Bir haftalık ‘kapanamama’nın özeti
Barış Terkoğlu: Peki, neden? Lafa gelince “bin yıllık devlet geleneği” deniyor da... Bir hastalık, yönetenlerin yönetemediğini bize nasıl gösterdi?
“Yönetici sınıfların egemenliklerini eski biçimi değiştirmeden sürdürmesinin imkânsız hale gelmesi...” diye başlıyordu Lenin, “siyasi kriz” tanımına... Son birkaç günün fotoğrafına bakın. Sizce de Türkiye’de, iktidardakiler, yönetememe sorunuyla karşı karşıya değil mi?
Dünyanın en basit şeyi. Yüzyıllardır insanlık aynı yöntemi uyguluyor. Düdük çalıyor. Herkes eve kapanıyor. Michel Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” kitabı, 17. yüzyıla ait bir yönetmeliği anlatıyor. “Belirtilen günde herkesin evine kapanması emredilmektedir” diye tanımlıyor, “eğer evden mutlaka çıkmak gerekirse, bu sırayla yapılacak ve insanlar her türlü karşılaşmadan kaçınacaktır” diye devam ediyor.
Daha bir haftası dolmadan, “kapanamama” bize ne gösterdi? Bir, Türkiye’de apaçık bir azınlık iktidarı yerleşiyor. İki, azınlık adına iktidarı sopa ile ellerinde tutanlar Türkiye’yi yönetemiyor.
İktidar, Türkiye’yi yönetemiyor
Hep alkolden konuştuk. Oysa cumartesiye kadar sokaktaki semt pazarları da yasaktı. Peki, nasıl açıldı? Çiftçiye tarlaya gitmek serbestti, kamyona binip hale götürmek de... Gelgelelim, insanları eve tıkanlar tarladan çıkan meyve-sebzelerin nasıl satılacağını düşünememişti. Antalya ve Mersin’deki hallere kamyonla ürün taşıyan kuyruktaki çiftçiler, komisyonculardan “istemiyoruz” cevabı aldı. Yarı fiyatına düşürmek bile çözüm olmadı. Uzun bekleyişin sonunda çürüyen mahsulden kötü kokular gelmeye başladı. Malını geri taşıyacak kamyon parası olmayan çiftçi, elindeki malı, nereyi bulduysa döküverdi. Domates, salatalık, kabak çöpü dağlarından sonra İçişleri Bakanlığı karar verdi, semt pazarları genelgeyle açıldı.
Ya çekler? Borçlulara derman aranıyordu. Ülkeyle birlikte kapanan Meclis, son dakika düzenlemesi yaptı. “30 Nisan ile 31 Mayıs arasına denk gelen çekler için ibraz işlemi yapılmayacak” diye yasa çıkarıldı. Ancak beceriksizlik o haldeydi ki... Karşılığı olan çekler bile yasa gerekçesiyle ödenemedi. Ticaret Bakanlığı tebliğ yayımladı, ödemeler başladı. Türkiye, basit bir çek ödeme işinin yoluna mı girdiğine sevinsin yoksa bakanlık tebliğinin yasaların üstüne çıktığı kanunsuzluğa mı üzülsün şaşırdı.
Kanunsuzlukların bir özelliği vardır. Her kanunsuzluk bir başkasını çağırır. “Alkol yasağı” açıkça anayasaya aykırıydı. Yasalara aykırı genelge de olmazdı. Tekel bayileri “oldu da bitti maşallah” diyerek kapatıldı. İyi de marketler açıktı ve orada da alkol satılıyordu. Esnaf “bu ne perhiz” deyince marketlere tebligatla “alkol satmayacağım” dedirtildi. Yasak yasağa yol oldu. Orada kalmadı. Tuhafiye dükkânı kapalıyken, markette don satılıyordu. Bakanlık genelgesiyle “temel ihtiyaç” dışında market satışı yasaklandı. Bu kez de “temel ihtiyaç ne?” tartışması başladı. “Sigara da mı yasak” derken, koca bakanlık “sigara serbest” açıklaması yaptı. Ülke böylece fısıltıyla alkolün yasaklandığı, genelgeyle sigaranın temel ihtiyaç sayıldığı, ampul ve kurşun kalemle ilişkimizin tartışıldığı noktaya geldi.
“Kanun yok, genelge var, o yetmezse tebligat getiririz” düzeni bize açık bir şey söylüyor. Türkiye yönetilemiyor. Hangi sistemde yaşadıklarının, nasıl yönetileceğinin farkında bile olmayan en tepedekiler; yollarını şaşırınca, markete copla, camiye biber gazıyla giriyor.
Bir bakanlığa özgü sanmayın. Ana muhalefetin açıklamasından öğrendik. 2018 Temmuzu’ndan bu yana, Cumhurbaşkanı 73 kararname yayımladı. Bunlardan 45’i, önceki kararnamelerde değişiklik yapan kararnamelerdi. Kısacası “yönetememe” sorunu en tepeden başlıyor. Sağlık, ticaret ya da adalet onu izliyor. İktidardakiler düz yolda arabayı çukura sürüyor.
Azınlık rejimi görünür oldu
Peki, neden? Lafa gelince “bin yıllık devlet geleneği” deniyor da... Bir hastalık, yönetenlerin yönetemediğini bize nasıl gösterdi?
Belki de sırrı bir başka ayrıntıda. Zira salgın dönemi, Türkiye’de oturan azınlık rejiminin perdesini kaldırdı.
Buzdolabını açarsınız, bütün yumurtalar aynı boydadır. Omlet ayrıcalıklardan kurtulur. Şeklen de olsa eşitliğe dayalı hukukta da bütün yumurtalar aynı boydadır. Azınlık rejimlerinde ise küçük grupların maddi, siyasi, dini, aile ayrıcalıkları vardır. Eşitliğe dayalı bir hukukun yerine imtiyazlar geçer.
Daha bir hafta dolmadan gördük…
Vatandaşın anasının tabutunu 10 kişiyle kaldırdığı koşullarda, Ümraniye Belediye Başkanı’nın babasının cenazesinde protokol vardı.
Parkta tek başına oturan insana ceza kesilirken, aynı insan tıklım tıklım otobüse binip işyerinde mesai yaptı. Döndüğünde eve kapatılmış eşine ve okul çağındaki okula gidemeyen çocuğuna ciğerindeki nefesi verdi.
Sahilleri dolaşan polis, denizde yüzen Türke ceza keserken, kapanmayı fırsat bilen pasaportlular çırılçıplak kumsal keyfi yaptı.
Karantinayı fırsat bilen cebi dolular, otellerden 17 günlük tatil paketi satın alıp parti keyfi yaparken, maaşı kısa çalışma ödeneği ile ödenenler, eğlenenlere maskeyle hizmeti sürdürdü.
İşçi bayramını kutlamak isteyenler postallarla ezilirken, kodaman turist maske takmak bir yana, nezaketi fırsat bilip bir kadın polisi diğer polislerin yanında taciz etti.
Yönetimi iktidara yakın Adana Demirspor taraftarları tribünleri doldururken, Samsunspor taraftarları eve kapatıldı.
AKP’li il başkanlarının ev ziyaretleri haberlerini okurken, muhalefet yasaklıydı.
Suyun çekilmesiyle karaya vuran balıklar gibi. Pandemi, imtiyazlı azınlık rejiminin büyüyerek görünür olmasını sağladı. İşin ilginci, kanunların ayaklar altına alındığı azınlık rejimini yönetenler, tam da bu dönemde, “Türkiye’nin yeni anayasaya ihtiyacı var” sözünü tekrarladı. Sanki herhangi bir uygulamada, iç ceplerindeki anayasaya bakıp ona dayanıyorlarmış gibi...
Ezilen sınıfların hoşnutsuzluğu
Lenin, krizin bir başka dünyanın habercisi olma şartlarını sıralarken “ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkelerinin akacağı bir yolun açılması” diye devam etmişti.
Yazıyı yazarken konuştuğum bir esnaf, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kiracısı olduğunu, işyerinin 16 Mart 2020 tarihinden beri genelgeyle kapatıldığı halde kira ödemeye devam ettiğini anlatıyordu. Üstelik bu yıl kirasına zam bile gelmişti. Kısa çalışma ödeneğiyle geçinen bir garson ise 14 aydır aldığı kısa çalışma ödeneklerinin dekontlarını gösterdi. 1573 liralık ödenek, 14 ayda tek kuruş artmamıştı. Garson, “Kısa çalışma ödeneği istikrarını bozmuyor, ülkede 14 aydır zam gelmeyen tek şey” diyordu. Bir emekli ise 2008’de bin lira olan bayram ikramiyesinin, üç yıl sonra bin yüz lira olmasının saçmalığını anlatmaya çalışıyordu.
İşli ya da işsiz, emekçi ya da emekli, esnaf ya da çiftçi; ezilen çoğunluğun, azınlık rejimine karşı hoşnutsuzluğunu akıtacağı bir yola ihtiyaç yok mu sizce de?
ÜYE YORUMLARI
Yorum YapFacebook Yorumları