Ateşi sönmeyen bir mezar
Barış Terkoğlu: Kundaktaki torununu bile Harbiye Marşı ile uyutan Cem Amiral’i, sırtına giren kurşun değil, düşmanlarının komplosu değil, belki de dost bildiklerinin sessizliği öldürmüştü.
Güneşin altında parlayan mezar taşlarının arasından bir tanesi çok uzaktan seçiliyor. Üzerinde denizci çapası ve kutupyıldızı var. Yanına gidip bakmasanız da toprağın altında boylu boyunca kimin yattığını anlarsınız. Mermerdeki “Bahriye’nin kutupyıldızı” ifadesi adından önce geliyor.
Cumartesi sabahı Amiral Cem Aziz Çakmak’ın mezarının başında yüzleri maskeli bir avuç insandık. Eve gelince Susan Sontag’ın kitabını elime alıyorum. Her an salgından bahsettiğimiz günlerde, hastalıkların metafor olarak hayatımızdaki hallerini anlatıyor. “Merhametsiz ve gizli bir istila şeklinde yaşanan hastalık” dediği kanser, içimizdeki bir “yağmacı” gibi. Bedenin içinde, bedenden parça olarak çalışıp, örgütlü bir şekilde bedeni çalışamaz hale getiriyor.
Biliyorum, hayat düz bir çizgi değil. Yaşarken içine düştüğümüz çukurlar da bin bir eziyetle tırmandığımız tepeler de anlatacak hikâyeler bırakır. Nefes alırken bize çok şey öğreten Cem Amiral, ölürken de ders vermiş gibi. Göğsünün ortasında sinsice biriken tümör, sanki Türk donanmasını esir eden örgütü ve ona yol verenleri hatırlatıyor.
Görevdeyken tutuklanan ilk amiral
Çağlayan’daki Adalet Sarayı eskiden Beşiktaş’taydı. Savcılık sorgusunda ya da mahkeme kapısında derin nefes alırsanız deniz kokusunu da içinize çekerdiniz. 23 Şubat 2010 günü öğlene doğru “Cem Amiraller”, Cem Gürdeniz ve Cem Aziz Çakmak, eminim o kokuyu göğüslerine doldurmuştur.
Poyrazköy, Amirallere Suikast, Kafes kumpasları derken o gün bir kırılma daha yaşanmıştı. Deniz Kuvvetleri Plan Prensipler Daire Başkanı Tümamiral Cem Gürdeniz ve Harekât Eğitim Daire Başkanı Tuğamiral Cem Aziz Çakmak, Balyoz kumpası marifetiyle görev başındayken tutuklanan ilk amiraller oldular. Kendileriyle birlikte cezaevine gönderilen muvazzaf ve emekli 40 kadar asker kararı hâkimden değil, mübaşirden öğrenmişlerdi. 24 Şubat günü sabaha karşı Hasdal ve Silivri cezaevlerine giderken, adliyenin birkaç metre ötesindeki Barbaros Hayrettin Paşa heykelinin yanından geçtiler. Preveze Deniz Zaferi’ni hatırlatan heykelin üzerinde Yahya Kemal’in “O mübarek gemiler hangi seherden geliyor” dizeleri yazıyordu. Onlar ise bir deniz savaşında vurulmuş gibiydi.
Cem Amiral’in çilesi
Cumhuriyet donanmasının Doğu Akdeniz’de, Ege’de, Karadeniz’de emperyal sistemle kavgaya tutuşan askerleri tek bir kurşun atılmadan esir ediliyordu. 24 Nisan 2009’da Poyrazköy davasının ilk tutuklamasından 2013 yılına kadar, AKP iktidarı destekli FETÖ kumpaslarıyla, 16’sı görevde 25’i emekli amiral olmak üzere, deniz kuvvetlerinde yüzlerce asker tutuklandı. Savaşlar gemilerle değil içindeki denizcilerle kazanılır. Hapsedilen Cem Aziz Çakmak, düşmanları için denizde yüzen gemilerden daha büyük bir hedefti.
Aylar süren tutukluluğun ardından önce serbest kaldı. Sonra 11 Şubat 2011’de tutuklanan 163 subayın arasında ikinci kez hapse girdi. Hapishanede kanser oldu. 6 Haziran 2015’te beraat ettiğinde hastalığı son evresindeydi. Bir ay sonra, 3 Temmuz 2015’te hayatını kaybetti.
Çektikleri bu kadar değil…
17 Ağustos depreminde yıkılan eşyaların altından çıkardığı çocuklarını bırakıp, koşarak gemilerini kurtarmaya giden bir subay ve ailesi neler yaşadı? Gelinlikler içindeki büyük kızını hapishanede karşıladı. Bir saat süren düğünü hapishane görüşünde, amirallerin çaldığı gitar-piyanoyla yapıldı. Torununu kemoterapi tedavisi görürken kucağına aldı. Hastane odasında yüzüğünü takacağı küçük kızının nişanından bir gün önce hayatını kaybetti. Çocuklarının doğumunu gemilerde olduğu için göremeyen Çakmak, kumpaslar nedeniyle mutlu günlerinde de onların yanında olamamıştı. Onu “oğlum asker olsun” diye elinden tutup askeri okula götüren ancak sonunda yaşadıkları ile acı içinde kavrulan Kıbrıs gazisi babası da geçen mart ayında oğluna kavuştu.
Ateşi gördü ya ihanet
Cem Aziz Çakmak ateşi gördü, yandı, savaştı.
Mahkemede ayağa kalkıp hâkimlerin gözlerine bakarak söylediği o sözler nasıl unutulur:
“Hainlik ve ihanetin odağı olan ve dış mihraklara uşaklık eden şerefsizlere sesleniyorum. Bu salondaki koltuklara oturacaksınız ve vatana ihanetten yargılanacaksınız. Bundan kaçışınız asla mümkün değil.”
Göğsündeki urla savaşırken, devletin içindeki kanserle de mücadele eden ve nihayetinde “dediği gibi olan” Cem Amiral’in mezarının başında düşünüyorum. Acaba onunla birlikte ateşin üstüne yürümesi gerekirken yalnız bırakanların ihanetiyle de hesaplaşabildi mi?
Kundaktaki torununu bile Harbiye Marşı ile uyutan Cem Amiral’i, sırtına giren kurşun değil, düşmanlarının komplosu değil, belki de dost bildiklerinin sessizliği öldürmüştü.
Öyle ya, “hukuk sürecine saygılı olalım” diyerek çığlığına sırtını dönenler vardı. “Komutan komutan, bizim niye burada olduğumuzu biliyor musun? İşte bu üniformanın yüzünden” diyerek yakasına yapıştıkları. Tezgâhı göre göre 2012 YAŞ’ında emekliliğine imza atan “onları hiç affetmeyeceğim” dedikleri. Ölüm döşeğinde bile “elinde kan var” diyerek ziyaretini reddettikleri. Hapishaneye, hastaneye, cenazeye gelmekten korkanlar. Resmi ölüm ilanına “silah arkadaşı” yerine “çalışma arkadaşı” yazanlar. “Siz hiç, bir hücrede, ‘40 yıl ben neye hizmet ettim? Niye buradayım?’ diye düşünmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?” dediğinde “halledeceğiz” diyerek yoluna devam edenler.
Ölmeden önce son projesi Türk donanmasına kurulan komployu anlatacağı kitaptı. Hasta yatağında o söyleyecek, Müyesser Yıldız yazacaktı. Şimdi o mezarda, Müyesser Abla yıllar önce Türk amirallerinin kapatıldığı zindanda.
Göğsümüzün üzerinden kazıdığımızı sandığımız tümör belki hâlâ oradadır.
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları