TDE Başkanı Nebil İlseven: Sosyal demokratlar 'para' ile tanıştı, siyasetin sol tarafına inme indi
Toplumcu Düşünce Enstitüsü Başkanı Nebil İlseven, Odatv'den Nurzen Amuran'a konuşarak gündeme ve siyasete ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.
Bütün dünyada, her türlü insani değerler dahil olmak üzere, tüm değerlere son zamanlarda hakim olan finansallaşmadan sosyal demokrat, sol siyasetin de nasibini aldığını belirten Nebil İlseven "sosyal demokratlar "para" ile tanıştı ve Siyasetin sol tarafına inme indi" dedi.
Nebil İlseven'in Nurzen Amuran'la yaptığı söyleşi şöyle:
Nurzen Amuran: Toplumcu Düşünce Enstitüsü’nün bir düşünce platformu olarak oluşturulduğu dönemde, bu platformun ana hedefi; "...Geniş toplum kesimlerinin ihtiyacı olan siyaset seçeneklerinin, siyaset kurumunun günlük temposunun dışında ve ötesinde uzun erimli, geniş ve özgür bir perspektifle projelendirilmesine katkıda bulunmak" olarak belirlenmişti. Oysa ülkemizde, üretilen düşünceyi alma, alternatif düşüncelerden yararlanma alışkanlığının pek gelişmediğini görüyoruz; ne dersiniz?
Nebil İlseven: Bu sorunuz gerçekten de çok önemli. Evet, genelde baktığımızda, tüm üretim süreçleri gibi, düşünce üretimi de bir süreç ve bu sürecin, ihtiyaç, fayda, kullanım gibi alanlarındaki diğer paydaşlar nezdinde nasıl bir "değer"taşıdığını, nasıl bir "değer" yarattığını iyi anlamakta yarar var. Ülkemizde gerçek anlamda düşünce, belki de en az değer verilen bir ürün, nokta. İnsanlarımız uzun yıllara dayalı alışkanlıklarına dayalı olarak Düşünceyi gerçekten de belli bir bedel ödemeksizin "raftan" edindikleri bir ürün olarak düşünüyor ve bedelini ödemek durumunda olmadıkları bir ürünün değerini de aynı şekilde bilmiyorlar, çoğu zaman bunun farkında bile olmuyorlar. Burada söz konusu olan bedelin her şeyden önce "emek", "fedakârlık", "adanmışlık" gibi doğrudan insana ait katkılarla oluştuğunu düşünürsek, yok sayılan değerin, kişisel olarak maddi kaybın çok daha ötesinde, aslında ne denli büyük bir toplumsal birikimin yok olması demek olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
Amuran: Batı ile karşılaştırırsak farklı bir yaklaşım ortaya çıkıyor galiba. Demokrasi kültürünü oluşturacak bilgilendirmelerde Batı daha deneyimli. Siyaseti besleyen düşünceler öneriler analizler oralarda dinleniyor değil mi? Batıda düşünce kuruluşlarına yaklaşım nasıl?
İlseven: Burada Batı dediğimiz dünyayı aslında coğrafi bir terim ile sınırlamayıp, Japonya'dan Amerika’ya kadar uzanan geniş bir yelpaze olarak algılamamızda yarar var. Bununla birlikte, demokrasi kültürünün gelişmişliği, devlet-yurttaş ilişkisi içinde demokratik değerlerin korunması, pekiştirilmesi ve geliştirilmesi anlamında öne çıkan iki gelişmiş model olduğunu söyleyebiliriz: Avrupa Modeli ve Anglo-Sakson Modeli. Avrupa modelinde düşünce kuruluşları kamunun doğrudan desteği ile varlıklarını sürdürüyorlar. Devlet, kamunun vergiler ile yarattığı kaynakların bir kısmını, yine kamunun farklı kesimlerinin siyasi tercihlerini düşünce üretimi alanında sahiplenen, geliştiren, bu düşünce tercihlerini geleceğe yönelik olarak "yeniden yaratan" kurum ve kuruluşlara tahsis ediyor. Bu yaklaşım ile "düşünceler ortamında" kamu otoritesi yönlendirici bir rol değil, bir tür kolaylaştırıcı/gözlemci görev üstleniyor. Anglo-Sakson Modelinde ise, düşünce kuruluşları tamamen kamu otoritesinin dışında faaliyet gösteren bir alanda, düşünce kuruluşlarının bir tür "düşünceler pazarı" olarak katıldığı ortamlarda, bu düşüncelere yakınlık duyan kişi ve kurumların doğrudan, yasa ile belirlenmiş kurallar içinde şeffaf ve hukuk güvencesine dayalı destekleri ile faaliyet gösteriyorlar. Bu kuruluşların siyaset kurumuna doğrudan ve belirleyici katkıları oluyor; hatta Avrupa modelinde, bu kuruluşlar siyasal partilerin organik bir yan kuruluşu olarak faaliyetlerini sürdürüyorlar ve gerek parti politikalarının belirlenmesinde, gerekse de siyasette görev üstleneceği düşünülen kadroların yetiştirilmesinde ve belirlenmesinde, yeri geldiğinde bir"parti okulu" yaklaşımını da aşan düzeyde rol oynuyorlar. Tabii burada ülkemizde yakın tarihimizde yaşanmış uygulamalara da haksızlık etmemek gerekir. Yalnızca örnekler olarak not edersek, özellikle 1970'li yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi'nin uygulamaya koyduğu CHP Planlama Bürosu'nun, 1990'lı yıllarda kuruluşu Erdal İnönü'nün Genel Başkanlığına rastlayan ve bizzat kendisinin de teşvik ve destekleri ile çalışmalarını yürüten TÜSES Vakfının o dönemlerde gerek parti politikalarının gerek ülke politikalarının oluşturulmasına yaptığı çok önemli katkıları unutmamak, bu çalışmalardan, herhangi bir kuşkuya kapılmadan, içtenlikle ilham almak, bugün de bu tür faaliyetler yürütmek üzere yola çıkan oluşumlarla rahat ilişkiler içinde olmak gerekir. Nitekim, Cumhuriyet Halk Partisi'nin bugünkü üst yönetiminde de bu konuda belli düzeyde bir farkındalık ve ilgi olduğunu ve bu faaliyetlere zaman zaman da olsa samimi olarak doğrudan desteklerin sağlandığı durumlar olduğunu biliyoruz.
İşin ilginç tarafı ise, bu etkileşimlerin hem talep hem de arz tarafında müthiş bir iyiniyet ve olumlu beklentilerle başlayıp, bu ilginin zamanla sığlaşması ve sönmesi. Burada da yine hem arz hem talep tarafında kısa erimli, birebir siyasi veya ekonomik beklentilerin öne çıktığını ve ilk heyecanların yerini "sokakta görse tanımayacak" düzeyde bir ilgisizliklere bıraktığını görüyoruz.
Amuran: Neden böyle oluyor?
İlseven: Bunun önemli bir nedeni, başta belirttiğimiz anlamda düşünceye atfedilen değerin paydaşlarca farklı ölçütlerle dikkate alındığı bir kültür ortamı ise, diğer bir önemli nedeni gerçek anlamda düşünce platformları evrenin henüz belli bir olgunluk düzeyini yakalamamış olması olarak düşünebiliriz. Tabii bir de, "Biz her şeyi zaten biliyoruz, yapıyoruz" yaklaşımı var ki, çalışmaların kullanıcı tarafındaki bu pişkin tavrın ne denli yararlı sonuçlar ürettiği konusunun uluslararası örnekleri ile bizdeki örneklerin sonuçlarına bakarak değerlendirilmesinde yararlı olacaktır.
Amuran: Ülkemizde yerel düşünce kuruluşlarımızın daha fonksiyonel daha etkin güvenilir olabilmesi için işbirliğine dayanışmaya daha konfederatif örgütlenmeye ihtiyaçları var. Çünkü küresel aktörlerin de oyununa gelmemek gerekiyor. Zira kendi çıkar politikalarını düşünce kuruluşları kanalıyla da topluma vermeye çalışıyorlar. Bu konuda nasıl dikkatli olmak gerekir?
İlseven: İşbirliği, evet; dayanışma, evet; ancak iş konfederatif veya daha farklı kollektif yapılar altında örgütlenmeye gelince, bu boyutun uzun ve ciddi olarak tartışılması gereklidir. Bu kuruluşların en belirgin özelliği kendi özgür alanlarında, kendi doğru belledikleri metodoloji ile kendi çalışmalarını yürütmeleri ve bunu ilgili kurum ve kuruluşların değerlendirmesine sunmalarıdır. Bu noktada, farklı düşünce kuruluşlarının birbirlerini bir tür denetleyen, tamamlayan, teyit eden, kritik eden yapılarını kaybetmelerine neden olacak yapılanmalar, bir zaman gelip bu kuruluşların güvenilirliliğini zedeleyebilecek sonuçlara, konulara yönelmeleri getirecek, bu kollektif yapılarda yürütülen çalışmaların sonuçlarının ilgili ortamlara uygun olmayan biçim ve ürünler olarak ortaya koymalarına neden olacaktır ki bu durumun amaca hizmet açısından bir yararı olmayacağı, hatta zararı olacağı açıktır. Düşünceler dünyasının çok renkli, çok sesli, çoğulcu yapısı ile fazla oynamamak, aksine bu alandaki çeşitliliği teşvik anlayışı bu çalışmaların verimliliği ve değeri açısından en doğru yaklaşım olacaktır.
Amuran: Son yıllarda siyasette toplumu bütünleştirici değil toplumu ayrıştırmaya eğilimli siyasi malzemeler kullanılıyor. Oysa halkın büyük bölümü bu politikalardan rahatsız. Toplumsal bilinç çıkar odakları tarafından geri plana itiliyor. Demokratikleşme sürecinde kırmızı çizgilerimiz ne olmalı?
İlseven: Halkın büyük bölümünün politikalar konusundaki duruşunu farklı ortamlarda sınamak mümkün ve de bu duruş sınanmaya devam ediyor. Bunu bir kenara koyarsak, halkın esas rahatsızlık duyduğu konu; giderek yapısallık kazanan bir seçeneksizlik, çaresizlik, "nefessizlik," "sahipsizlik" ortamına savrulmuş olduğu algısıdır. Esas rahatsızlığın, bu algının kesifleştirdiği belirsizlik ortamı ve bu ortamda sığınılacak güvenli limanlar arayışından kaynaklandığını söyleyebiliriz. İşte böyle bir ortamın aşılmasında en kritik iki ilke, en önemli iki konu; bir, hukukun üstünlüğü ve iki, çoğulculuk olarak öne çıkmaktadır. Bu iki ilkenin mutlak geçerli olduğu ve kıskançlıkla korunduğu süreçlerde özgürlükçü, eşitlikçi, katılımcı, dayanışmacı uygulama ve düzenlemelerle bireyin yeniden güç kazanması, her alanda özgüven sahibi olması göz ardı edilemez hedefler olmalıdır.
SEÇMEN ÖNCELİKLİ OLARAK KENDİ MEVCUT EKONOMİK DURUMUNUN DAHA KÖTÜLEŞMEYECEĞİNİ DÜŞÜNDÜĞÜ NOKTADA OY KULLANIYOR
Amuran: Demokrasi kültürümüzün hangi düzeyde olduğunu görmek için bazı analizlere ihtiyacımız var. Bu konuda da bir iki sorum olacak. Sözgelimi seçim dönemlerinde seçmen tercihleri çok önemli... Bugün ülkemizde seçmenler oy verirken belli değer ölçülerine göre mi karar veriyorlar yoksa günlük tercihlerine göre mi kararları değişiyor? Toplumumuzda nasıl bir profil var?
İlseven: Burada seçmen davranışları konusunda uzun değerlendirmeler yapmamız mümkün. Ancak kısaca ifade edebiliriz ki, seçmen, hangi sosyo-ekonomik düzeyde olursa olsun, öncelikli olarak kendi mevcut ekonomik durumunun daha kötüleşmeyeceğini düşündüğü noktada oy kullanıyor ve bunu da gayet bilinçli olarak yapıyor. Özellikle daha orta ölçekli ve küçük merkezlerde, inanç grupları ve etnik hassasiyetler önemli ölçüde baskın olmakla birlikte, sonuçta gerek kamu kaynaklarından doğrudan sağlanan imkanlar veya kamu ilişkili sosyal ağlardan sağlanan imkanlar seçmenin sandığa gittiğinde daha temkinli, mevcut pozisyonunu riske atmayacak tercihler yapmasına neden oluyor. Hane halkı borçluluğunun tarihte görülmemiş seviyelere çıktığı, milyonlarca kişiye farklı sosyal projeler altında aylık ve düzenli olarak bir gelir sağlandığı, resmi ve gayrı resmi politikalarla kayıtsız istihdamın bir ekonomik politika faktörü niteliği kazandığı bir sosyal yapı ile karşı karşıyayız. Böyle bir ortamda siyasi tercihlerin önemli ölçüde mevcudu sakınma yönünde şekillenmesinin yadırganmaması gerekir. Hele de ikna edici bir siyasal seçeneğin net ve açık olarak iletişiminin yetersiz kaldığı durumlarda, mevcut profilin değişmesinin koşullarının çok iyi değerlendirilmesi gerekir. Biz Toplumcu Düşünce Enstitüsü'nde, geçmiş dönem İstanbul İl Başkan Yardımcılığı da yapmış olan Ali Köylüoğlu tarafından koordine edilmiş ve yürütülmüş bir çalışmayı ele almıştık. Bu çalışmada ortaya konulan en önemli tespit, mevcut sandık sistemi ve oy sayım sisteminin, seçmenin tercihini özgürce kullanmasını zorlayan hatta imkansız kılan bir sistem olduğu idi. Dolayısıyla, mevcut seçim sistemindeki fiili durumu ve bunu yaratan yasal koşulları ayrıntılı olarak ele almak, bu duruma alternatif sistemler olabilir mi diye değerlendirme imkanımız olmuştu. Yani, bugün seçmen davranışında hakim olan ekonomi kökenli kaygıları, geçerli yasal sistem ve uygulamaların da seçmen profilini şekillendiren faktörler arasında düşünmemiz kaçınılmazdır.
Amuran: Siyasi partiler hangi koşullarda demokrasiye hizmet eder? Parti içi demokrasinin işlerlik kazanmasında en önemli değişiklik ne olmalı? Önerdiğiniz bu değişikliklere partiler sıcak bakar mı?
İlseven: Burada son söyleneceği ilk söyleyelim; siyasi partiler siyasi parti gibi hareket ettikleri durumda demokrasiye hizmet eder. Bu çok net… Bunu da lütfen bir "malumun ilanı" olarak almayınız; evet siyasi parti modelinde örgütlenen yapılar farklı şekillerde davranırlarsa, bu yapıların demokrasiye hizmet değil, başka sonuçlara, başka amaçlara da hizmet etmeleri mümkündür; bunu bir kenara koyuyoruz. Siyaset pratiği en temel anlamıyla bir toplumda üretilen değerin bölüşümü süreçlerinin bir bütünüdür. Dolayısıyla, demokratik siyasetin vazgeçilmez unsurları olan partilerin bu süreçlerde kendi seçmenlerinin beklenti ve çıkarları doğrultusunda hareket etmelerinden daha doğal bir davranış biçimi olmamak gerekir. Ancak bu davranışlar, hukuk dışı, etik dışı, dolanlı yollar üzerinden ve toplumun farklı kesimlerinin asgari yurttaşlık haklarının yok hükmünde değerlendirildiği önermeler, örgütlenmeler ve uygulamalara dönüşürse, burada bu parti yapılarının demokratik siyasete olumlu katkılarından söz edemeyiz. Bu durum farklı partilerin toplum önündeki farklı duruşları için geçerli olduğu kadar, partilerin içyapılarındaki farklı düşünce ve eğilimdeki kanatlar karşısındaki duruşları için de aynen ve hatta fazlası ile geçerlidir. Partilerin, hele de demokratik siyaset, adalet ve hukukun üstünlüğüne dayalı siyasetleri benimsediği iddiası ile faaliyet gösteren partilerin, önce kendi içlerinde çoğulcu ve katılımcı yapıların kurulmasını ve bunların "ama"sız, "belki"siz işlemesinin önünü alabildiğine açmaları gerekir. Dünyada bugün pek çok toplumda giderek geçerlik kazanan, geniş toplum kesimlerinin, özellikle de gençlerin mevcut siyasete uzak durmaları olgusunun da bu şekilde yeni bir denge noktasına taşınması mümkün olabilecektir. Enstitü'nün, 2016 yılında Avrupa İlerici Çalışmalar Vakfı, FEPS ile Türkiye'de de bir örneğini gerçekleştirdiğimiz bir araştırmada da gördüğümüz gibi, geniş toplum kesimleri ve gençler siyaset kurumuna ilgisiz değil, karşı bir siyaset tutumu içindeler. Yani bu kesimler, siyasete apolitik değil, anti-politik bir duruş almış durumdalar, çünkü mevcut yapıların ve davranışların kendilerine hiçbir fayda sağlayamayacağı kanısını taşıyorlar. Daha da vahimi, bu durumun değişeceğine dair bir umut ve beklentiye sahip değiller. İşte böyle bir ortamda siyasi partilerin, özellikle demokratik siyaset konusunda samimi olan yapıların demokrasi kültürüne en büyük katkı; bu insanlara kendilerini ifade edecekleri, beklentilerini karşılayacakları ve onların umutlarını besleyecek katılımcı kanalları açık tutmak, bunları işletmek olacaktır.
SOSYAL DEMOKRATLAT “PARA”İLE TANIŞTI VE SİYASETİN SOL TARAFINA İNME İNDİ
Amuran: Dünyada neo-liberal politikaların getirdiği sorunlar küreselleşme sürecinde yaşanan politik çıkmazlar, ülkeleri yeni arayışlara yöneltti. Bu arada sosyal demokrasi anlayışının da eski yerini koruyamadığını görüyoruz. Toplumla yeniden barışma şansı var mı? Hangi koşullarda mümkün olabilir? Sosyal demokratlar kendilerini geleceğe nasıl taşıyabilirler?
İlseven: Ne zaman ki sosyal demokrasi eşitlikçi, adaletçi, dayanışmacı, katılımcı özünü kağıt üzerinde bırakıp, hatta yer yer unutmayı tercih edip, giderek finansallaşan küresel dünyada egemen olan kısa-vadeci politikaların yanında yer aldı, o zaman bir siyasal seçenek olarak kitleler nezdindeki çekiciliğini ve anlamı yitirdi. Bugün Batı toplumlarında da en az Doğu toplumlarındaki seviyelerde ortaya çıkan popülist, öteleyici, dışlayıcı, içe kapanan siyasetlerin yükselmesini bu kopuşa bağlamalıyız. Bütün dünyada, her türlü insani değerler de dahil olmak üzere, tüm değerlere son zamanlarda hakim olan finansallaşmadan sosyal demokrat, sol siyaset de nasibini aldı, sosyal demokratlar "para" ile tanıştı ve Siyasetin sol tarafına inme indi... Sizin sorunuzda belirttiğiniz şekli ile bu durumda "yeniden barışma" ve sosyal demokrasi seçeneğinin "geleceğe taşınması" mümkün müdür? Bu, büyük ölçüde süreç içinde ne kadar "beyin hasarı" gerçekleştiğine bağlı olarak yanıt bulacak bir sorudur. Hal böyle iken, geniş toplum kesimlerinde yaratıcılığa, dayanışmaya, eşitliğe ve adalete dayalı alternatif üretim ve paylaşım modellerinin ortaya çıktığını ve giderek de yaygınlaştığını görüyoruz. Toplum bu yeni yapılanmalar üzerinden kendine yeni çıkışlar ve yeni varoluş zeminlerini arıyor, buluyor ve uygulamaya sokuyor. Bu gelişmeler bir yandan teknolojinin üretim süreçlerine katkıları ile bir yandan da yine iletişim teknolojilerinin insanları birbirlerine müthiş hızla yakınlaştırması ve kenetlemesi ile mümkün hale geliyor. İnsanlar bu şekilde yalnızca sosyal çevreleri ile değil, fiziki çevreleri ile de daha yakın bir bağ içine giriyorlar, çok daha derin hassasiyetler geliştiriyorlar. Esasen sosyal demokrasinin bu inisiyatifleri anlayan, kucaklayan ve bütüncül siyasi programlar altında bu taban hareketlerinin güçlenmesi ve serpilmesi için geliştireceği platformlar, sosyal demokrat partilerin yeniden ve anlamlı olarak siyaset sahnesine dönmelerini sağlayacak önemli bir alan olarak ortaya çıkıyor. Ancak burada çok önemli bir kırılma noktası var... Sosyal Demokrasinin yeni açılımının başarılı olması, toplumu siyasete “çekiştirmesi,” taşımaya çalışmasına değil; siyaseti toplum yaşamının özel bir ilgi alanı olarak değil, yaşamın doğrudan organik bir parçası gibi anlayıp, “normalleştirmesine”, siyaseti gerçek yaşamın içine taşıyabilmesine bağlı olacaktır.
Amuran: Çağımızda siyasetin odak noktasına çevre duyarlılığının yerleştirilmesi gerektiğini söylüyoruz. Sorumsuz kullanımlar nedeniyle yağmur ormanlarının azaldığı küresel ısınmanın giderek arttığı, riskleri nedeniyle yeni enerji kaynaklarının arandığı bir süreçte, sosyal demokratlar çevre sorunlarına yeterince önem veriyorlar mı?
İlseven: İçinde bulunduğumuz dönemde, sosyal demokrat iddia ile siyaset yapan kurumların çevre sorunları konusunda önemli bir “farkındalık” gösterdiklerini teslim etmeliyiz. Ancak; “farkındalık” düzeyinde yaşanan bu ilişkinin, konunun a) ekonomik, sosyal, teknik, hukuki unsurlarının bütünselliği içinde, b) sosyal demokrat siyasetin kapsamlı bir şemsiyesi altında gerçekten de “sahiplenmeye” dönüştürüldüğünü söylemek çok zor. Tek tek, cep cep, konular özelinde “protest” hareketler şeklinde yapılan girişimler ve eylemlerin, etraflıca düşünülmüş, tutarlı ve toplumsal paydaşlara güven veren politika önerileri olarak ortaya konulması ihtiyacı henüz olması gereken düzeyde karşılanmış sayılamaz. Tekrar edelim; ekonomik boyutları, teknolojik özellikleri, kültürel nitelikleri, sosyal etkileri, hukuki çerçevesi ve güvenceleri ve benzeri unsurları işlem özelinde değil, konunun bütünselliği içinde ele alındığında, bir çevre siyasetinin gerçek bir seçenek ve ikna edici, kalıcı bir ifadesi ortaya çıkabilecektir.
Amuran: Ülkemizdeki uygulanan siyasetin genel bir değerlendirmesini yaparsak geçmişe göre farklı bir düzeyde sürdüğünü görüyoruz. Siyasette bazı güzel alışkanlıkları kaybettik. Üslupta yeni bir tarz gelişti. Özellikle belli konularda kararlılık için sert söylemlere ihtiyaç duyuluyor. Bunun siyasi partilere oy sağlayacağı yargısı ağırlık taşıyor. Aktif siyaset ortamı “kavga alanı” gibi algılanıyor. Sonuçta demokrasi zarar görmüyor mu?
İlseven: Konu öncelikle siyasileri ve siyasi kurumları ilgilendiren bir konudur. Dolayısıyla, bu sorunuza genel bir değerlendirme yapmakla yetinmemiz doğru olacaktır. Siyasetin bir iddia ve uzlaşma alanı olduğunu düşünürsek, bu iki unsurun tek tek değil, birlikte ele alınması çok önemlidir. Son dönemlerde gelişen siyaset üslubunun, ne “iddia”yı besleyecek tutarlı ve geçerli içerikleri, ne de “uzlaşmayı” mümkün kılacak incelik ve kıvraklıkları yansıttığını söyleyebiliriz. Bu durumda da, demokrasi kültürüne aykırı, ötekileştiren, dışlayan, hoyrat ve duyarsız yaklaşımlar yadırgamamalıdır. Bu davranışların demokrasi kültürünün gelişmesi üzerinde önemli bir hasara neden olduğu açıktır. Burada hakikaten de anlaşılması gereken ve belki de en az anlaşılan nokta, bu hasarın, "demokrasi kültürü" olarak belirtilen belli bir alanla kısıtlı kalmayıp, sosyal yaşam, ekonomik faaliyetler ve yurttaşların bireysel gelişim süreçleri dahil olarak çok geniş bir yelpazede ve uzun erimli olumsuzlukların doğmasına neden olmasıdır.
Amuran: Siyasetin bir ayağı ekonomidir. Türk ekonomisine de bakmamız gerekli. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında genç Cumhuriyetin ekonomi politikalarında bir tanımla işe başlanmış ve denilmiş ki, ”Biz bir tarım ülkesiyiz”. Tarıma öncelik verilmiş. Kalkınma planlarıyla sanayi belli bir çerçeveye oturtulmuş. Bugün ise tarım ülkesiyiz bile diyemiyoruz ve ithalata özendirilen önlemlerle tamamen dışa bağımlı hale gelmiş bulunuyoruz. Ekonomide kendimizi nasıl tanımlayabiliriz?
İlseven: Evet, siyasetin bir ayağı ekonomidir; hatta 20. yüzyılın ortalarına kadar dünya üniversitelerinde siyaset bilimi ve ekonomi bölümlerinin ayrı ayrı değil, ekonomi-politik olarak aynı akademik disiplin altında faaliyet gösterdiğini biliyoruz. Yani esasen bazen siyasetçilerin ve bazen iktisatçıların bilerek veya bilmeyerek ortaya attıkları gibi, bu iki disiplinin birbirlerinden ayrı alanlarmış gibi gösterilmeye çalışılması yapay ve yüzeysel bir yaklaşım, hatta özü itibarı ile bir aldatmacadır. Ekonominin, bugün geldiğimiz noktada, iletişim teknolojileri, yaratıcı ve yenilikçi paylaşım modelleri altında şu veya bu kategoride tanımlanması artık çok zor hale gelmiştir. Hele Türkiye gibi üretim faktörlerinin çok çeşitli olduğu, demografik ve jeopolitik konumlamaların büyük riskler yanında büyük imkanları mümkün kıldığı, enerji, lojistik ve insan kaynağı alt yapıları açısından alabildiğine değerli varlıklara sahip olan bir coğrafyada, ekonomiyi tek bir tanıma oturtmak çok isabetli olmayacaktır. Ama, yine de tek bir konunun altı çizilmek gerekirse, Türkiye farklı coğrafyaları birbirine bağlayan bir "köprü" değil, sürdürülebilirlik ve verimlilik üzerine geliştirilecek ekonomi politikaları ile bugünkü dünyanın ifade ettiği tüm imkan ve fırsatlarla birlikte kendi durduğu noktada güçlü bir "merkez" olarak düşünülmesi gereken bir ekonomik güçtür.
BUGÜN ÜLKEMİZ DÜNYADAKİ EN ADALETSİZ VE BİR O KADAR DA VERİMSİZ BİR VERGİ REJİMİYLE KARŞI KARŞIYADIR
Amuran: Borca dayalı bir ekonominin sürdürülebilirliği ne kadar olabilir? Bir yanda enflasyon öte yanda işsizlik oranları, günü birlik alınan ekonomik kararlar ve tasarruf bilincinin giderek zayıflaması endişelerin artmasına yol açıyor. Önce nereden başlamalı?
İlseven: Dış kaynağa, emanet kaynağa dayalı bir ekonomik büyüme modelinin yalnızca ekonomik sürdürülebilirlik değil, sosyal, kültürel, güvenlik alanlarında, kısaca en geniş anlamda bir ulus olarak varlığımızın sürdürülmesi anlamında ciddi bir zafiyet kaynağı olduğu açıktır. Ancak burada tek ölçüt kullanılan kaynakların menşei olmayıp, bu kaynakların nerede ve hangi amaçlarla kullanıldığı, hangi düzeyde katma değer üreten kullanımlara tahsis edildiği gibi bir dizi farklı değerlendirmenin de göz önünde tutulması gerekir.
Önce ne yapılması gerekir? İşe, pekala ekonomide israf ve kaynak savurganlığına son verilmesi, kaynakların belli kesimlerin çıkar ağları içinde yoğunlukla tahsisine dayalı keyfi uygulamaların durdurulması ile başlanabilir. Bugün hangi toplum kesimlerinin, hangi kamu kaynaklarına, hangi ekonomik faaliyet alanlarına, hangi koşullarda erişim sağladığı artık izlenemez, denetlenemez, değerlendirilemez bir duruma gelmiştir. En basitinden, yine, örneğin kamu imkanları söz konusu olduğunda, Sayıştay gibi görevi bu kaynak tahsislerinin denetimi ve değerlendirmesi olan en köklü kamu kuruluşları dahi işlevsiz hale gelmiştir. İkinci olarak, kamu kesiminin yeni nesil bir yatırım hamlesi başlatarak, belirlenecek temel sektörlerde istihdam dostu ekonomik faaliyet alanları açılmasında öncü rol üstlenmesidir. Bu alanlar; teknolojik yatırımlar ve kültür ekonomisi gibi bireyleri yeni ve en son gelişen teknik olanaklarla donatan ve güçlendiren, katma değerli üretimlere yönelik sektörler olacağı gibi, ekonomik paylaşım ağları gibi yerel ve yerinde yaratıcılık ve girişimcilik faaliyetlerinin yaygınlaşmasını hedefleyen, tabanın güçlenmesi ve verimliliğinin arttırılmasına dayalı faaliyetler olarak düşünülmelidir. Ekonominin işleyişine dair pek çok başka yeni ve yeniden yapılanma önlemleri arasında, bir önemli müdahale alanının da kamusal gelirlerin adil ve daha etkin bir vergi sistemi ile "kaliteli" bir yapıya kavuşturulması konusu gelmektedir. Bugün ülkemiz, dolaylı vergilerin kamu gelirleri içinde aldığı çok yüksek pay ile dünyadaki en adaletsiz ve bir o kadar da verimsiz bir vergi rejimi ile karşı karşıyadır. Bu çarpık gelir düzeni içinde halk günlük yaşamını ekonominin gereği olmayan ciddi maliyetler üstlenerek sürdürmekte; buna karşın sınırlı bir toplum kesimi, efektif olarak "bedelini" ödemediği kamusal hizmetler yanında ihale öncelikleri, tahsisler, vergi afları, işleme özel teşvikler gibi imkanlardan büyük paylar almaktadır. Bu çarpıklık, ekonominin üzerinde pahalı ve sürdürülemez bir yük olarak her geçen artmaktadır. Böylesi bir dengesizlik içinde, değil tasarrufların arttırılması, geniş toplum kesimlerinin, bugün "sadaka ekonomisine" dönüşmüş olan sosyal destekler olmaksızın asgari koşullarda varlığını sürdürmesi dahi olanaksız hale gelmiştir.
Amuran: Ekonomik zorluklar yanında siyasi açıdan da zor bir coğrafyada bulunuyoruz. Bu nedenle değişen koşullarda Türkiye kendi bölgesinde nasıl bir rol üstlenmeli ve güvenliği açısından terörle mücadele ötesinde nasıl bir politika sürdürmeli?
İlseven: Coğrafyamızda, yaşanılan bunca karmaşa içinde, farklı etnik kökene, farklı inanç gruplarına ve vesayet çatışmalarına konu feodal yapılara dayalı oyuncuların kendi aralarındaki çatışma ve çekişmelere dışarıdan müdahale edilmesi, taraf olunması, bir tür “çözüm ihracına” yönelik girişimlerde bulunulması kabul edilemez. Ancak aynı anlayışla, Türkiye’nin, bir yandan bu topraklara ait nedenler, diğer yandan da tarihler boyunca dışından kaynaklanan müdahale ve hakimiyet arayışları düşünüldüğünde, yaşanılan gelişmeler karşısında ilgisiz kalması, edilgen bir tavırla, bazı kesimlerin yaygın deyimi ile “denge” politikaları izlenmesi ve “kendisine çözümler dayatılmasına” seyirci kalması gibi seçenekleri de yoktur. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin bölgesinde “sakin güç” olarak gelişmeler içinde aktif ve istikrarlı konumunu korumak ve pekiştirmek açısından fazlasıyla birikimli ve donanımlı kadrolara ve ilişki ağlarına sahip olduğunu biliyoruz. Öte yandan, terörle mücadele alanında da, konuya ilişkin olarak geçerli tüm güvenlik tabanlı, sosyal, siyasi ve psikolojik alanlarda önemli bir bilgi birikimi, analitik kabiliyet, operasyonel deneyim ve imkanların var olduğunu değerlendiriyoruz. Bu durumda, coğrafyamızda yaşanılan zorluklara her şeyden önce hukuka ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir anlayışla, bir yandan yurttaşlarının hak ve özgürlüklerini, gönencini, yaşama, kendini geliştirme, toplumun içinde saygın bireyler olarak kendini gerçekleştirme hak ve çabalarını destekleyen, koruyan, kollayan bir kamusal anlayışın egemen kılınması gereklidir.
Aynı şekilde, içerik ve biçimi ne olursa olsun, bölgede komşularının iç-işlerine müdahaleyi bir dış politika aracı olarak kullanmayan, ülkelerin kendi çıkar alanları içinde, farklı ülke halklarının birbirleri ile iletişimini, etkileşimini ve karşılıklı anlayış ve işbirliği mekanizmalarını öne çıkartan bir yaklaşımın benimsenmesi önemlidir. Farklılıkların bunca hakim olduğu bir bölgede, marifet ortak işbirliği ve paylaşım alanlarını ortaya çıkartabilmektir. Enstitü olarak 2017 yılı başında Bursa’da bir genel değerlendirme paneli düzenlemiştik. Bu panele katılan değerli konuşmacılardan biri olan Sayın Murat Karayalçın, bölgeye yönelik olarak yaptığı tespitlerini bir öneri ile bağlamıştı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya ve Fransa arasında oluşturulan Demir ve Kömür Birliğinin giderek nasıl büyük bir “barış ve işbirliği” projesine dönüştüğünü ve bugün Avrupa Birliği gibi bir yapının temellerini oluşturduğunu hatırlatan Murat Bey, benzer bir projenin bölgemizde de, örneğin çok-taraflı bir Tarım Birliği projesi olarak kurgulanabileceğini ve burada oluşacak yapılar üzerinden bir bölgesel istikrar ve işbirliği ortamının hedeflenebileceğini önerdi. Bizim bu zor coğrafyadaki yaşamı yaşanabilir kılmamız için önce hayallerimizi özgürleştirmemiz ve bu hayallerimizi samimiyetle, özgüvenle paylaşabildiğimiz ortamlarda bir arada olmaktan sakınmamamız, çekinmememiz gerekecektir, herhalde, Ne dersiniz?
Amuran: Bu son önerinizle “düşünmenin” ne denli önemli bir değer olduğunu da okurlarımıza göstermiş oldunuz. Bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz.
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları