil mi?
- Çay muhabbeti başladı, menemen muhabbeti başladı... Gecenin bir yarısı “Ne yapıyorsunuz gençler” muhabbeti başladı. Fakat bunun da bir ölçüsü var sanırım; takipçi sayısı arttıkça “Ne laçka adamsın lan sen” diyen sayısı da artıyor, ya da arayıp aradığını bulamayan da oluyor.
Biraz Ahmet Kaya gibisin bir yandan da; özellikle sosyal medyada her kesimden sevenin var.
- Çok sayıda ülkücüyle, AKP’liyle falan başka başka ortak noktalar buluyorsun. Bazılarıyla hemşeri bağı, Rize muhabbeti gelişiyor, bazılarıyla türkü, menemen... Herkesin nasibine, kısmetine bir şey düşüyor.
Neden bu kadar menemen lafı dönüyor...
- Çok seviyorum çünkü. Benim hayatta yapabildiğim tek yemek menemen. Yıllarca, öğrencilikten bugüne bir tek onu yapabildiğim için çok bağlıyımdır menemene. Hayattaki en büyük lüksüm, cumartesi günleri mahalledeki menemenciye gitmek.
Tartışma programlarının tartışmasız yıldızı: İsmail Saymaz
BEN KIVANÇ’I SEÇERDİM
Giderek artan popülariten farklı yorumlar da getirmeye başladı. Yazar, senarist Necef Uğurlu geçen hafta, senin cesaretini öven, ‘Kadınlar seçiminiz İsmail Saymaz mı Kıvanç Tatlıtuğ mu’ başlıklı bir yazı yazdı. Bu yönde artan bir ilgi var mı sana karşı?
- Var. Mail’ler, mesajlar vs. geliyor.
Peki ne yapıyorsun?
- Hiçbir şey yapmıyorum tabii ki. Ama bazen çok şaşırıyorum. Kadınlar çok cesur diyebilirim.
Kıvanç–İsmail karşılaştırmasına ne diyorsun peki?
- Hoş tabii bu yazı. Böyle düşünmüş, güzel de yazmış. Necef Uğurlu’ya saygım sonsuz ama ben olsam Kıvanç’ı seçerim. Estetik çok önemli. Göz var nizam var, benle Kıvanç’ı yan yana bir koy bakalım (Gülüyor).
RADYODA ŞİİR PROGRAMI DA YAPTIM
İlk nasıl başladın yazmaya?
- Rize’de çıkan tüm yayın organlarında yazmışımdır ben; o zamanlar ülkücü şiirler yazıyordum. Yazılarımın ilk çıktığı mecra da Ülkü Ocağı’nda çıkardığımız ‘Börteçina’ dergisiydi. Oradan ayrılınca Doğru Yol Partisi’nin dergisi ‘Genç Kırat’ta yazdım. Sonra ‘Rizemin Sesi’, ‘Rize Ekspres Gazetesi’... ‘Zümrüt Rize’de şiirlerim yayımlanıyordu. Fazilet Partililerin kurduğu Radyo 2000’de şiir edebiyat programı yaptım. Sonra ‘Fırtına’ diye bir solcu gazete çıktı; orada yazdım. Sonra üniversite için Konya’ya gittim zaten. Orada okulun gazetesinde kameramanlık, muhabirlik yaptım. Seçim dönemiydi; Konya’yı köy köy dolaştım.
Profesyonelliğe nasıl geçtin?
- Yatay geçişle İstanbul’a Marmara Üniversitesi’ne gelmiştim. Bir yandan da çalışayım dedim ama ekonomik kriz çıktı; o zaman Posta Gazetesi’ne başvurmuştum giremedim. Kapalıçarşı’da ‘Gold News’te çalışmaya başladım. Sonra haftalık ‘Eminönü’ dergisini çıkardık İslamcılarla. Tahtakale’yi, Eminönü’nü, Kapalıçarşı’yı böyle böyle öğrendim. Derken Radikal’e başvurdum...
Radikal okuruydun zaten sanırım...
- Evet, Lise sondan üniversitenin ikinci sınıfına kadar.
Neden özellikle o dönem?
- Kupon kesiyordum çünkü!
Ne kuponu?
- Şevket Süreyya Aydemir’in ‘Tek Adam’, ‘İkinci Adam’ ve ‘Menderes’in Dramı’, ‘27 Mayıs’ kitaplarını veriyordu gazete; sekiz cilt. Rize’de başladım biriktirmeye kuponları, Konya’da bitti!
IŞİD HABERLERİ TEDİRGİN EDİYOR
En çok hangi haberlerinle gurur duyuyorsun?
- Ali İsmail Korkmaz haberlerimle gurur duydum. İşkencede öldürülülen Süleyman Yeter’i 13 yıl aranan katil zanlısının bulunması sağlamak benim için onur vericiydi. Edirne’de sağır ve dilsiz kıza tecavüz eden kişilerin tutuklanmasını sağlamak “Oh ne iyi oldu” dedirtmişti. İş kazası ile ilgili yaptığım haberlerin tümü… Polis şiddeti, faili meçhul cinayetler ile ilgili haberlerin tümünden gurur duyarım. Yazdığım kitaplara “İyi ki yazmışım” derim. Genç yaştaydım, yalpalayarak da olsa yürüdüm; sanırım az hatayla başardım. Bataklıkta yürüyünce ayaklarına çamur bulaşır ya, bu iş böyle bir iş. Tabii ki hatalar yaptım ama hiçbiri bir kötü niyet meselesi değildi.
Kimi örnek alıyorsun kendine?
- Örnek aldığım sabit bir gazeteci yok ama beslendiğim çok kişi var; en başta Uğur Mumcu gelir. Gazetecilik yordamı ve bakışı çok üstündür. Sonra Erbil Tuşalp mesela, zor zamanlarda zor gazetecilik yapmıştır. 12 Eylül sonrasının en titiz gazetecilerindendir. Beni Uğur Mumcu’ya benzetiyorlar, yakıştırıyorlar sağ olsunlar ama ben kendimi biraz Erbil Tuşalp’a da benzetirim.
Yaptığın haberler, söylediğin sözler yüzünden tehdit edildiğin oluyor mu?
- Zaman zaman oluyor. Son günlerde IŞİD haberleri etrafında böyle bir sıkıntı yaşıyorum. Bu gibi şeyleri cemaatin etkin olduğu dönemde daha sık yaşadım. Özellikle de Ergenekon davası aleyhine haberler yapmaya başladığımda... Hissettirildi bana. 2013 başında işkence ve polis şiddeti konulu haberler yaptığım dönemde de polisin kapımın önünden döndüğünü bilirim.
Cemaat mi?
- Evet. Beni önce Ergenekon’la sonra bir sol örgütle ilişkilendirmek istediler. Alacaklardı.
ANNEM DİZİ İZLERKEN BEN DAVA DOSYASI OKUYORDUM Dosya okumak senin için neredeyse bir hobi. Biraz sıkıcı bir uğraş değil mi bu?
- Evet hobimdir. Nasıl olmasın? İlhan Cihaner meselesi ve iş davalarıyla ilgilendikten sonra birden hayatımıza Ergenekon davaları girdi. Beş sayfalık iddianameler okuyorduk o güne dek; binlerce sayfa geldi önümüze. Her metni polisiye zevkle okurum ben. Dava dosyası hikayelerini çok severim.
Ne buluyorsun o hikâyelerde?
- Gazeteciliğin bendeki tanımına girelim istersen. Mesleğe şöyle bakıyorum: Sıradan insanların sıradışı hikâyelerini bulup çıkarmak… Bu nerede var? Dava dosyalarında...
Devletle insanın temas ettiği yerlerde yani…
- Evet, rafa kaldırılmış, unutulmuş insan hikâyeleridir mahkeme dosyaları. İnsan oraya gömülmüştür; onları oradan bulup çıkarmayı seviyorum ben. İnsan nerede kaybolmuş; toplumun hakkına nerede çökmüşler? Bunları devletin kendi evraklarıyla okumayı seviyorum. Haliyle bunu yapabilmek, kitapları yazabilmek için bir sürü rapor, kaynak, dava dosyası okuyorum. Hiç atmam, bir kenara kaldırırım dosyaları. Kitap çalışmalarım için kullanırım.
Epey iyi kitaplar çıktı zaten bu dosyalardan…
- Dışarıdan bakınca güzel de; unutma, 28-35 yaş arası, kışlarının çocuğu annen evde dizi izlerken, oturup dava dosyası okuyup bilgisayarda yazmakla geçiyor.
BABAYA ÖFKE DUYUP HOVARDALIK YAPIYORLAR* Türkiye’nin yakın tarihine değin okumayı en çok sevdiğim dönem, 1920-21 yılları. Gerçekten de çok okudum bu döneme dair. Şevket Süreyya Aydemir’in kitaplarını özellikle önemli bulurum. Samet Ağaoğlu’nun ‘Kuvayi Milliye Ruhu’ kitabı Birinci Meclis tutanaklarıdır aslında. Onu okuduğunuzda görürsünüz; Meclis’te elektrikler yok ama oturumlar devam ediyor, Resmi Gazete’nin basılması için kâğıt bulunamaz. Dramatiktir her şey.
* Alternatif okumaları da severim. Sevan Nişanyan ‘Yanlış Cumhuriyet’te, Fikret Başkaya ‘Paradigmanın İflası’nda başka bir tarih okuması anlatır. ‘Düzenin Yabancılaşması’ sonra İdris Küçükömer’in… Doğan Avcıoğlu’nun ‘Milli Kurtuluş Tarihi’… Birçok kaynağı karşılıklı okumaya çalıştım. Vardığım sonuç hep şu oldu: Son dönemlerdeki Cumhuriyet okuması, özellikle de İkinci Cumhuriyet tezleriyle birlikte, hep bugünden geriye doğruydu. Bugünden geriye doğru bir tarih yazımı ve çalışması yapıldı. Bu, Ergenekon Davası’yla beraber, Yeni Türkiye’yi inşa etme projesinin bir ayağıydı. Geçmişten bugüne okunduğunda o tezler çökecekti çünkü. İşte bu yüzden bugünden geriye tarihsel rolleri dağıtmak gerekiyordu. Tepeden inmeci Cumhuriyet, fakir ve ezilen siyasal İslam tartışması, çevre ve merkez ilişkisi tartışması yapıldı. Okuma yaptıkça şunu fark ediyorsun, bu taşların hiçbiri yerine oturmuyor. Cumhuriyet’inki, bu görüşün yazdığı gibi gerçekleşen bir tarih değil.
* Bazı eleştiriler haklı elbette. Mesela Cumhuriyet serüveninde demokrasi yokluğu doğru ama şunu ıskalıyorlar, yirmilerin otuzların kırkların çağdaşları Alman Nazizmi, İtalyan faşizmi… En demokratik sayılan Amerika’da bile komünizm nefretinden 1917-18’de kırmızı giymek yasak; anarşistler sahte delillerle asılıyorlar.
* Bugün ‘elit’ olarak görülen sınıfın aslında kim tarafından teslim edildiği bile tartışmalı. Eğer Bebek’te viski içenler kast ediliyorsa, çok üzgünüm orada hayli AKP’li var. Cihangir’de oturanlar kast ediliyorsa yarısı AKP’li. İsterseniz oy tablosuna bakın. Ama yozlaşmış, toplumun ahlaki değerlerinden uzaklaşmış, millilikten uzakta bir topluluk göndermesi var bunda… 1970’lerin sinema filmlerinde, hatta geç onu, 1960’larda Vedat Türkali’nin ‘Karanlıkta Uyananlar’ filminde dahi karikatürize edilen bir topluluk bu. Yılmaz Güney’in ‘Arkadaş’ filminde de.
* İslamcılar dışında Atatürk eleştirisini yapanların bir kısmı kurulu düzenin, müesses nizamın ya kendileri ya da çocukları. Bu ülkede bir Kemalist saltanat varsa ya da diyelim ki ‘Kemalist elitizm' varsa, yani buna yönelik bir eleştiri varsa, bu eleştiriyi yapan zaten o elitlerin kendileri ya da onların çocukları. Babaya öfkeyle hovardalık yapıyorlar. Cumhuriyet’in kurduğu özel okul mu var? Bunlar orada okumuş.
* En çok benim eleştirmem gerekir eğer mesele oysa. Benim ailemde bir tek memur var; kızkardeşim öğretmen o da sekiz senelik mücadeleden sonra yeni atandı. Bizim ailede asker, memur yok. Benim babam belediye işçisi, dedem Erzurum’dan Rize’ye göçmüş, 96 sene yaşadı, 82 sene hamallık yaptı Rize’de. Cumhuriyet bizim ailemize okul olarak da gelmedi. Dedem askerlikte öğrenmiş okuma yazmayı; babam ilkokulu bitirmemiş, ailemde ilk üniversite mezunu benim. Ama Cumhuriyet başka bir şey ifade ediyor bana. Bir gün, benim değil ama benim gibi Erzurum’dan Rize’ye göç etmiş bir çocuğun bu ülkeyi yönetme ihtimali. Benim herhangi bir ücret ödemeksizin bu şehrin en iyi okullarında okuma ihtimalim…
RUS PAZARINDA RUSÇA VE GÜRCÜ’CE ÖĞRENDİM
* Annem de babam da ilkokul üçe kadar okumuş ama bizi okutmak istediler. Hangi bilinçle bilmiyorum. Benim üniversiteye girmemle beraber bir yol açıldı; kız kardeşim, erkek kardeşim geldi. Kız kardeşim şehir dışında okumuş oldu. Ama ben de üniversite boyunca çalıştım
* Rize Anadolu Lisesi’nde okudum. Sevcan Akyaşar, ilkokul hocam, Allah uzun ömür versin, tuttu elimden götürdü, sınava soktu. “Niye götürmüştün” diye sordum sonra; okula gazeteyle gelirmişim meğer; o da “Bu çocuk okur” demiş. Ufkumu açtı o okul.
* Sarp Sınır kapısı açılmıştı ben ortaokuldayken. Ruslar her tarafta. Tam da o günlerde amcam video kaset dükkânını batırdı ve malları satmak bana kaldı. Teyp kaseti, video kaseti, giyim kıyafet, ben iki sene Rus pazarında kaset sattım. Bu arada Rusçayı öğrendim, Gürcüce öğrendim. Epey konuşuyordum. Şimdi kalmadı bunlar.
* Rize ve Erzurum üzerine hikâyeler yazmayı, anılarımı aktarmayı seviyorum. Bavul Dergisi’nde yaptığım işler… Rize’den mailler geliyor bana. Bir tanesi çok hüzünlendirdi beni. Şu şehrin öyküsünü anlatan hiç olmamıştı. Siyasetçi çıktı, müteahhit çıktı ama topçu çıkmış ama edebiyatçı pek çıkmamış. Ben de edebiyatçı değilim ama sonuçta hikâyelerini anlatmaya çalışıyorum.
* Bu hikâyeleri belki bir kitapta toplarım ileride. Geleceğe kalsın. Dedem kalsın mesela. Onun Erzurum’a, Erzurum’daki çocukluğuna ulaşmaya çalışması kalsın. Bilinsin isterim bunlar.
* Kötü horona dayanamam. Rize ve Erzurum’da büyüdüğüm için her iki havayı da bilirim. Tulumla da kemençeyle de zurnayla da oynarım. Oynarım, oynamayı da severim ama kötü oyuna dayanamam. Birisi kötü oynarsa halayda horonda oynayamam; atarım elini, almam horona.
* Ailemle Erzurum şivesi konuşurum. Annem arasa şu an, telefonda şivem değişir. Bizde İstanbul şivesiyle konuşana ‘Dilini kırdı’ denir. ‘Kendini bozdu, kibarlaştı’ manasında. Hafiften dalga geçilen meseledir bizde. Bu yüzden köylülerimle beraberken ‘dilimi kırmam.’
Yenal Bilgici- Fotoğraflar: Muhsin Akgün - Hürriyet