Kerem Akça, 36. Toronto Film Festivali’ndeki dünya sineması örneklerini değerlendirdi
8-18 Eylül 2011 tarihleri arasında düzenlenen 36. Toronto Film Festivali’nin Oscar yarışına soktuğu filmlerden, Amerikan bağımsızı prömiyerlerinden ve geceyarısı-korku ürünlerinden bahsettik. Ancak dünya sinemasının toplamını içerdiği noktasına henüz parmak basmadık. Bu çerçeveden bakınca Nuri Bilge Ceylan, Giorgos Lanthimos, Steve McQueen, Andrea Arnold ve Lynne Ramsay gibi önceki işleriyle isim yapan yönetmenlerin son yapıtlarının ‘üst düzey’ ve ‘şaşırtıcı’ bulunduğu söylenebilir. Bunun yanında “388 Arletta Avenue”, “Carré Blanc” ve “Fable of the Fish” festivalin en dikkat çekici sürprizleri oldular.
keremakca@haberturk.com
36. kez düzenlenen ve Cannes, Berlin gibi festivallerin programlarından film almasının yanı sıra kendi dünya prömiyerlerini yapmasıyla da ‘dünya sinemasının nabzını tutma’ algısını yükselten bir festival. Toronto Film Festivali’nde ustalardan sürpriz adaylarına, deneylerden keşiflere uzanan bir seçki her zaman vardır. Bu sene ise kanımca iki yönetmenin son işleri festivale damga vurdu. Biri Nuri Bilge Ceylan’ın ustalar bölümündeki “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı, diğeri ise Giorgos Lanthimos’un “ALPS”ı.
Yunan Yeni Dalgası yönünü belirledi, etiket bekliyor
Ceylan’ın filminden bahsetmeye gerek yok aslında. Zira cuma günü uzun uzun değerlendirdik. Ancak benim izleyemediğim “Wuthering Heights” ve “Shame” ile birlikte bu dörtlünün kare ası oluşturması bizim için önemli idi. “Köpek Dişi” (“Kynodontas”, 2009) ile çıkış yapan Lanthimos’un bu seferki hedefi ‘ölen insanları canlandıran jimnastik ekibi’ fikirli bir yabancılaşma fetişizmi yapmaktı.
Aykırı kamera açılarından-ölçeklerinden renk kullanımına, garip hareket eden karakterlerden diyaloglardaki inanca kadar gerçek anlamda yükselen Yunan sinemasının yine ‘cins’ bir ürününü vermiş yönetmen. Belli ki modern sinema atılımının günümüzdeki en büyük temsilcisi eğer bir ‘yeni dalga’ oluşturabilirse ideolojik olarak komşumuz olacak. Tabii bu filmlerin peşine Lynne Ramsay’nin Tarkovskyesk diyarlara geri dönüş filmi, Cannes kaynaklı “Kevin Hakkında Konuşmalıyız”ın (“We Need to Talk About Kevin”) zihinlerden kolay kolay çıkmayan bütününü takabiliriz.
“388 Arletta Avenue”: Haneke usulü ‘Paranormal Activity’
Ancak esas olarak Julia Leigh’in 16 yaşlarındaki safkan hayat kadını hikayesi “Uyuyan Güzel”ini (“Sleeping Beauty”, 2011) de bir kenara bırakırsak ‘dünya prömiyerleri’ne dikkat çekmek lazım deriz. Zira Toronto’nun övünç noktası bunlar. Bu sene bu konuda Kanada seri katil filmi “388 Arletta Avenue”, Fransız bilimkurgusu “Carré Blanc” ile Filipinler’den gelen gerçeküstücü sosyal gerçekçi sinema örneği “Fable of the Fish” (“Isda”) diğerlerinden ayrılan örneklerdi kanımca.
Randall Cole’un üçüncü yönetmenlik denemesi “388 Arletta Avenue”, adeta “Saklı” (“Caché”, 2005) ile “Paranormal Activity”nin (2007) röntgen, gizem ve gerçeklik olgularını iç içe geçiren çarpıcı bir denemeydi. Yönetmenin ev içine ve çeşitli sokaklara yerleştirilen kameralarla bir katilin gözünden mahrem mekanı ve mutlu aileyi gözetlemesini verirken hikaye akışını yok etmesi farklı bir algı getiriyordu.
Kimi izleyici için ‘zor’ bir deneme olsa da psikopat katil hikayeleri arasında mahremiyet olgusuyla bu kadar oynayan bir başka film daha bulmak zor kanımca. Cole, Kanada’nın Haneke’si olma yolunda bir ‘gizem’ aşılamayı da beceriyor işin ilginci. Müzikle uğraşmadan ‘sahicilik’le bunu yapması da bir bakıma vizyonunu kanıtlıyor yönetmenin.
“Carré Blanc”: Fransa’nın ‘Gizemli Şehir’i
Jean-Baptiste Léonetti’nin “Carré Blanc”ı Fransa’nın dünya zemininde geçen “Gizemli Şehir”i (“Dark City”, 1998) olarak anılabilir. Yönetmenin çocuk eğitimini faşist bir düzene oturttuğu, insan hayatlarını da kesitler halinde belleklere hapsettiği bir fabrikasal şehir yaratması ilgi çekici. Bu da küreselleşmenin ve kapitalizmin sonuna karamsar ve insanlık karşıtı bir duruş getiriyor.
Bunların hipnotik ve kara filmsel bir anlayışla kavranması da dünyayı alışık olduğu algıyla göremeyen insanların; ‘aile’, ‘düzen’ ve ‘yaşam’ üzerine yaptığı egzersizleri sergilemeye yaramış. Belli ki yönetmenin günümüzün yaşayışı ile belirgin dertleri var. Burada da Fransız sinemasındaki bilimkurgu algısının yükselişinden beslenen tavizsiz derecede minimal bir tür örneği ile çıkagelmesi şaşırtıcı değil.
“Fable of the Fish”: Filipinler sinemasından bir ışıltı
Adolfo Borninaga Alix Jr.’nin ilk yönetmenlik denemesi “Fable of the Fish” ise De Sica’nın “Milano’da Mucize”sini (“Miracolo a Milano”, 1951) akla getiren masalsı bir sosyal gerçekçi sinema denemesi. Balık doğuran bir kadının ona yuva araması ve gözü gibi bakmasıyla başlayan absürt ve gerçeküstücü süreç çok iyi süzgeçten geçirilmiş.
Bu durum da filmin bu alanda özgün bir yerden seslenmesine, cesur bir efsaneyi “Acı Süt” (“La teta asustada”, 2009) gibi sömürmeden düz bir sinemayla perdeye yansıtmasına alan açıyor. Belli ki Brillante Mendoza’dan cesaret alan bir kısım Filipinli sinemacı ülkede işlev vermeye çalışıyor. Zira programdaki iki ülke yapımı filmden biri bu eser.
Köklerinden dışarı çıkıp fark yaratma ideolojisi genelde işlemedi
Sosyal gerçekçi sinema demişken programda İzlanda’nın bu konudaki acı tatlı geleneğini tamamlayan ilk film “Volcano”yu ve Martin Sulik’in “Gypsy”sini (“Cigan”) unutmamak şart. Ancak işin ilginci böylesi filmler beklenen ülkelerden farklı açılımlar karşımıza çıktı bu festivalde. Bu konuda en önemli örnek Lübnan filmi “The Mountain” (“La Montagne”). Jim Jarmusch’vari çekilmiş minimal ve siyah-beyaz bir kara film olan eser, ülkenin politik sorunsalını türsel bellekle yeniden şekillendirmiş. Bu da takdir edilesi bir sinema örneği izletiyor bizlere.
Aslında dünya sineması toplamında genelde ‘değişik denemeler’in öne çıksa da başarılı olamadığını gördük. Bunlardan en usturuplusu Lynne Ramsay’sinin belleksel ve eklektik sinemasını uygulayan İrlandalı yönetmen Rebecca Daly’nin “The Other Side of Sleep”i idi. Ancak örneğin bakış açılarından olay anlatma güdüsünü kaldıramayan “Among Us” (“Onder Ons”), çok hikayeli yapıyı bir şablona oturtamayan “Swooni” (“Hotel Swooni”), nostaljik gençlik filmi atmosferinde hakimiyet kuramayan “Damsels in Distress”, Tess d’Ubervilles romanından Bollywood uyarlaması çıkarmaya çalışan “Trishna” genelde bu zor hedeflerine ulaşamadılar.
Baskın ülke sinemaları ve Pen-ek Ratanaruang bildiğiniz gibi
Bunların yanında Avustralya sinemasının stilize geleneğini TV kalibresinde salgılayan “Burning Man”, Brezilya sinemasının şiddete maruz birey hikayesini karşılayan “Silver Cliff”, Fransız sinemasının ‘temposuz sanat olur’ algısını perçinleyen “That Summer” (“Une Eté Brulante”, 2011), Şili sinemasının absürt minimalist algısını kuvvetlendiren “Bonsai” ile Güney Kore sinemasının türlerle oynama anlayışını destekleyen “Countdown”, kimi başarılı kimi başarısız ama tahmin edilir yapıtlar sundular.
Tayland Yeni Dalgası’nın önemli auteurü Pen-Ek Ratanaruang’ın kiralık katil filmini bellek parçalı, Alain Resnais’vari bir yapıya soktuğu “Headshot”ı (“Fon tok kuen fah”) festivalin en dikkat çekici filmi olmayı başardı bunlara istinaden. Tabii Japon Yeni Dalgası Shion Sono’nun Çağan Irmak melodramı kıvamındaki “Himizu”su ile bir kroşe yese de, “Monsters Club” ve “Smuggler” ile canlılık aşıladı.
Nihayetinde genel toplama bakınca hakim ve alışılageldik ülke sinemaları kendi benliklerini karşılarken Filipinler, Hollanda, Belçika gibi kimliksiz ülkelerin ‘ne yapacağı belirsiz’ halleri yeniden ortaya çıktı. Bu durum da başarı kıstasını birazcık yükseltti veya düşürdü. Ancak bu ülkelerin en azından keşif ve heyecan aşıladığı kesin. Bu durum da ‘basmakalıp sinema dünyası’ adına kanımca bir kıvılcım anlamına geliyor. Ancak bu senenin esasen son 10 senede yükselen yönetmenlerin yılı olduğuna şüphe yok. Önümüzdeki sezon da böylesi bir ivme kazanacaktır.
Kerem Akça’ya göre festivalin en iyi 8 Amerikan bağımsızı:
1-Drive
2-Martha Marcy May Marlene
3-Rampart
4-God Bless America
5-Pariah
6-The Ides of march
7-Hick
8-Your Sister’s Sister8-18 Eylül 2011 tarihleri arasında düzenlenen 36. Toronto Film Festivali’nin Oscar yarışına soktuğu filmlerden, Amerikan bağımsızı prömiyerlerinden ve geceyarısı-korku ürünlerinden bahsettik. Ancak dünya sinemasının toplamını içerdiği noktasına henüz parmak basmadık. Bu çerçeveden bakınca Nuri Bilge Ceylan, Giorgos Lanthimos, Steve McQueen, Andrea Arnold ve Lynne Ramsay gibi önceki işleriyle isim yapan yönetmenlerin son yapıtlarının ‘üst düzey’ ve ‘şaşırtıcı’ bulunduğu söylenebilir. Bunun yanında “388 Arletta Avenue”, “Carré Blanc” ve “Fable of the Fish” festivalin en dikkat çekici sürprizleri oldular.
keremakca@haberturk.com
36. kez düzenlenen ve Cannes, Berlin gibi festivallerin programlarından film almasının yanı sıra kendi dünya prömiyerlerini yapmasıyla da ‘dünya sinemasının nabzını tutma’ algısını yükselten bir festival. Toronto Film Festivali’nde ustalardan sürpriz adaylarına, deneylerden keşiflere uzanan bir seçki her zaman vardır. Bu sene ise kanımca iki yönetmenin son işleri festivale damga vurdu. Biri Nuri Bilge Ceylan’ın ustalar bölümündeki “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı, diğeri ise Giorgos Lanthimos’un “ALPS”ı.
Yunan Yeni Dalgası yönünü belirledi, etiket bekliyor
Ceylan’ın filminden bahsetmeye gerek yok aslında. Zira cuma günü uzun uzun değerlendirdik. Ancak benim izleyemediğim “Wuthering Heights” ve “Shame” ile birlikte bu dörtlünün kare ası oluşturması bizim için önemli idi. “Köpek Dişi” (“Kynodontas”, 2009) ile çıkış yapan Lanthimos’un bu seferki hedefi ‘ölen insanları canlandıran jimnastik ekibi’ fikirli bir yabancılaşma fetişizmi yapmaktı.
Aykırı kamera açılarından-ölçeklerinden renk kullanımına, garip hareket eden karakterlerden diyaloglardaki inanca kadar gerçek anlamda yükselen Yunan sinemasının yine ‘cins’ bir ürününü vermiş yönetmen. Belli ki modern sinema atılımının günümüzdeki en büyük temsilcisi eğer bir ‘yeni dalga’ oluşturabilirse ideolojik olarak komşumuz olacak. Tabii bu filmlerin peşine Lynne Ramsay’nin Tarkovskyesk diyarlara geri dönüş filmi, Cannes kaynaklı “Kevin Hakkında Konuşmalıyız”ın (“We Need to Talk About Kevin”) zihinlerden kolay kolay çıkmayan bütününü takabiliriz.
“388 Arletta Avenue”: Haneke usulü ‘Paranormal Activity’
Ancak esas olarak Julia Leigh’in 16 yaşlarındaki safkan hayat kadını hikayesi “Uyuyan Güzel”ini (“Sleeping Beauty”, 2011) de bir kenara bırakırsak ‘dünya prömiyerleri’ne dikkat çekmek lazım deriz. Zira Toronto’nun övünç noktası bunlar. Bu sene bu konuda Kanada seri katil filmi “388 Arletta Avenue”, Fransız bilimkurgusu “Carré Blanc” ile Filipinler’den gelen gerçeküstücü sosyal gerçekçi sinema örneği “Fable of the Fish” (“Isda”) diğerlerinden ayrılan örneklerdi kanımca.
Randall Cole’un üçüncü yönetmenlik denemesi “388 Arletta Avenue”, adeta “Saklı” (“Caché”, 2005) ile “Paranormal Activity”nin (2007) röntgen, gizem ve gerçeklik olgularını iç içe geçiren çarpıcı bir denemeydi. Yönetmenin ev içine ve çeşitli sokaklara yerleştirilen kameralarla bir katilin gözünden mahrem mekanı ve mutlu aileyi gözetlemesini verirken hikaye akışını yok etmesi farklı bir algı getiriyordu.
Kimi izleyici için ‘zor’ bir deneme olsa da psikopat katil hikayeleri arasında mahremiyet olgusuyla bu kadar oynayan bir başka film daha bulmak zor kanımca. Cole, Kanada’nın Haneke’si olma yolunda bir ‘gizem’ aşılamayı da beceriyor işin ilginci. Müzikle uğraşmadan ‘sahicilik’le bunu yapması da bir bakıma vizyonunu kanıtlıyor yönetmenin.
“Carré Blanc”: Fransa’nın ‘Gizemli Şehir’i
Jean-Baptiste Léonetti’nin “Carré Blanc”ı Fransa’nın dünya zemininde geçen “Gizemli Şehir”i (“Dark City”, 1998) olarak anılabilir. Yönetmenin çocuk eğitimini faşist bir düzene oturttuğu, insan hayatlarını da kesitler halinde belleklere hapsettiği bir fabrikasal şehir yaratması ilgi çekici. Bu da küreselleşmenin ve kapitalizmin sonuna karamsar ve insanlık karşıtı bir duruş getiriyor.
Bunların hipnotik ve kara filmsel bir anlayışla kavranması da dünyayı alışık olduğu algıyla göremeyen insanların; ‘aile’, ‘düzen’ ve ‘yaşam’ üzerine yaptığı egzersizleri sergilemeye yaramış. Belli ki yönetmenin günümüzün yaşayışı ile belirgin dertleri var. Burada da Fransız sinemasındaki bilimkurgu algısının yükselişinden beslenen tavizsiz derecede minimal bir tür örneği ile çıkagelmesi şaşırtıcı değil.
“Fable of the Fish”: Filipinler sinemasından bir ışıltı
Adolfo Borninaga Alix Jr.’nin ilk yönetmenlik denemesi “Fable of the Fish” ise De Sica’nın “Milano’da Mucize”sini (“Miracolo a Milano”, 1951) akla getiren masalsı bir sosyal gerçekçi sinema denemesi. Balık doğuran bir kadının ona yuva araması ve gözü gibi bakmasıyla başlayan absürt ve gerçeküstücü süreç çok iyi süzgeçten geçirilmiş.
Bu durum da filmin bu alanda özgün bir yerden seslenmesine, cesur bir efsaneyi “Acı Süt” (“La teta asustada”, 2009) gibi sömürmeden düz bir sinemayla perdeye yansıtmasına alan açıyor. Belli ki Brillante Mendoza’dan cesaret alan bir kısım Filipinli sinemacı ülkede işlev vermeye çalışıyor. Zira programdaki iki ülke yapımı filmden biri bu eser.
Köklerinden dışarı çıkıp fark yaratma ideolojisi genelde işlemedi
Sosyal gerçekçi sinema demişken programda İzlanda’nın bu konudaki acı tatlı geleneğini tamamlayan ilk film “Volcano”yu ve Martin Sulik’in “Gypsy”sini (“Cigan”) unutmamak şart. Ancak işin ilginci böylesi filmler beklenen ülkelerden farklı açılımlar karşımıza çıktı bu festivalde. Bu konuda en önemli örnek Lübnan filmi “The Mountain” (“La Montagne”). Jim Jarmusch’vari çekilmiş minimal ve siyah-beyaz bir kara film olan eser, ülkenin politik sorunsalını türsel bellekle yeniden şekillendirmiş. Bu da takdir edilesi bir sinema örneği izletiyor bizlere.
Aslında dünya sineması toplamında genelde ‘değişik denemeler’in öne çıksa da başarılı olamadığını gördük. Bunlardan en usturuplusu Lynne Ramsay’sinin belleksel ve eklektik sinemasını uygulayan İrlandalı yönetmen Rebecca Daly’nin “The Other Side of Sleep”i idi. Ancak örneğin bakış açılarından olay anlatma güdüsünü kaldıramayan “Among Us” (“Onder Ons”), çok hikayeli yapıyı bir şablona oturtamayan “Swooni” (“Hotel Swooni”), nostaljik gençlik filmi atmosferinde hakimiyet kuramayan “Damsels in Distress”, Tess d’Ubervilles romanından Bollywood uyarlaması çıkarmaya çalışan “Trishna” genelde bu zor hedeflerine ulaşamadılar.
Baskın ülke sinemaları ve Pen-ek Ratanaruang bildiğiniz gibi
Bunların yanında Avustralya sinemasının stilize geleneğini TV kalibresinde salgılayan “Burning Man”, Brezilya sinemasının şiddete maruz birey hikayesini karşılayan “Silver Cliff”, Fransız sinemasının ‘temposuz sanat olur’ algısını perçinleyen “That Summer” (“Une Eté Brulante”, 2011), Şili sinemasının absürt minimalist algısını kuvvetlendiren “Bonsai” ile Güney Kore sinemasının türlerle oynama anlayışını destekleyen “Countdown”, kimi başarılı kimi başarısız ama tahmin edilir yapıtlar sundular.
Tayland Yeni Dalgası’nın önemli auteurü Pen-Ek Ratanaruang’ın kiralık katil filmini bellek parçalı, Alain Resnais’vari bir yapıya soktuğu “Headshot”ı (“Fon tok kuen fah”) festivalin en dikkat çekici filmi olmayı başardı bunlara istinaden. Tabii Japon Yeni Dalgası Shion Sono’nun Çağan Irmak melodramı kıvamındaki “Himizu”su ile bir kroşe yese de, “Monsters Club” ve “Smuggler” ile canlılık aşıladı.
Nihayetinde genel toplama bakınca hakim ve alışılageldik ülke sinemaları kendi benliklerini karşılarken Filipinler, Hollanda, Belçika gibi kimliksiz ülkelerin ‘ne yapacağı belirsiz’ halleri yeniden ortaya çıktı. Bu durum da başarı kıstasını birazcık yükseltti veya düşürdü. Ancak bu ülkelerin en azından keşif ve heyecan aşıladığı kesin. Bu durum da ‘basmakalıp sinema dünyası’ adına kanımca bir kıvılcım anlamına geliyor. Ancak bu senenin esasen son 10 senede yükselen yönetmenlerin yılı olduğuna şüphe yok. Önümüzdeki sezon da böylesi bir ivme kazanacaktır.
Kerem Akça’ya göre festivalin en iyi 8 Amerikan bağımsızı:
1-Drive
2-Martha Marcy May Marlene
3-Rampart
4-God Bless America
5-Pariah
6-The Ides of march
7-Hick
8-Your Sister’s Sister