Yazar Nedim Gürsel: ‘İran olma yolunda, yol aldık… Gidişattan endişeliyim’
"Mehdi'yi Beklerken" kitabında İran seyahatindeki gözlemlerini aktaran yazar Nedim Gürsel Türkiye ile İran arasında benzerlik olduğunu belirterek "Bu otoriterleşme ve tek adam rejimi Türkiye'yi İran'a benzetmese bile bir çeşit İran yapabilir diye düşünüyorum" dedi.
Yazar Nedim Gürsel, “500. Ölüm Yıldönümünde Leonardo Da Vinci’ye Saygı” projesi kapsamında Da Vinci'nin son 3 yılını geçirdiği şatoyu ziyaret eden isimlerdendi. Yakın zamanda "Mehdi'yi Beklerken" kitabını okurlarla buluşturan ve İran seyahatindeki gözlemlerini kaleme döken Gürsel, ile hem Amboise'daki Da Vinci gezisini, hem de İran seyahatini Sözcü'den Sercan Meriç'e anlattı.
Nedim Gürsel, kendisine yöneltilen "Türkiye, İran olur mu" sorusuna "Türkiye, İran olma yolunda biraz yol aldı. Özellikle bu otoriterleşme ve tek adam rejimi Türkiye'yi İran'a benzetmese bile bir çeşit İran yapabilir diye düşünüyorum. Tabii ayrımlar olabilir ve bu çok tehlikeli bir şey. Çünkü ben bir yazar olarak, özgürlüğün olmadığı yerde yaratıcılığın da olamayacağını düşünüyorum" yanıtını veriyor.
Gürsel “İslam ve demokrasi artık bağdaşmayacağını düşünenlerdenim” diye bir cümleniz var kitapta. Eskiden bağdaşacağına dair bir kanınız var mıydı?" sorusuna ise "Hiç olmadı. O bakımdan bazı liberal aydınlardan kendimi ayrı bir konumda görüyorum" açıklamasında bulunuyor.
Nedim Gürsel'in Sercan Meriç'in sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
“İslam ve demokrasi artık bağdaşmayacağını düşünenlerdenim” diye bir cümleniz var kitapta. Eskiden bağdaşacağına dair bir kanınız var mıydı?
Hiç olmadı. O bakımdan bazı liberal aydınlardan kendimi ayrı bir konumda görüyorum, bunun ispatı da var. Ben düzenli olarak Fransız basınına siyasi yazılar yazdım. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana olan yazılardır ve Fransız yayımcım onları bir kitap haline getirdi, geçen yıl yayımlandı ve o makalalere baktığımızda daha 2002 yılında ben “İslam’ın demeokrasiyle bağdaşmayacağını” dile getiren bir yazı yazmışım Le Monde’a. AKP’nin bir dönem Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokacağı görüşüne ben hep biraz uzak durdum, çünkü bunun bir aldatmaca olduğunu seziyordum. Nitekim de öyle olduğunu gördük hep birlikte.
Kitabın sonu “Umarım Mehdi gelir” diye bitiyor. Orada bir kara mizah yaptığınızı düşünüyorum. Hep konuşuyoruz ya “Büyük bir lider, bir Mehdi, bir kurtarıcı lazım” diye, ama insanın asıl kurtuluşu burada değil. İnsanın daha iyiye gitmesinin temel olarak manivelası neler olabilir sizce?
Bir kurtarıcıya bir Mehdi’ye umut bağlamak tabii ki de yanlış bir şey. Ama bu Şii inancıyla ilintili bir durum: İşte Ehlibeyt’ten, peygamber soyundan gelen imamlar var biliyorsunuz. Onların 8’incisi İmam Rıza’nın Meşhed’teki türbesine gittim. Türbeyi ziyaret edemedik ama İmam Rıza hakkında biraz bilgi edindim. Bu imamların 12’incisi Mehdi’nin ölmeyip de gizlendiği inancı var. Oysa insanlığın kurtuluşu bir kurtarıcıya bırakılmayacak kadar ciddi bir konu diye düşünüyorum. Ahmedinejad döneminde tam 1 milyon euro’ya yapılan Cemkeran Camii’nin avlusundaki kuyunun dibinde gizlendiği rivayet ediliyor. Ben de kitabımda “Artık sabrımız kalmadı geleceksen gel Mehdi” diyorum ama Samauel Beckett’ın Godot’yu Beklerken adlı piyesindeki gibi Mehdi’yi daha çok bekleyeceğimizi düşünüyorum. Tabii burada biraz ironi var. Öte yandan da böyle bir ütopi güzel bir ütopi çünkü Mehdi geldiğinde serveti eşit dağıtacak, hastaları iyileştirecek, yoksulların karnı doyacak. Bu da bir anlamda komünist ütopyanın bir başka versiyonu. Bu bakımdan da ilgimi çekiyor açıkçası.
‘TÜRKİYE, İRAN OLMA YOLUNDA BİRAZ YOL ALDI’
Peki klişe bir soruyla kitap fazını bitirelim… Türkiye, İran olur mu?
Türkiye, İran olma yolunda biraz yol aldı. Özellikle bu otoriterleşme ve tek adam rejimi Türkiye’yi İran’a benzetmese bile bir çeşit İran yapabilir diye düşünüyorum. Tabii ayrımlar olabilir ve bu çok tehlikeli bir şey. Çünkü ben bir yazar olarak, özgürlüğün olmadığı yerde yaratıcılığın da olamayacağını düşünüyorum ve giderek özgürlük alanı Türkiye’de kısıtlanıyor ve ne yapıp ne içeceğimize, ne kadar çocuk yapacağımıza, ne yazıp ne yazmayacağımıza giderek bir kişi karar verme durumunda. Böyle bir gidişattan açıkçası endişeliyim. Belki İran’a benzemeyebiliriz ama otoriter hatta totaliter bir topluma doğru yol aldığımızı da söyleyebilirim.
Son seçimlerden sonra değişim adına umut da arttı Türkiye’de, siz paylaşıyor musunuz bu umudu?
Ben birçok arkadaşım kadar iyimser değilim, tabii çok sevindim Ekrem İmamoğlu’nun böyle bu kadar farkla İBB seçimlerini kazanmasına, ama sonuçta önemli kararlar, Türkiye’nin dış politikası ve diğer önemli siyasal kararlar belediye düzeyinde alınmıyor. Recep Tayyip Erdoğan tarafından alınıyor. Ufukta da şu aşamada bir seçim görünmediğine göre, -erken seçimlerden söz ediliyor ama bilmiyoruz- 4 yıl Türkiye’de seçim olmazsa, o kadar da iyimser olmaya bence gerek yok. Tabii AKP’nin oy kaybetmesi, kendi içinde bile bazı eski AKP’lilerin partiden uzaklaşıp yeni parti girişimlerinde bulunmaları benim için olumlu gelişmeler.
Son olarak Da Vinci ile bitirelim, sizin de yer aldığınız birçok sanatçı Da Vinci’nin yaşadığı şatoya, öldüğü yere geldi. Nasıl bir Da Vinci profili var zihninizde? Sizi etkilediği özellikleri neler? İkincisi de bu yolculuk sizin için nasıl geçti?
Ben yıllar önce de Amboise’a gelmiştim. Paris Üniversitesi’nde öğrenciyken, bu ikinci gelişim. Ama bu gelişimin şöyle bir özelliği var, belli bir proje bağlamında geldim. Onay Akbaş’ın başını çektiği bir proje. Resimli Dünya romanımı yazarken, özellikle “Venedik Ekolü” ile ilgiliydim. O romanın kahramanı sanat tarihi profesörü Kamil Uzman, Bellini ailesinin izini sürer Venedik’te. Gentilo Bellini Fatih’in portesini yapan Venedikli ressam. Onun kardeşi Giovanni Bellini de çok önemli bir ressam ve Da Vinci ile aynı çağda yaşamışlar. Dolayısıyla Leonardo’dan da bir roman kahramanı yaratmayı deneyebilirdim ama Gentilo ve Giovanni Bellini’lerden roman kahramanı yaratmayı denedim. Şimdi “Son Fasıl” adında bir kitap yazıyorum. Beni etkilemiş olan yazarların ve sanatçıların son yıllarını yaşadıkları coğrafyalara gidiyorum. Hayatımın bir döneminde Rilke’yi çok okumuştum, onun hayatının son 5 yılını geçirdiği Sierre kasabasına gittim, dağların kuytusunda İsviçre’de çok güzel bir kasaba. Van Gogh’un intihar ettiği Auvers-sur-Oise’a gittim, Van Gogh’un o son günlerini ve o son günlerde yaptığı tabloları anlattığım bir bölüm oldu. Tolstoy’un malikanesine gittim Rusya’da. Orada 80 yaşında eşi Sofia’dan hala kurtulamadığını ve evden kaçma durumunda kaldığını ve istasyonda ölmesini kendime göre anlattım. Bu bağlamda bu Amboise yolculuğunun da benim açımdan bir anlamı oldu. Çünkü Leonardo Da Vinci, hayatının son 3 yılını burada geçiriyor. O dönemin kriterlerine göre bir hayli yaşlı, ama şu anda ben de Leonardo’nun öldüğü 67 yaşındayım (Gülüyor). Son Fasıl kitabıma Leonardo’nun son 3 yılını koymaya karar verdim. Da Vinci, bir türlü ayrılamadığı üç önemli tablosu Mona Lisa, Çocuk İsa, Meryem ve Azize Anna -ki benim en çok sevdiğim tablosu odur- bir de Vaftizci Yahya’nın portresini yanında getirmiş. Fransa Kralı I. François tarafından davet edilen Leonardo, biraz gereksiz işlerde de kullanılmış. Dahi diyoruz ama kralın balosunu düzenliyor, o balo için kostümler çiziyor. Bir yandan Mona Lisa’yı yapan bir ressam, öte yandan burada su değirmenlerinin krokilerini çiziyor. Ben bunu garip buluyorum. Herkes diyor ki “Ne müthiş bir mucit, ne düşünmüş”. Ben de diyorum ki Leonardo gibi dahi bir sanatçı niye mitralyöz krokileri yapmış? Tank yapmış hükümdarlar daha çok düşman öldürsün diye. Burada bir sorun var bence ve bu deşilmemiş sanat tarihçileri açısından. Herkes diyor ki “Çok büyük bir dahi, botanist, anatomi ile ilgileniyor, çok ayrıntılı insan vücudu desenleri yapmış”. Bütün bunlar tamam da sonuçta yani botanik bilimine bir katkısı olmuş mu, olmamış. Anatomi bilimine bir katkısı olmuş mu, olmamış. Bilim başka bir şey, sanat başka bir şey. Hem bilim insanı hem sanatçı hem mimar hem mühendis bu rönesansın getirdiği bir şey ama aşılmış bir durum artık. Giderek bir efsaneye dönüşmüş. Mesela Kral I. François’nın kollarında öldüğü gibi bir efsane ortaya atılmış. İlk sanat tarihçilerinden biri olan Vasari tarafından yazılmış ve sonradan tekrarlanmış ve öyle olmadığı anlaşılmış oluyor. Bugün tarihçiler Leonardo Da Vinci’yi burada can çekişirken kralın Saint Germain-Alley’de olduğunu söylüyorlar ama ressamlar yine de bunu çizmeye devam ediyorlar.
Son iki kitabınız ve bundan sonra yayınlayacağınız kitabınız roman değil. Sait Faik, İran yolculuğu ve sevdiğiniz yazarların son üç yılı. Bunun özel bir sebebi var mı?
Galiba biraz esin perisi beni roman alanında terketti. Umarım geri gelir ve tekrardan kavuşuruz.
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları